Röportajlar

Uğruna Mektuplar Yazılan Torun 13 Yaşında!: Sara Yanarocak Torunuma Mektuplar’ı Anlatıyor

Sara Yanarocak’ın Torunuma Mektuplar kitabı -Avlaremoz’dan Aralık ayında çıktı. Torunuma Mektuplar yazarın 2010 ile 2012 senesi arasında kaleme aldığı 44 mektuptan oluşuyor. Mektuplar eşzamanlı olarak Şalom Gazetesi’nde tefrika edildikten 10 sene sonra uğruna ilk mektubun kaleme alındığı ailenin ilk torunu Guy David Cohen Yanarocak’ın Bar-Mitsva’sı şerefine kitaplaştırıldı. -Avlaremoz’un da ilk kitabı olma ayrıcalığını taşıyan kitap üzerine yazar Sara Yanarocak ile söyleştik. 

Betsy Penso (‘BP’): Öncelikle tüm emeklerin için teşekkür ederiz. Bizim için de oldukça heyecanlı bir durum. İlk kitabımızı yayınlamış olduk. Önce aslında tepkileri konuşmak istiyorum. Kitabın yayınlanmasıyla ne gibi geri dönüşler aldın? 

Sara Yanarocak (‘SY’): Ben de oldukça heyecanlıyım. Kitabın elime ulaşmasıyla, farklı mecralarda bildirdim Torunuma Mektuplar’ın geliyor olduğunu. Daha sonra Avlaremoz, İYT ve Şalom’da da haberleri çıktı. Tabii bir sürü geri dönüş aldım, takipçilerim heyecanla beklediklerini söylediler nereden satın alabileceklerini sordular. Hemen hızla birkaç röportaj teklifi de geldi ama ben ilk röportajı Avlaremoz’a vermeyi hem uygun hem etik gördüm. Çünkü bu Avlaremoz’un birinci kitabı olma ayrıcalığını da taşıyor. Herkes merak ve heyecanla bekliyor. Herkes kitabı alıp okumak istiyor. Röportajlar da yavaş yavaş yayınlandıkça geri dönüşü güzel olacak gibi hissediyorum.

‘Bu mektuplar aslında zaten zamansız.’

BP: Peki bir adım geriye gidersek, bu mektuplar Şalom Gazetesi’nde tefrika halinde yayınlanırken nasıl tepkiler geliyordu?

SY: Bu mektuplar Şalom’da yayınlanırken İstanbul’da yaşıyordum ben. Zaman zaman 3 aylığına İsrail’e gidiyordum. Benim İstanbul’da zaten kemikleşmiş bir okuyucu kitlem vardı, onlardan güzel geri dönüşler alıyordum. İnsanlar bu mektuplardan çok etkileniyorlardı. Hem adada, hem şehirde kolumdan çekip mektuplarım için beni kutlayanlar oluyordu. Pek çoğu mektupların içeriğinin bütün büyükanne, dede ve ebeveynlerin düşündükleri şeyler olduğunu fakat benim onları ustaca kaleme aldığımı, duygularına tercüman olduğumu söylüyorlardı. Bu mektuplar aslında zaten zamansız. Çocuklar büyürken onlara, ebeveynlere, daha sonra ebeveynlerin kendi çocuklarına kullanabilecekleri nitelikte bir şeyler yaptığımı söylüyorlardı. 

İki güzel anım da var bu yazı dizisiyle ilgili. Biri oğlum Hay’ın başına gelen bir olay aslında. Katıldığı bir toplantıda misafir olan genç bir adam yanına yaklaşıp: ‘Siz Guy Yanarocak’ın nesi oluyorsunuz?’ diye sormuş. Hay da büyük bir şaşkınlığa kapılmış. Guy tabii o zamanlar sadece bir buçuk yaşında, kendisi İsrail’de yaşarken ünü ta Türkiye’ye yayılmış. ‘Ben onun amcasıyım ama’ falan derken, bu genç adam, ‘Haa, Sara Yanarocak sizin anneniz mi?’ diyip mektuplara iltifatlar düzmeye başlamış. Umuyorum Guy’ın bir buçuk yaşında elde ettiği ün ileriki yaşlarında daha da katlanır ve boynuz kulağı geçer.

Bir diğer anı da benim Caddebostan’dan çocukluk arkadaşım Sonya Baharnu, şimdiki adıyla Sonya Gülcan ile alakalı. Biz 11 yaşından beri çok yakınız. 1960’lı seneler o zamanlar, kışın biz onların evinde telefon olmadığı için mektuplaşırdık. O Sıracevizler’de otururdu, ben onu haftada bir komşusunun telefonundan arardım. Ben Kadıköylü’ydüm, öyle karşıya falan geçmezdim o zamanlar. O zamanlar Moda – Şişli arası mektuplaşırken, mektuplar yayınlanırken bir gün bana bir e-mail yazdı. Bana mektuplarımı okuduğunu, onun da Guy’dan 2 ay daha büyük bir erkek torunu olduğunu, okudukça içinin kabardığını, ağlayası geldiğini yazmış. ‘Bu duyguların hepsi bende de var sanki benim için de yazıyorsun gibi hissediyorum’ demiş. Buradan da o çocukluk arkadaşıma da selam olsun. 

Okuyucularım bana hep bu mektupları ne zaman kitaplaştıracağımı da soruyorlardı. Araya uzun zaman girdi. Daha sonra bir kırılma noktası oldu. Uğuruna ilk mektup yazılan ilk torun, Guy David Cohen Yanarocak 13 yaşına yaklaşırken içimde bir kıpırdanma başladı. Herkes Bar-Mitsvalarda hediyeler verir ama bunlar genelde maddi şeylerdir ve genelde sonsuza kadar kalacak şeyler değildir. Eh, dedim madem benim elimde sonsuza kadar kalacak bir hediye verebilmek için bir gerekli bir enstrümanım var, bu mektupların kitaplaşma zamanı geldiğini hissettim. İlk torunum Guy’ın esiniyle başlamışım ben bu yazıları yazmaya, ‘Torunuma Mektuplar’ı Guy’a bir Bar-Mitsva hediyesi olarak yayınlamak istedim. Bunun için de bir yayıneviyle anlaşmak gerekiyordu ve bu safhada oğlum Hay ve sen, Avlaremoz’un editörlerinden Betsy sevgi dolu bir yaklaşımla Avlaremoz’un ilk kitabı olma onurunu bana verdiniz. Teşekkür ediyorum. Bir yazar için istenmek çok değerli. Beni çok mutlu etti. 

BP: Biz de teşekkür ederiz, biz de bu sayede ilk kitabımızı yayınlamış olduk. Peki son olarak, Guy’ın kitaba tepkisi ne oldu? Sence amacına ulaştı mı bu hediye?

SY: Guy bu mektuplardan her zaman haberdardı. Ama bu mektuplar tabii Türkçe ve Guy her ne kadar Türkçe bilse de anadili olmadığı için tam olarak anlamını kavrayamazdı. Fakat kitap basılıp Bar-Mitsva’dan 15-20 gün önce elime ulaştığında bir cuma akşamı ben, ona ve ailenin diğer fertlerine kitap imzalayıp hediye ettim. Tabii aynı akşam diğer iki torunum Sary ve Maya’ya da hediye ettim bu kitaplardan. Çünkü onlar da aynı kategoride, onlar da benim torunlarım. 

Guy’a bu kitabın ona Bar-Mitsva hediyesi olduğunu, ileride daha iyi anlayabileceğini, belki zaman içerisinde İbranice’ye tercüme edileceğini fakat bunları yazarken tüm kalbimle ruhumla hissederek düşüncelerimi kelimelere dökmeye çalıştığımı söyledim. ‘Seni ne kadar çok sevdiğimi sen bile bilmiyorsun’ dedim. Kitabı aldı ve göğsüne bastırdı, ve nasıl baktı yüzüme biliyor musunuz? Sanki gözleriyle aşkını ilan etti. Ayağa kalkıp bana kocaman sarıldı. İncecik uzun boylu bir oğlan zaten, ben onun anca burnuna geliyorum. Beni öylesine göğsüne bastırdı ki, o teşekkürü, içindeki sıcaklığı sevgiyi bana akıttı. Anladım ki Guy buna ilerde de çok değer verecek. Ben bir gün olmadığım zaman da o bu kitabı gösterip böbürlenebilecek. Geleceğe bir kanıt bırakmış olacağım. Bu benim için yeterli zaten.

BP: Ne güzel! Peki şimdi geri dönüşleri bir kenara bırakıp biraz kitabın içeriğine geçelim. Kitabın içerisinde her mektupta ayrı ayrı bir sürü öğüt veriyorsun. Acaba bu öğütler senin o günlerde deneyimlediğin güncel olaylar üzerine kurguladığın metinler miydi?

SY: İnsanlar öğüt vermeye ancak olgunlaştıkça başlayabilir. Benim de pişmemiş taraflarım vardır ama bazı şeylere dikkat çekmeye çalıştım ben bu mektuplarda: hatalar, sevgiler, arkadaşlıklar, boşvermişlikler, ötelenmiş şeyler, istemeden ağızdan çıkan kötü sözler ve en önemlisi tevazu! Bunlara çok önem verdim bu mektuplarda. 

Tevazu benim için çok önemlidir. İnsan mütevazı olmalıdır. Yani insan ne başarmış olursa olsun, hangi deneyimleri deneyimlemiş olursa olsun her zaman insanlara alçakgönüllülükle yaklaşmalıdır. Ben bunu mümkün mertebe yapmaya çalışırım. Elimden geldiğince tabii. Kendine iltimas geçmeden kendini yargılaman gerekir; hem hakim hem savcı hem avukat olmalısın. Yüceliklerin bir sonu yoktur ve ölçülemez, bunu anlıyorsun en nihayetinde. 

Tora’dan bir örnek vereyim. Tanrı Moşe Rabenu’dan İbrani ulusunu kurmasını istediğinde Moşe ‘Ben kimim ki?’ demişti, oysa ki Moşe bir prensti, sarayda Firavun’un oğluna eş değer eğitim görmüştü, hermetik öğretiler almıştı, astroloji, matematik her şeyi biliyordu! Ve buna rağmen ‘ben kimim’ diyebilmek tevazudur. İşte böyle olmak lazım, çoklaşmak için hiçleşmek lazım.

‘Önüme yepyeni bir dünya açıldı. Bu benim miladımdı, veya ikinci doğuşum da diyebiliriz.’

BP: Aslında bu örneği verip bu hikayeden bahsettiğin iyi oldu çünkü ben de şunu soracaktım: Kitapta her mektupta çok sayıda farklı yazardan, düşünürden alıntı yapıyorsun. Bu alıntıları doğru şekilde yapabilmek için tüm bu yazaların eserlerini okumuş olmak araştırmış olmak gerekiyor. Senin bu okuma, yazma, araştırma sevgin, hevesin nereden geliyor?

SY: Ben Moda İlkokulu’nda okudum. Yalnız bizim dönemimiz Kadıköy’ün pilot okullarındandı. Sınıfımızda değişik bir uygulama vardı. Öğretmenimiz bizi kümelere bölerdi. Tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi gibi derslerde her kümeye ayrı konular verilirdi. Öğretmenin dersi anlatması yerine biz, bize verilen 15 günlük sürede bu konularla ilgili raporlar hazırlardık. Sonra da bu raporlarımızı sunardık. Diğer öğrenciler sorularını bize sorarlardı. Bu bizim eğitim sistemimizdi. Birkaç sene sonra bu uygulama kaldırıldı, bizim okul pilot okul olmaktan çıktı. Benim ansiklopedilerle ilk tanışmam o zamandır. Araştırmayı ilk o zaman öğrendim. Ve fark ettim ki bu ansiklopedilerde bir dünya bilgi var. Bu anlattığım tabii 1960lı yıllar. O zamanlar tabii İnternet yok, Google yok. Ben okul dışında da bu yöntemle bir sürü şey öğrenmeye başladım. 

Çok da kitap okumaya başladım. Ablamla aramızda 7 yaş fark var ve o benim idolümdü. O lisedeyken çok güzel kitaplar okurdu. O Dostoyevski, Balzac, Stendahl falan okurdu, ben de ona özenirdim. 9 yaşındaydım o zamanlar. Ne anlar ki o yaşta bir çocuk Tolstoy’dan, upuzun cümlelerden? Ama ben kafamı yararak okudum hepsini. Sonra 16-17 yaşından sonra hepsini tekrar okudum. O zaman artık büyümüştüm tabii. Mesela 9 yaşında okurken kitapları, Balzac’ın üç sayfa boyunca süren tasvirleri vardı, o zamanlar o bölümleri atlayıp genel konuyla devam ederdim. Dayanamazdım o yaşta bu tasvirleri okumaya. Sonra bunlar beni araştırmaya teşvik etti. Aşırı bir kitap okuma arzusu vardı içimde. Bütün dünya klasiklerini okudum. Tabii bunların yanında çağdaş kitapları da okuyordum. Çünkü bir sohbet ortamında dünya edebiyatı tartışılmıyordu, daha popüler o günün kitapları konuşuluyordu. Onlara da ayak uydurmam gerekiyordu.

Daha sonra 30’lu yaşlarıma geldiğimde Göztepe Kültür Derneği’nde Yusuf Altıntaş ile tanıştım. Oğlum Hay orada basketbol oynardı, Soni’nin de toplantıları olurdu dernekte, David’le beraber gider onların işlerinin bitmesini beklerdik. Yusuf da dernekte olurdu. Biz onunla yavaş yavaş sohbet etmeye başladık ve çok yakın arkadaş olduk. 

İki sene sonra, benim 17 günlük bir İsrail seyahatimden sonra Yusuf bana bu seyahatim hakkında yazı yazmam konusunda bir teklifte bulundu. Ben tabii şaşırdım, dedim, ‘benim ne haddime!’ Ben liseyi bitirdiğimden beri sadece alışveriş listesi yazıyordum çünkü. Benim lisedeyken edebiyatım 10’du ama o benim için sadece bir dersti. O beni çok motive etti. Bana, ‘Sizin gibi iyi konuşan birinin muhakkak kalemi de güçlü olacaktır’ dedi. İçime bir kurt düşürdü. 10-15 gün boyunca düşündüm bunu. Çok çekiniyordum. Yusuf dedi ki, ‘Sen bir tane yaz! Ben okuyayım. Eğer iyi olmazsa diyeceğim ki sen haklısın yazma. Ama beğenirsem de Şalom’da yayınlayacağım onları’. Ve bir gece ilk yazımı yazdım. Gezimizin ilk durağı olan Yeruşalayim’i yazdım. Ve ona verdim. Telefon etti, ‘Ben okumaya doyamıyorum’ dedi. Yusuf çok çok eleştireldir. Yahudi toplumu içerisinde tek kaşı havada olarak bilinir. Oysa şeker gibi tatlıdır! Hemen serinin adını kararlaştırdık, ve ilk yazım 1990 senesinin Aralık ayının son haftasında çıktı. O heyecanımı sana anlatamam. Adımı gazetede görmek, müthiş bir şeydi! İnanamadım kendimin yazdığına. Böyle başladı. Yavaş yavaş alışıyorsun. İnsan öğreniyor kapasitesini yapabileceklerini ve her adını gördüğünde artık heyecanlanmıyorsun tabii. 

Bunun üzerinden 32 sene geçti. Çok uzun zamandır yazıyorum. Bu süreçte neler oldu? Yusuf kendince beni başka bir diyara soktu. Farklı öğretilerle tanıştırdı. Bir çok kitap getirdi ve önerdi. Bunun yanında İngilizce de okumaya başladım. Önüme yepyeni bir dünya açıldı. Bu benim miladımdı, veya ikinci doğuşum da diyebiliriz. İlk doğuşumda iyi bir çocuk, iyi bir eş, iyi bir anne oldum. İyi bir temel oluşturmaya çalıştım. Ama bu doğuşum etrafımı mutlu ettiğim için mutlu olabileceğim, kendim için olmayan bir düzendi. Fakat yazı böyle bir şey değil. Yazı benim. Beğenmiyorsam üzerini çizerim, istersem yazmam. Tamamen bana ait bir şey. Eskiden elle yazardım. Temize çekerdim ki daha sonra dizgici okuyabilsin. Zaman içerisinde bilgisayara geçtik tabii. Ben de bilgisayar kullanmayı öğrendim. Bu yazıların başlangıcı için Yusuf’a minnettarım gerçekten. Beni bu yola o soktu. Çok şekillendirdi beni. Hani iyi bir artist iyi bir rejisöre denk gelirse muhteşem bir film çıkar ya ortaya, benim için de Yusuf öyle oldu. O beni ham taşken, parlak taş haline getirdi. Hayatın gerçeklerini öğretti bana. Kafamın etrafındaki demir çemberle bakmamam gerektiğini öğretti. ‘Yalnız görüş alanının içerisine giren şeylerle hayatı yargılama’ dedi. Başımı 360 derece çevirip bakabildiğimde bir sürü değişik hakikatle karşılaşacağımı öğretti. Araştırmadan görmeden ilk okuduğuma körü körüne inanmamayı öğretti. Bunlar için kaç kitap okumak gerektiğini unuttum. Kütüphanelerce kitabım var. Bir o kadar da ablamın ve eski bir arkadaşımın kütüphanesinden kitap okumuşumdur. Tabii Yusuf’un da kütühanesinden onlarca kitap okudum. Daha sonra Türkçe hiç yazılmamış bazı kitapları İngilizce’den okuyup yazarak o bilgileri de Türkçe’ye kazandırmış oldum. 

Daha sonra bir kitap yapma dürtüsü ortaya çıktı. İlk kitabım Biz Kadınlar teatral bir biçimde yazılmıştır. Tek kişilik oyunlar şeklinde yazıldı. 86 yılında Yıldız Kenter Ben Anadolu diye bir oyun oynamıştı. Anadolu medeniyetlerinde veya mitolojilerinde yaşamış 13-14 kadını anlatmıştı, kılıktan kılığa girmişti sahnede. Bir iki farklı aksesuarla bambaşka kahramanlara bürünüyordu. O kadar etkinlemiştim ki o tiyatrodan… 99 Yahudi kadınını tıpkı bu tiyatrodaki gibi yazmaya karar vermiştim. Ben Golda Meir, ben Lea vs. diye yazdım. Önce yine Şalom gazetesinde 2.5 sene boyunca tefrika olarak yayınlanmıştı. Sonrasında 98 yılında kitap haline geldi. O kadınların hepsini tek tek yazmak için saatlerce çalıştım. Hepsinin ruhuna girip onları benmişçesine yazmak istedim. Aşklarını, ızdıraplarını, açmazlarını… Tüm kahramanların bir insan tarafları var. Dertleri var. Onların içlerine girerek yazmaya çalıştım onları. Kadın araştırmaları yaptım. Mitoloji kitapları, tarih kitapları… Neler neler okudum. Gece yarısı çalışma odamda hep kitap okurdum. Hala okuyorum tabii. Bu kitaptaki alıntılar da o kitaplar sürüsünden bir demettir. Buddha’dan tut, Konfiçyüs’e, Mevlana’ya…

‘Mevlana her zamana hitap eder. Yani zamansız, bütün zamanların insanıdır.’

BP: Tam da gelmek istediğim yere geldin yine. Kitapta iki tane kişiden çok fazla alıntı yaptığını gördüm. Biri Mevlana diğeri ise Robin Sharma. Bu iki kişinin senin için önemi nedir?

SY: Mevlana dünyanın en büyük filozoflarından biridir. Ben onu din adamı olarak görmem. Onun için gerçi aşk Tanrı aşkıdır ama istediğin gibi niteleyebilirsin sen o aşkı. Zaten bir insanı da çok sevmek Tanrı’yı çok sevmektir. İnsan Tanrı’nın suretidir zaten. 

Mevlana okul zamanlarımdan beri beni çok etkilemiş bir kişidir. Mevlana her zamana hitap eder. Yani zamansız, bütün zamanların insanıdır. O benim başucumdadır her zaman.

Robin Sharma’ya gelince… Biliyorsun son 10-15 senedir en azından Türkiye’de kişisel gelişim kitapları çok çok fazla okunuyor. Bazıları değerli yazarlar bazıları değil. Bu kadar yayın varken ben okumayacak mıydım? Benim bunlardan da feyz almam gerekiyordu. Bu günün insanı Mevlana’dan veya Montaigne’den değil bu tarz kitaplardan zevk alıyor. Kendini böyle besliyorlar. Sohbetlerde bu kitaplar konuşuluyor. Sharma da bana çok yakın geldi, birkaç kitabını okudum. Oradan birkaç tane fikir çok çağdaş ve güzel geldi. Madem insanlar kişisel gelişime bu kadar merak sarmışlar, onların değerli buldukları bu kişilerden de akil bir şekilde alıntı yaptım. Diyelim ki bir fikir vardı kafamda, o fikri tek başına ben yazınca çok ahkam kesiyormuş gibi duruyordu ama ne zaman yazının başına isabetli insanlardan alıntı yapınca yazıyı onun üzerine örünce çok daha anlamlı oluyor. Bu yazıları yazdığım dönem çevremde çok fazla kişisel gelişim meseleleri vardı o sebeple ona sık sık başvurdum ama benim için yine de en saygı duyduklarımın başında Mevlana gelir. 

BP: Guy daha 2 yaşında bile değilken, ona Holokost, İsrail’in kuruluşu Pesah gelenekleri gibi konular anlatıyorsun. Buradaki amacın okuyucuyu mu bilgilendirmek?

SY: Tabii ki herkes kendi aidiyetini kendi geçmişini bilir. Fakat sinagoglara gidenlerin neredeyse hiçbiri İbranice bilmezler. Buna rağmen huşu içerisinde Tanrı sevgisiyle ne okuduğunu anlamadan dua ederler. Ateşlenirler, göğüslerine vururlar, yüzlerini kapatırlar… Aslında çok bildiklerinden değil. Ama o maneviyat onlara iyi gelir bu sebeple giderler sinagoglara. Bu bence Türkiye Yahudi toplumunun yarası. 

Ben bu kitapları ve yazı dizilerini yazmaya karar verdiğim zaman biliyordum ki çok kişi okuyor bütün bu kişileri, Avram Avinu’yu, Moşe Rabenu’yu, David’i, Şlomo’yu…. Mistikleri, kabalistleri… Fakat kimse bu insanları tam olarak tanımıyor. Çok az insan gerçekten biliyordu.

Şalom’da ben bu kişileri, bu hikayeleri Kavram sayfasında yazıyordum. Bu sayfayı zaten benim yazılarım için yarattılar. Ben bu sayfada bayramları anlatırdım. Bayramlar arası dönemlerde ise Tanah’tan, Yahudi tarihinden hikayaler anlatmaya başladım. Daha sonra Holokost’a daldım. Çok önemli! Unutmamak, yaşatmak, bugünlere ve yarınlara aktarmak… Bütün Yahudilerin boynunun borcudur. Çünkü biz bu insanların kaybını asla tazmin edemeyiz. 

Benim annemin ve babamın çağdaşları Türkiye’de yaşadıkları için Holokost’tan zarar görmediler. Tabii savaş yokluğu, ayrımcılık gördüler. 20 kura askerlik oldu, Varlık Vergisi yaşandı. Bunlar faşist yaklaşımlar. Ama tabii kitle halinde öldürülmediler. Hayatta kaldılar. Hatta ben babam öldüğü zaman hemen öncesinde ziyaret ettiğim Auschwitz’de onun yaşıtlarının gencecik yaşta öldüklerini gördüğüm için onun upuzun mutlu bir hayat yaşadığı şükrettim. Ben yaklaşık son 5 senedir sürekli Holokost odaklı yazılar yazıyorum. Bunu bir görev olarak görüyorum.

BP: Sen madem bu görevini Guy üzerinden Kavram sayfasında yerine getiriyordun, mektupları neden 2012’de kestin?

SY: Bence mektuplar artık bir doyuma ulaşmıştı. Zaten herkes alabileceği mesajı da almıştı. Sürekli aynı mesajları hatırlatmaya yinelemeye gerek yoktu. Başka bir maceraya dalmayı tercih ettim.

Sara Yanarocak’ın Torunuma Mektuplar kitabını satın almak için buraya tıklayabilir veya [email protected]’a e-mail atabilirsiniz.