Geçmiş Zaman Hikayeleri

1980 Darbesinde Kadıköylü Küçük Sara – 35 –

Kaynak: Sara Yanarocak

1980 yılının kışı çok soğuk geçiyordu. Yeni evimizde ise yaşam çok güzeldi. Soni yeni odasına bayılmıştı ama, annemin evini de çok özlüyordu. O yüzden sabah kahvaltı eder, evdeki işleri hallettikten sonra hemen “Hadi anne, gramamaya gidelim” derdi. Neredeyse her öğle yemeğini annemlerde yerdik. Annem zaten buna dünden razıydı. Biz evden gittikten sonra büyük bir boşluğa düşmüştü. Devamlı ağlıyordu. Ev birdenbire boşalınca, annem ömründe ilk defa babam ve teyzemle baş başa kalınca feleğini şaşırmıştı. Sürekli ağlıyor ve bir yerde duramıyordu. Sonuç olarak Soni ve ben her gün saat 13.00-18.00 arası yine hep oradaydık.

O sene korkunç bir gaz ve fuel-oil sıkıntısı vardı. Kaloriferli evlerin çoğu yakıt olmadığından buz gibiydi. Annemler evin bir odasında elektrikli sobalarla yaşıyorlardı. Bizim ev de öyleydi. Herkes donuyordu. Birçok evde derme çatma sobalar kurulmuştu. Sonunda biz de evde bir gaz sobası kurmuştuk. Boruyu ise pencerede açılan bir delikle dışarı vermiştik. Gaz bulabildiğimiz zaman sobayı yakıyor ısınmaya çalışıyorduk.

Bizim ev çatı katı olduğu için eğer hidrofor çalışmazsa musluklardan bir damla su akmazdı. Gelin görün ki bizim apartmanın yönetici giriş katında oturan bir albay emeklisiydi, hidrofor gürültülü diye kapattırdığından, bizim eve bir damla su bile çıkmazdı. Ben Soni’nin kirli alt bezlerini olduğu gibi bir poşete koyup annemlere götürür, orada yıkar ve asardım. Temizleri katlayıp eve götürürdüm. Anlayacağınız hayat çok zordu. Artık büyümenin zamanı gelmişti.

Ama kendi evimizde aile olarak yaşamanın tadı da başkaydı. Ben neredeyse her akşam yemekten sonra, bir kek veya pasta yapıyordum. Eve devamlı olarak arkadaşlarımızı davet ediyorduk. Misafir ağırlamaya, ikramlar yapmaya bayılıyordum. Her Cuma akşamı annemlerde yedikten sonra Soni’yi annemlerde bırakıp eve dönerdik. Saat 21.00 gibi, Reks Sineması’nın karşı sokağında oturan David’in amcasının oğlu Hayim Kohen Yanarocak ve nişanlısı Terry Elhadef bize gelirlerdi. Saatlerce sohbet eder, çerezler, tatlılar yer, gülmekten yerlere yatardık. Terry çok tatlı bir kızdı. Saint Benoit lisesinde son sınıftaydı. Hayim de üniversiteyi bitirmek üzereydi. Aslında Hayim, Moda İlkokulu’ndan benim arkadaşımdı. Benden iki sınıf küçüktü ama, teneffüslerde devamlı yanıma gelir benimle konuşurdu. Sonunda da akraba olup çıkıvermiştik. Onlarla gerçekten çok eğlenirdik ve neredeyse sabahlara kadar sohbet ederdik. Terry bizim evin manzarasına hayrandı. Soni’yi de çok severdi.

Şubat ayında Soni hasta oldu, annemlerin evinde rüşvet verilerek fuel-oil tedarik edildiği için artık evleri sıcaktı. Annem olaya el koydu ve oğlanı evine götürdü. Çocuk iyileşirken bu sefer şifayı ben kaptım. Haydi bir cümbür cemaat yine annemlerdeyiz derken, annem bize manifesto verdi: İlkbahara kadar Soni onların evinde kalacaktı. Bizim ev çok soğuktu. Zaten geceleri yatağa dik yakalı yün kazaklarla yatıyorduk. Bazan gece yarısı uyanırdım, yanaklarıma sanki kırağı yağmış gibi bir soğukluk hissederdim.

O yıllar Türkiye’nin çok karanlık yıllarıydı. Yokluk yıllarıydı. Her şey çok kıttı. Yakıt, yağ ve daha birçok gıda maddesi uzun kuyruklara girerek ve saatlerce bekleyerek alınıyordu. Arabası olanlar gece yarısı kuyruklara girerler, sabahın erken saatlerinde arabalarına bir miktar benzin alabilirlerdi. Neredeyse Bolşevik Rusya’ya koşar ayak benzemeye başlamıştık. Herkesin evinde sobalar kurulmuştu. İnsanlar yollarda gözlerine çarpan kuru dalları, tahta parçalarını bile alıp, sobada yakmak için evlerine götürüyorlardı. Kış ortasında satılan odunlar sırılsıklamdı ve bir türlü tutuşturulamazdı.

Türkiye’de adeta bir iç savaş vardı. Sağcılar ve solcular, iyi bir şekilde örgütlenmiş, ülkeyi kasıp kavuruyorlardı. TRT’ de her gece “Güne Bakış” adlı haber programının sunucusu Can Akbel adında bir haber spikeriydi. Saçları dökülmüştü, o yüzden o programa çoğu kişi ”Kele Bakış” derdi. Can Akbel, sanki bir kara haberciydi. Günün haberlerini anlatırken her gün onlarca kişinin kahvelerde, yollarda veya iş yerlerinde taranarak öldürüldüklerini anlatır, isimlerini sayardı. Bunlar ideolojik ölümlerdi, ama arada kurunun yanında yaş da yanardı. Burada kadın, erkek, çocuk ayırımı yoktu. Jandarma ve polisler bu anarşi hücrelerine baskınlar yapardı. Türkiye, bir gerilla savaşı içinde ateşler içinde yanıyordu. Üniversiteler savaş alanı gibiydi. Ülkücüler ve solcu fraksiyonlar, birbirlerini boğazlarken, hükümet ve muhalefet kendi alemlerine dalmışlar, birbirlerine çamur atmaktan başka bir şey yapmıyorlardı.

Bazı semtler kurtarılmış bölge gibiydi. Gece oralardan geçilecek olursa vurulmak an meselesiydi. Çeşitli fraksiyonlara bağlı gençler, anarşi yapabilecekleri para akışını sağlayabilmek için, dükkanları haraca bağlamışlardı. Sıkıysa verme, hemen beynine kurşunu yerdin. Faili meçhul yüzlerce cinayet vardı. Gazeteleri okurken insanın içi yanardı. Her gün en az 60 kişi ölüyordu. Gece saat 22.00 den sonra artık sokağa bile çıkmıyorduk. Türkiye’de yaşam artık berbat bir haldeydi. Biz yine de apolitik olduğumuz ve görece nezih yerlerde yaşadığımız için, nasılsa ölüm kurası bize düşmüyordu.

Havalar güzelleştikten sonra, Soni artık eve dönmüştü. Soni tam iki buçuk yaşındayken, mart ayında tuvaletini haber vermeye başlamıştı. İki dili bülbül gibi konuşan tertemiz ve harika bir delikanlı olmuştu.

Mayıs 1980

O yaz yine iki ev arasında mekik dokuyarak ve arkadaşlarla buluşarak geçip gitti. Anarşi tüm dehşetiyle sürerken, eski başbakanlardan Nihat Erim bir suikaste kurban gitmişti.

Yaz gelince, çekme kattaki evimizde, L şeklindeki dev balkona çıkıp keyif yapmaya başlamıştık. Soni 3 tekerlekli bisikleti ile orada tur atardı. Ev çok yüksekte olduğu için, ben korkudan peşinden giderdim. Ablam çocuklarıyla gelince üçü o kocaman balkonda çok eğlenirlerdi.

Yazın hep birlikte Moda Çocuk Parkı’na giderdik. Onlar salıncaklara binip, kaydırakta kayarken, ben de ablamla sohbete dalardım. O yaz boyunca da evimizde çok kişiyi ağırlıyorduk. Hatta bir hafta sonu kayınvalidemle kayınpederim bize yatıya geldiler. O Cuma sabahı ablam bana geldi ve bir sürü yemek hazırladı. Ben mutfak konusunda tecrübesiz olduğum için, hiç unutmam, karışık, etli biber ve domates dolması, bir tepsi dolusu peynirli bulemas (Gül Böreği), bir koca pyrex kalavasuço (Kabak böreği), pancar salatası, çarliston biber salatası ve tatlı yapmıştı. Benim ısrarlarıma rağmen, beni dinlememiş sabah çocuklarıyla gelmiş mutfağa girip bütün yemeklerimi hazırlamıştı. Bana “sen git çocukların başında dur” demişti. Bunun benim için ne kadar önemli bir şey olduğunu hayatımda hiç unutmadım. Canım ablacığım o gün gelip beni bu uzun misafirlik için yapmam gereken her şeyi hazır edivermişti. Benim belki de beş saatte yapacağım şeyleri o iki saat içinde bitirmiş, pişirmiş, hazır etmişti.

O gün bir kere daha, canım ablam Venezya gibi sevgi dolu bir kardeşe sahip olmanın kıymetini daha iyi kavramıştım. Bu duygularımız, bu yaşımızda dahi aynen bütün sıcaklığıyla önemini koruyor. Tanrı onu başımdan eksik etmesin.

Soniler – Mayıs 1980

Eylül ayı, biz Yahudiler için bayramlar ayıdır. Yamim Noraim bayramları peş peşe gelir. Roş Aşana, Yom Kipur ve Sukot neredeyse bütün ayı içine alır. 1980 yılında Roş Aşana Bayramı 12 ve 13 Eylül tarihlerine geliyordu. 11 Eylül akşamı ilk bayram yemeğini kayınvalidemlerde yiyip eve döndük ve uykuya yattık. Ertesi sabah David saati kurdu, çünkü Haydarpaşa Sinagogu’na gidip bayram duasına katılacaktı. David tek gözünü daha açmadan önce komodinin üzerindeki radyoyu açardı. Bir açtı ki, radyoda Harbiye Askeri Marşları çalıyor. Ben de yattığım yerde, ”Ne oluyor, yoksa yine Kıbrıs’a çıkartma mı yapıyorlar?” diye sordum. Ardından marşlar kesildi ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren sakin bir sesle, ordunun devlet idaresine el koyduğunu, yaşanan anarşi ortamı yüzünden bu kararı verdiklerini anlattı. Biz televizyonu açınca 8 haberlerinde, spiker 12 Eylül 1980 Askeri Darbesini anlatıp, bütün yurtta sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini anlattı. Televizyonda askeri bildirilerin dışında sürekli harbiye marşları ve ordudan görüntüler sunulurken, arada çeşitleme olarak Hasan Mutlucan zeybek kıyafeti ve pos bıyıklarıyla “Yine de Şahlanıyor Amman”, Ayten Alpman “Bir Başkadır Benim Memleketim”, Barış Manço da upuzun saçları, kaftanı ve yüzükleriyle “Hey Koca Topçu” adlı şarkısını söylüyordu.

Sanki dejavu yaşıyorduk. Kıbrıs ve 74 yılı geri gelmişti. Bu benim yaklaşık 25 yılımda yaşadığım 2. darbeydi. İlki tanklı 1960 darbesi, şimdi de 1980’deki 12 Eylül darbesiydi. 1974 Kıbrıs Harekatı da cabası. O gün bayramdı, ama evde bir gıdım yemek yoktu. Hiçbir şey hazırlamamıştım. Çünkü sinagog çıkışı hepimiz annemde yemek yiyecektik. Akşama da ablamlar dahil, yine annemlerde bayram sofrası kurulacaktı. Annem üç eve yetecek kadar yemek hazırlamıştı zaten. David giyindi. Kahvaltı ederken bakıştık ve gülme krizine girdik. Görünen o ki, bayram yemeği olarak makarna ve salataya talim edecektik. Soni kıkırdıyordu, ertesi gün 3 yaşını bitirecekti ve makarna en sevdiği yemekti. Onun için bu zaten bayramdı.

Saat 11.30 gibi kapı çalındı, açtık ama kimse yok. Benim çatı balkonundan ancak karşı kaldırım görünürdü. Balkona çıkınca, birdenbire karşı kaldırımda annemi iki yanında tüfekli inzibat jandarmasıyla karşımda buldum. Annem bana “Saraaaaa” diye sesleniyordu. Meğerse annem sokağa çıkma yasağı yüzünden bizim evde yemeksiz falan kaldığımızı tahmin ettiğinden, poşetlerin içine koyduğu kapların içine, bayram için pişirdiği bütün yemeklerden koymuş. Salatalar ve tatlılar dahil. Elindeki bu poşetlerle oturduğu İleri Sokağı’ndaki İnzibat Jandarma Karakolu’na gidip, kapıdaki nöbetçi jandarmaya komutanları ile konuşmak istediğini söylemiş. Komutanın odasına girip, Nısbiye Sokağı’nda oturan, kızına, damadına ve 3 yaşındaki torununa yemek götürmesi gerektiğini anlatmış. Komutanın, ne de olsa duygusal bir Türk askeri olarak annemi reddetmeye gönlü razı gelmemiş ve annemin yanına iki nöbetçi jandarma vererek bizim eve gelmesine izin vermiş. O sırada bizim evin önünden geçen ve ekmek satan fırıncının küfesinden de 3 ekmek alıp getirdiği poşetlere ilave edince, asansörle aşağı inen David, kapı ağzından jandarmanın elindeki 5 torbalık karavanayı teslim aldı. Annem aşağıdan el sallıyor ve bana öpücükler gönderiyordu. Annem, uzun boylu genç jandarmaların eşliğinde, sevinçle eve dönerken, ben de mükellef bir bayram sofrası donatıyordum. Annem cesur yürekli, kendini çocukları için ateşe atabilecek kadar fedakar bir kadındı. “Nasıl yani, Sarika, Soniko ve David, Roş Aşana günü onun yemeklerini yemeyecekler miydi?”

David gerçekten şaşkınlıktan kalakalmıştı. Benim için ise bu hareket çok şaşırtıcı değildi. Çünkü annemi çok iyi tanıyordum. O bizim için dağları devirirdi. Ertesi gün, 13 Eylül’de sokağa çıkma yasağı kaldırıldı ve biz Soni’ye yıldırım hızıyla bir doğum günü partisi hazırladık. David pastaneden pasta, çikolata, tuzlular ve tatlılar aldı. Ben kanapeler hazırladım. Davetliler ablamlar, Rina ve Ari, Hayimler ve büyük Soni, kayınvalidemler ve annemler bize geldiler. Soni mutluluktan uçarken, büyükler de darbeyi ve olacakları konuşuyorlardı.

İşte 3 yıl içinde 2. Roş Aşana macerası da böyle geçmişti. 77’de bayramın ilk günü Soni doğmuştu. 80’de ise ilk günde darbe olmuştu. Acaba bu darbe nelere gebeydi?

Soni’nin 3. doğumgünü – 13 Eylül 1980

Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.