Arşiv Kültür Sanat Makaleler

Zaven Biberyan’ın özyaşamöyküsünden öne çıkanlar

Son birkaç yıl içinde Türkiye medyasında Cumhuriyet döneminin ayrımcı politikalarından olan Varlık Vergisi açıkça bahsedilen, kınanan ve anılan bir mesele haline geldi. Azınlıkların vergi adı altında soyulduğu ve elinde avucunda ne varsa verdikten sonra binin üzerinde kişinin çalışma kamplarına gönderildiği bu vakanın ana akımda bilinirliği artmaya devam ediyor. Aynı dönemde uygulanan “Yirmi Kura Askerlik” veya “Nafıa Askerlik” politikası ise hâlâ detaylıca araştırılmayı ve konuşulmayı bekliyor.

Bu çabada büyük adımlardan biri Ermeni yazar Zaven Biberyan’ın özyaşamöyküsünün yayınlanması oldu. Fransızca orijinali Car vivre, c’était se battre et faire l’amour’un (Çünkü yaşamak savaşmak ve sevişmekti) ardından, 2021’de Aras’ın Türkçe’ye Mahkûmların Şafağı olarak kazandırdığı eser Biberyan’ın hayatının ilk yirmi beş yılını, 1921 ile 1946 arasındaki dönemi anlatıyor. Ancak kitabın büyük bir bölümü 1941 ile 1945 arasındaki nafıa askerliğini anlatıyor. ‘Askerlik’ diye anılan bu konumda genç Biberyan tecrübe ettiği mahkûmluğu, parasız ameleliği ve lüzumsuz külfetleri detaylıca anlatıyor. Biberyan ile beraber 20 ila 45 yaş arasında, bazen baba ve oğul beraber, yüzlerce Hristiyan ve Yahudi parasız işçi olarak Anadolu’nun muhtelif yerlerine sürgün ediliyor. Yaptıkları ameleliğin amacının yol projelerini tamamlamaktan ziyade mahkûm-işçilere angarya çıkarmak olduğunu Biberyan ve çevresindekiler kısa sürede kavrıyorlar. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Biberyan’ın da dahil olduğu bir manganın yaz boyu kazdığı çukurun kışın bozulması ve havalar ısınınca tekrar aynı kazıya başlanması. Başlarındaki kumandanlar bu sil baştan konusunda hiç de endişe etmiyorlar.

Biberyan’ın nafıa askerliği anlatımında en belirgin ve çarpıcı bulunduğu mekanların pisliği, hastalıkların ve pirelerin kol gezişi. İstanbul’dan Trabzon’a gemi yolculuğundan itibaren bu mahkûm-askerlerin sefaletini keskin koku betimlemeleriyle sunuyor. Yolculuklarını kargo kısmında, yerde ve pislik içinde geçiriyorlar. İlerleyen aylarda Gümüşhane’de, postaldan gıdaya ciddi eksiklerin olduğu bir ortamda, sert bir kış yaşıyor. Buradaki şartlar dolayısıyla iş yapılması imkânsız halde günleri geçiriyorlar. Yıllar süren nafıa askerliği sırasında öne çıkan durum Nafıa Bakanlığı ve komutanlarından gelen kararların anlamsızlığı. Bazı komutanlar İstanbullu sürgünlere sempati duyarken, bazıları açıkça zulüm amaçlıyor.

Nafıa’ya yollanan bir gencin Varlık Vergisi’yle varını yoğunu kaybetmiş ailesine geri dönmesiyle başlayan romanı Karıncaların Günbatımı’ndaki karakterlilerin bir sürüsünün beslendiği kaynakları görüyoruz Biberyan’ın özyaşamöyküsünde. Yanında çıraklık yaptığı Ermeni tüccarlar ve Nafıa’da rüşvetle bir kademe elde edip diğer sürgünlerin üzerinde iktidar elde edenlerin acımasızlığını roman karakterlerinde de hissettiriyor Biberyan. Ermeni toplumuna dair edebiyatının belki de en kuvvetli yanı bu iç çatışmaları derinlemesine ele alması; yekpare bir azınlık toplumu portresinden uzak, sıklıkla birbirine hınçla dolu şahısların ilişkilerini ustaca ortaya dökmesi. Nafıa anlatısında da birbirine destek olan askerler kadar ötekilerin ayağını kaydırmaya uğraşanları da hatırlatıyor Biberyan. Bunların arasında bizzat çekiştiği, hatta düşman olduğu bir Agop adlı Ermeni asker öne çıkıyor. Hikayesinin birçok öğesinin yanında özellikle bu yönü toplama kampı hatıratlarını çağrıştırıyor: her koyunun kendi bacağından asıldığı, bir derin nefesin bedelinin başka birini zora sokmak olduğu bir durum.

Biberyan’ın Kadıköy’de geçen erken yaşamında Rumlar daha çok boy gösterirken, askerlik anılarında Yahudilerin bahsi geçiyor. Bu kısımlarda Biberyan, antisemit söylemlerde bulunmaktan çekinmiyor – bunlardan en belirgini Türkiye’de özellikle 1940’larda son derece yaygın olan “korkak Yahudi” kalıbını farklı edebi sözlerle tekrar etmesi. Hayatını yazmaya 1960’larda başladığı düşünülünce aslında zamanla arka plana atılan bu Yahudi karşıtı fikri yinelemesi hayatının ilerleyen yıllarında da sürdürdüğüne dair bir emare olabilir. Savaş yıllarında Nazilere karşı bazen ilgisiz, zaman zaman sempatik bakışı da antisemit uygulamaların onda ciddi bir tepki uyandırmadığını düşündürüyor. Askerlikte yan yana olduğu Yahudilerden bahsederken ise kendini ‘en art niyetsiz, Yahudi düşmanlığından, yabancı düşmanlığından en uzak’ görünen kişi olarak tanımlıyor (s. 245). Arka arkaya ‘Ben hiçbir zaman antisemit, hatta Yahudi karşıtı olmadım’ (s. 246) diye kendini savunmaya geçmesi Biberyan’ın bu konudaki ikircikli duruşunu karmaşıklaştırıyor. Bir yandan Yahudileri mücadele etmemekle suçlayıp gençliğinde Nazi ordusuna katılmaya ‘ramak kaldığını’ (s. 132) anlatan Biberyan, antisemitizmden kendini sıyırmak için sözler de sarf ediyor.

Askerlikte arkadaşlık ettiği Yahudiler arasında öne çıkanlar Rousso soyadlı üç kardeş ve Rafael, Henri, Yako. Bunlardan özellikle Rousso kardeşlerin hikayesi daha da incelenmeyi hak ediyor. Lazare, Simon ve Maurice Paris’te büyümüşlerdi ve Türkiye vatandaşı oldukları için Nazi işgalinden sonra Fransa’yı terk edip Holokost’tan kurtulmayı başarmışlardı. Ancak Türkiye döndüklerinde Nafıa askerliğine yollanmışlardı. Sanat ve edebiyat hakkında bilgili ve sohbeti seven bu kardeşlerden Maurice’in (Moris) ilerleyen yıllarda “üçüncü sınıf Türk filmlerinde” (s. 248) birkaç defa rol aldığını aktarıyor Biberyan. Bu şahsın ve ailenin hikayesi, Biberyan’ın bıraktığı kırıntılardan yola çıkarak anlatılmayı bekliyor.

Biberyan’ın anılarında bahsi geçen en ünlü kişi İzmirli Yahudi şarkıcı Dario Moreno. Yazar, Dario’yu hiç sevmediğini, zaten nafıadaki Yahudilerin dahi ondan hazzetmediğini açıkça söylüyor. Daha sonra dünyaca ün elde edecek Dario’nun ne gitardan ne de şarkı söylemekten anladığını belirten Biberyan, bir de rahat bir görev elde etmek için komutana rüşvet verdiğini ima ediyor. Maalesef hala Yahudi sürgün askerin gözünden Nafıa’ya dair bir yayınlanmış bir hatırat yok.

Yirmi kura askerlik deneyimi hatıratın büyük bir kısmı olsa da, öncesinde Biberyan’ın çocukluğu ve ilkgençliği, askerliğin ardından da Ermeni basınında 25’inden itibaren başladığı atılımı da görüyoruz. 1945’te İstanbul’a döndüğünde 25 yaşında olmasına rağmen bir yaşlı gibi görünen Zaven kendini Ermeni toplumunda yeni bir siyasi farkındalık yaratmak için çabalamaya başlıyor. Gazetecilikteki ilk tecrübeleri bugünün yazarları için Türklük üzerine tartışmalar gibi tanıdık temalar ve bugün daha ön planda olan yıpranma sorununa karşı uyarılar içeriyor.

Farklı yönleriyle ele alınmayı hak eden bu hatırat kendi edebi değerinin (belki de fazlaca) farkında olan bir yazarın gençlik yıllarını aktarırken Biberyan’ın çelişkilerle dolu siyasi düşüncesine de kapı aralıyor. Bu vakitli yayının katkılarından biri şüphesiz Nafıa askerlik konusunu yeni bir kitleye tanıtmak oldu ve umarım bu alandaki literatürde genişlemeye doğru bir ilk adım olacak.

Zaven Biberyan, Mahkûmların Şafağı Özyaşamöyküsü 1921-1946, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2021. Çeviri: Deniz Kureta. 456 s.