İletişim Yayınları’nın faşizm serisinden yeni ve çok etkileyici bir kitap daha yayınlandı. Yazarı, Daniel Lee: ‘SS Subayının Koltuğu – Bir Nazinin Gizli Yaşamının Peşinde’ (çev. Büke Temizler). Eseri tanıtacağım, ancak ‘SS Subayının Koltuğu’na geçmeden önce, aynı temaya ilişkin daha önce Gazete Duvar için kaleme aldığım bazı kitaplardan bir kez daha söz edip, onları ‘alıntılarla’ hatırlatıp yeni kitaba bir sonraki yazıda geçeceğim.
Şimdi yeniden anacağım ve hâlâ okumadıysanız hararetle önermek istediğim kitaplar, Sebastian Haffner’in iki kitabı, ‘Bir Alman’ın Hikâyesi – Hatırladıklarım (1914-1933)’ ve ‘Hitler Üzerine Notlar’ (çev. Hulki Demirel); Victor Klemperer’in ‘Nasyonal Sosyalizmin Dili’ (çev. Tanıl Bora); Ernst Fraenkel’in ‘İkili Devlet-Diktatörlük Teorisine Bir Katkı.’ Bir süre önce yine Diken’de anlattığım, Norman Ohler’in ‘Harro ile Libertas – Bir Aşk ve Direniş Hikâyesi’ne (çev. Tanıl Bora) bu yazıda değinmeyeceğim.
Nasyonal Sosyalizme dair kitaplardan sıklıkla söz etmemin, genelde faşizm, özelde Nazi deneyimine dönüp durmamın nedeni, günümüzdeki gelişmelerle olur olmaz karşılaştırma yaparak sözün etkisini güçlendirme isteği değil kuşkusuz. Her karşılaştırma ve genelleştirme risk taşır, bazen gereksiz, bazen tümüyle yanlıştır, doğru. Diğer yandan, geçmişte kaldığı düşünülen bazı olayların genellikle varsayıldığı kadar geçmişte kalmadığı, hele ki faşizm gibi ‘kapitalizmin’ icadı bir illetin her zaman yeniden uç verebileceği ve verdiği, bir başka gerçek. Yalnızca Türkiye’nin değil, gelişmiş temsili demokrasilerin de meşreplerince yaşadığı güncel demokrasi/insan hakları krizi, ekonomik-toplumsal altüst oluşa eşlik eden otorite beklentisi ve köktenci milliyetçilik ile onun mütemmim cüzü dinciliğin yükselişi, 1920’ler-30’lar Avrupasını hatırlatıyor.
Faşizm, krizdeki sistemin gereksinim duymasıyla doğmuş, kullanılmış, savaş sonrası yeni dünya düzeni kurulurken terk edilmişti. Bazı ülkelerde ise, yine o yeni dünya düzeninin bekası için faşizmin farklı form ve isimlerle devam etmesinde (İspanya gibi) bir sakınca görülmemişti. Ancak ‘bir daha dönmemek üzere’ terk edilip edilmediği, halının altına süpürülüp süpürülmediği, böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı tartışılır ve şimdi görülüyor ki, o kadar kolay değil. Çünkü asıl mesele kapitalizmin krizleri, faşizmi doğuran koşullar, faşizmlerin yöntemleri ve derli toplu bir öğretiye sahip olmayıp karşıtlık ve düşmanlıklardan hareketle yol alan bu ideolojinin çoğu pratiğinin ‘tekrar edebilir’ nitelikte oluşu.
İktidara her zaman zorbalıkla değil seçimle de gelebilmesi, geldikten bir süre sonra var olan hukuk sistemini askıya alabilmesi, ‘milliyetçilik’ ve ülkeden ülkeye farklılıklar barındırmakla birlikte ‘dinciliğin’ en pervasız halini araçsallaştırması, muhaliflere yönelik şiddetin dozu, toplumu dönüştürme ve büyüleme sürecinde başvurulan dilin-yöntemlerin içeriği, vaatleri, neden olduğu yıkım, faşizmin hem bir eylem biçimi hem düşünme biçimi olarak her zaman güncel kalmasını sağladı.
Almanya deneyiminin etkileyici yanıysa, faşizmlerin ortak niteliklerinin en uç hallerinin yaşanmış oluşu. Konuya ilişkin kaç yazı yazarsam yazayım hep aynı cümlelerle başlıyor oluşumun nedeni, Nazilerin, insanın hayal gücünü zorlayan akıl almaz gaddarlıkları büyük bir soğukkanlılık ve kararlılıkla gerçekleştirişi, kulağa çok saçma gelen ne varsa onu, üstelik ‘yapılacağını söyleyerek’ adım adım hayata geçirişi. Nazi deneyimi bana her seferinde, ‘olmaz’ denebilecek bir şeyin var olmadığını, insanın insana yapamayacağı hiçbir kötülüğün bulunmadığını, insan denilen varlığın zor zamanlarda ne hale gelebileceğini, neye dönüşebileceğini, toplumların nasıl yoğurulabileceğini gösteriyor. Öğreticiliği bakımından tüm faşizmler bir yana, Nasyonal Sosyalistler bir yana.
Faşizm Almanya’da nasıl yükseldi? Koşulların olağanüstülüğü, savaş yenilgisinin ve ekonomik çöküntünün etkisi ne oldu? Alman toplumu aradığı kurtarıcıyı nasıl buldu? Yalnızca yüzde 30’larda oy alan bir parti, kitleleri büyülemeyi nasıl başardı? Ortalama bir Alman, Nazilerin neyini sevip takdir etti? Hitler ve çevresindeki faşistler, toplumun hangi derdine derman oldu? Yönetim ve yargının hali neydi, Üçünü İmparatorluğun hâkimleri, memurları, akademisyenleri, Nazi idaresine nasıl uyum sağladı? Nazilerin ‘dili’ nasıl egemen oldu? Soruların yanıtları üzerine düşünmek, günümüz dünyasını ve faşizmin güncelliğini anlamayı kolaylaştırabilir.
Söz ettiğim kitaplara ve alıntı faslına geleyim…
Haffner, ‘Bir Alman’ın Hikâyesi’nde 1914-1933 arasında yaşadıklarını anlatıyor, Nazilerin doğumunu, yükselişini ve başlangıçta pek ciddiye alınmayan bu ‘kaçıkların’ adım adım iktidara gelişini. Ekonomik kriz neye yol açabilir? 1923 yılı için: “1923 senesi Almanya’yı, sadece Nazizm’e değil her türlü fantastik maceraya hazırladı… Bugün gördüğümüz cinnet halini Nazizm bu dönemde edindi… Dolar yükseldikçe hayal dünyasına daha çılgınca seyahatler yapıyorduk… Gözlerimizi ovuşturarak, sanki bir doğa fenomeniymiş gibi seyrediyorduk olup biteni… Bu kadar çok acı, çaresizlik ve fukaralık içinde, hararetli ve kanı kaynayan tazelik, şehvet ve her yere hâkim bir karnaval havası getirmişti… madalyonun başka bir yüzü de vardı. Bir anda fazlalaşmıştı sokaktaki dilenciler, keza gazetelerdeki intihar haberleri de…”
Önce inanılmaz ve katlanılmaz gelen her şey, bir süre sonra olağanlaşabilir ve faşizm için gerekli ruh hali tam da böylesi, akıl almaz işleri, sözleri, uygulamaları kısa sürede kanıksamak: “Ağustos ayında dolar kuru bir milyona ulaştı. Haberi, sanki inanılmaz bir anonsun haberini dinler gibi, nefesimiz kesilerek okuduk, iki hafta sonra daha çok gülüyorduk bu duruma…” İşsizlik nasıl etkiliyor, derseniz: “Eğitimli elit tabaka dışında, hayatın en büyük tehlikesi geçmişte de bugün de, hep boşluk ve can sıkıntısı olageldi.”
Sürreal söylentiler bir anda makul görünmeye başlıyor o cinnet halinde ve şoke edici gelişmeler, faşizmin gereksinim duyduğu rıza üretimi (ikna değil, rıza) için uygun koşulları yaratıyor: “…bir dedikodu kulağınıza geldiğinde, ‘normal’, medeni zamanlardaki gibi inanılmaz olduğunu düşünmüyordunuz. Ülkenin ruhi durumu giderek mahşerî bir hal aldı. Yüzlerce kurtarıcı dolaşıyordu Berlin sokaklarında… Hiçbir şey ve hiç kimse insanları şaşırtamıyordu artık, şaşırmak çoktan unutulmuş bir duyguydu.” Düşünün, delinin biri ortalığa düşüyor ve bin yıllık imparatorluk rüyasının ancak Yahudilerin kitlesel imhasıyla mümkün olabileceğini savunuyor. Ve birileri onun düşüncesini çok beğeniyor.
Hitler’in bir özelliği, yapacaklarını pek saklamaması, açıkça anlatması. Örneğin altı SA, bir muhalifi döverek öldürdüğünde, Hitler onlara takdirlerini gösteren bir telgraf gönderiyor ve başına bir şey gelmediği gibi, o altı kişi kısa sürede serbest bırakılıyor. Öylesine absürt ki bazı gelişmeler, tehlikenin farkında olan insanlar da, herhalde bu kadarı da olmaz artık, diye düşünüp tepki göstermekte ağır davranıyor. Haffner itiraf etmiş: “Nazilerin düşman olduklarını, hem bana hem de değer verdiğim her şeye, bu konuda bir an olsun şüphe etmedim. O zamanlar Nazileri hâlâ fazla ciddiye almama temayülüm vardı, tecrübesiz karşıtları arasında yaygın bir tavırdı bu ve o zaman Nazilere çok yardımcı olmuştu, bugün de yardımcı olmaya devam ediyor.”
Aklı başında insanlar, Hitler’e karşı sabrın eninde sonunda taşacağını düşündüler bir süre, ancak o sabır taşmadı, uyaranlar duyulmadı. Naziler kısa sürede ele geçirdi yönetimi ve bu süreçte de sıradan Alman, akıldışı görünene de kolaylıkla ikna olabildi, bu yolu seçti, örneğin Reichtag yangını ‘bahanesi’ gibi: “Tek tek her birinin elinden, anayasanın garanti ettiği iki kuruşluk kişisel hürriyetlerinin sadece Reichstag’daki iki kuruşluk bir yangın gerekçesiyle, tamamen alınması ve bu vatandaşların, sanki başka türlüsü düşünülemezmiş gibi koyunlara yaraşır bir teslimiyetle bu duruma katlanmaları.”
Yahudi karşıtlığının başladığı günler, bunun adım adım ilerletilmesi, Yahudiler hakkında yoğun ve kara propaganda, onların ‘aslında’ insan olarak kabul edilmemesi gerekliliğinin dile getirilmesi, Nazi siyasetinin bir parçası. İnsana o şiddette zulmedebilmek için, öncelikle insan olduğunun, diğerleri gibi bir insan olduğunun reddi gerekiyor; dehşet verici uygulamalar, sürekli aşağılama ancak böyle mümkün. Tabii burada Alman milliyetçiliğinin gücünü ve kumaşını da hatırlatmak gerek: “Milliyetçilik, yani bir milletin kendisine ayna tutup tapınması, muhakkak ki dünyanın her köşesinde tehlikeli bir hastalıktır. Nasıl kendini beğenmişlik ve egoizm bir insanı çirkinleştirirse o da bir milletin çizgilerini bozar, çirkinleştirir. Ama bu hastalık dünyanın hiçbir yerinde Almanya’da olduğu kadar habis ve tahripkâr bir karaktere sahip değildir.”
O sırada, Yahudilere ve sosyalistlere saldırılar adi vakadan kabul edildiği, anayasal haklar askıya alındığı, insanların yalana teşne hale geldiği esnada sıradan Alman ne yapıyordu, diye soracak olursanız, Haffner’e göre: “Nazi döneminin en azından ilk yılları için, normal hayatın dışarıya bakan yüzünün fazla değişmeden kalmış olması çok tipiktir. Sinemalar doludur, tiyatrolar ve kafeler keza; müzik çalınan bahçelerde, kulüplerde dans eden çiftler görürsünüz, sokaklarda huzur içinde turlayan insanlara rastlarsınız, gençler mutlu yüzlerle yatarlar plajlarda. Naziler de bu durumu propagandaları için kapsamlı bir şekilde kullanmışlardır.” Sıradan Alman’ın hayatında filizleniyor Nazi ideolojisi: “Siyaset sahnesinde dev dürbünlerle nafile aranan mücadele bugün en şahsi alanlarda vuku buluyor Almanya’da. Birisinin ne yediği ne içtiği, kime âşık olduğu, boş zamanlarında ne yaptığı, kimlerle sohbet ettiği, gülümsüyor ya da surat asıyor olması, ne okuduğu ya da evinin duvarlarına nasıl resimler astığı. Bugün Almanya’da siyasi mücadelenin yapılış şekli bu.”
Nasıl başa çıkacak o sıradan Alman, hele ki ne yapacağını ve düşüneceğini bilemez haldeyse? Kabuğuna çekilecek, koşulları kabullenecek, hayattan zevk almaya çalışacak, içkiye düşecek, düşünmekten vazgeçecek, hayata küsecek, uyku haplarıyla yaşayacak, gerçeklik duygusunu kaybedip peşine düşmeyecek. Ancak yazar diyor ki, özel hayatınızda ne kadar geriye çekilirseniz çekilin, sonunda yine karşılaşıyorsunuz faşizmle.
Haffner, ‘Hitler Üzerine Notlar’ kitabında ise büyük ölçüde Führer’e yoğunlaşıp beş para etmez bir kaçığın o işleri nasıl yapabildiğini, asker, siyasetçi ve insani niteliklerini göz önünde bulundurarak anlatmaya çalışıyor. Bunu, Almanya dışında neler olup bittiğini de göz önünde bulundurup bütüncül bir yaklaşımla yapıyor. Yavan düşünceleriyle tipik bir cahil olan Hitler, 1918 Devrimi’nin ürünü ve önce herkes yadırgıyor aslında. ‘Führer’ her şeyi kendi eşsizliği üzerine inşa etmişti: Ya ben ya kaos! Anayasa, devlet, parti ve tabii halk, hepsi birer araç onun için. 1929 sonbaharında iki yerde şunları söylüyor generallerine: “Kimse benim daha ne kadar yaşayacağımı bilemez… Son faktör olarak büyük bir tevazuuyla kendi şahsımı saymalıyım: İkame edilmem mümkün değil. Ne askerî ne sivil hiçbir şahsiyet benim yerimi dolduramaz. Suikast teşebbüsleri tekrarlanacaktır… Reich’ın kaderi bana bağlı ve ben buna göre davranacağım.” Bu ifadelerin bir süre sonra yadırganmaması, sizce de çok yadırgatıcı değil mi? Onurları okşanan Almanlar bu ‘icraat insanını’ takdir etti ve onu eleştirenlere şu yanıtı vermeye başladı: “Ama adamın şu yaptıklarına bakın!”
Haffner faslı, yazarın şu çok önemli değerlendirmesiyle bitsin. Hitler, ‘insanları devletleştirdiklerini’ dile getirmişti. Devlet haline gelmiş, disiplinli bir ulus. Bu hedefin önündeki en büyük engel, anayasal haklar, kontrol mekanizmaları, hukuksal sınırlardı. Hitler’e göre mutlak iktidarın yolu iyi işleyen bir devlet mekanizması değil, ‘dizginlenmiş bir kaos ortamıydı.’
Diğer kitap, Nazi döneminin akademisyenlerinden Victor Klemperer’in nefis çalışması, ‘LTI-Nasyonal Sosyalizmin Dili’.
Yazar, Nazilerin iktidar dilini, yönetimde ve toplumda nasıl oluşturduğunu kılcal damarlara bakarak çözümlüyor. Örneğin, insanı değersizleştirmek için sıklıkla tercih edilen sözcükler, insanı bir rakama, taneye, parçaya indirgemek: “Nasyonal sosyalizm kesinlikle şahsiyete dokunmak istemez, aksine onu yüceltmek ister ama bu aynı zamanda onun makineleşmesini önlemez: Her birey amirin ve Führer’in elinde bir otomat olmalı ve aynı zamanda kendi astı olan otomatın düğmesine basabilmelidir.” Amaç, ola ki aklını kullanma, düşünme ve sorgulama ihtimali olan insanı bir an önce ezmek ve dişlinin bir parçası haline getirmek. Bir şey ya da insan, ‘Führer için olduğu ölçüde’ değerli ve anlamlı. Yok etmek istenileni işaretlemek (Yahudi Yıldızı), birilerini ‘imtiyazlı’ hissettirmek, rejime sadakati sağlamak için herkesin içindeki ilkeli ortaya çıkarmaya çalışmak, Yahudi, liberal, komünist, eşcinsellere nefreti körüklemek ve bunun için dili bir araç haline getirmek. Tekdüze, sıkıcı, tekrarlardan oluşan, zaman içinde zehirleyen bir dil. Örneğin yeteri kadar uzun süre, bir fanatiği, kahramanca ve erdemli olarak tanımlarsanız, sonunda fanatizm olmadan kahraman olunmayacağına inandırabilirsiniz.
Şu kısım çok çarpıcı: “Galibin dili… cezasız kalmaz onu konuşmanız, nefes gibi içinize çeker, ona göre yaşarsınız. Herhalde bir kurtarıcı bekleyen, onuru zedelenmiş, zor durumdaki halk kadar uygun olanı yoktur faşizm için. Führer ve devleti bu ihtiyacı giderdi savaş mağlubu Almanya’da. Her şeyin ‘en’ iyisini yaparak. ‘En’ üstün olduğunu iddia ederek. ‘En’ abartılı sözcükleri, rakamları kullanarak. ‘En’ büyük yalanları söyleyerek. ‘En’ büyük orduya ve ‘en’ iyi silahlara sahip olarak. Vasat bir olayın, kararın, toplantının, uygulamanın başına ‘tarihsel’ sıfatını ekleyerek. Bıkıp usanmadan ‘laf kalabalığı’ yaparak. Yalan söylemekten bir an olsun çekinmeyerek ve üstelik en aptalca yalanları söyleyerek… Burada şaşırtıcı olan, sayılarla söylenen yalanların utanç verici ölçüde kısa ömürlü olmalarıydı; kitlenin düşüncesizliğinden ve tamamen aptallaştırılabileceğinden emin olmak, Nazi doktrininin esasları arasındadır.” Kavgam, deli saçması bir kitaptır ve Naziler bir süre sonra Kavgam’ı ‘halkın dili’ haline getirebildi. Üstelik yalnızca sıradan olanları değil, örneğin bir üniversite hocasını da o dile hayran bırakabildi. Faşizm, faşizan eğilimler, küçümsenecek, hafife alınacak bir bela değil.
Son olarak Nazi hukukuna bakalım, mahkemelere, hâkimlere, adalet terazisine.
Bir başyapıt, Ernst Fraenkel’in ‘İkili Devlet-Diktatörlük Teorisine Bir Katkı.’ Konunun asıl ‘bilenlerinden’ olan Serdar Tekin’in yazısını buraya bırakıyorum.
Toplum dönüşür ve Führer’in hayallerine uyumlu hale gelirken memurların, özellikle hâkimlerin katkısı, hukuk yorumunun etkisi görmezden gelinemez. Nazi deneyiminin en çarpıcı yanlarından biri de Nazi hukuku. Nazi hukukuna hukuk denilip denilmeyeceğini, yine bir kitap üzerinden bir-iki satır tartışmıştım, ‘Eşeğin anırması müzik midir?’ başlıklı yazıyı da buraya bırakıyorum.
1941’deki çalışmasında Nazi hukukunun nasıl işlediğini ele alır Fraenkel ve 1933 sonrasında devletin ikili görünüm arzettiği sonucuna varır: Kendisini hukukla bağlı saymayan ‘tedbir devleti’ ve mevcut yasalar uyarınca iş görmeye çalışan ‘norm devleti.’ İç içe geçen, karmaşık bir yol yordam bu. Özetle, örneğin ticari bir davanın tarafıysanız mahkeme var olan hukuk kurallarına göre karar verebiliyor. Buna mukabil ‘rejimin’ önem verdiği bir konuysa, orada norm değil, ‘âli menfaatler’ geçerli, hâkim ‘kitabına’ uyduruyor: “Önlem devletinden, hukuki güvencelerle sınırlanmamış kısıtsız keyfilik ve şiddetin egemen olduğu bir sistemi anlıyorum; ‘norm devletinden’, yürütmenin yasalar ve mahkeme kararları ve idari işlemlerinde ifadesini bulduğu şekliyle hukuk düzenini ayakta tutmaya dönük geniş egemenlik salahiyetleriyle donatılmış bir hükümet sistemini anlıyorum.”
Önlem devletinin başlangıcında kritik an, 28 Şubat 1933 kararnamesi: ‘Milletin ve Devletin Korunmasına Dair Olağanüstü Hal Kararnamesi.’ Sıkıyönetim hali. Hiç dinmeyen ve Üçüncü Reich’ın anayasası olan sıkıyönetim. Kararnamenin çıkarılma nedeni, yukarıda söz ettiğim Reichstag Yangını. Kararname buyurur ki: “Hükümran diktatörlüğün hamili, bu erki ya şahsen ya da ona tabi merciler eliyle kullanan Führer ve Reich şansölyesidir. Bu erki nasıl kullanacağı, tamamen onun takdirine kalmıştır… Führer’in ve Reich şansölyesinin, hükümran diktatörlüğü çerçevesinde her türden önlemi alma hakkının olduğuna dair herhangi bir şüphe bulunmuyor.” Türkçesi, temel haklar rejimi askıya alındı ve Führer’in son söz sahibi olduğu yeni rejim kuruldu.
Fraenkel hâkimlerin acınası bir teslimiyet halinde olduğunu tespit eder. Örneğin, bir “kanun devleti” olan Almanya’nın Berlin Eyalet İş Mahkemesi, Hitler’in imzaladığı ancak yayınlanmamış bir talimat hakkında şöyle bir hüküm vermiş: “Hareketin Führer’i aynı zamanda milletin Führer’idir. Hangi sıfatıyla eylemek isteyeceği… onun kendi takdiridir. Bir talimatın altında Adolf Hitler adının yazıyor olması kâfidir.” O esnada, yapılanlara temel olan gerekçe nedir? Komünizmle mücadele! Bu uğurda her şey mubah ve tüm kavramlar altüst, Naziler nasıl tanımlarsa kavramlar o hale gelir. Diyelim, ‘tutuklama’ tedbiri: “Koruma amaçlı gözaltının, devletin düşmanlarına karşı savunma mücadelesinde gerekli bir araç olduğu yanılsaması çoktan terk edilmiştir. Şimdi o, baştan itibaren olduğu şey olarak, yani NSDAP’nin tek başına egemenliğini sağlamanın, bu demektir ki hükümran diktatörlüğü ihdas etmenin bir aracı olarak kabul ediliyor.”
Naziler, mümbit bir toprakta, ulusal onurlarının yeniden ayağa kaldırılmasını bekleyen bir toplumu, o toplumun siyasetini, kurumlarını dönüştürüp en çılgın ve insanlık dışı işleri yaptı, sıradan insanını işbirlikçi ya da suskun tanıklar haline getirdi. Faşizm, uygun koşullarda, her zaman mümkün.
Bir sonraki yazı, sıradan bir Nazi memurunun hikâyesi üzerine olacak. SS Subayının Koltuğu.
Bir video önerisi: Naziler kadar absürt şu kısa videoyu seyretmenizi öneririm. (altyazı seçenekleri arasında İngilizce de var.)
Bir başka video önerisi: Gazeteci Gökçer Tahincioğlu ile ‘Kayıp Adalet.’ Takip etmenizi öneririm.
İletişim Yayınları’nın faşizm serisinden yeni ve çok etkileyici bir kitap daha yayınlandı. Yazarı, Daniel Lee: ‘SS Subayının Koltuğu – Bir Nazinin Gizli Yaşamının Peşinde’ (çev. Büke Temizler). Eseri tanıtacağım, ancak ‘SS Subayının Koltuğu’na geçmeden önce, aynı temaya ilişkin daha önce Gazete Duvar için kaleme aldığım bazı kitaplardan bir kez daha söz edip, onları ‘alıntılarla’ hatırlatıp yeni kitaba bir sonraki yazıda geçeceğim.
Kaynak: Murat Sevinç / Diken
Şimdi yeniden anacağım ve hâlâ okumadıysanız hararetle önermek istediğim kitaplar, Sebastian Haffner’in iki kitabı, ‘Bir Alman’ın Hikâyesi – Hatırladıklarım (1914-1933)’ ve ‘Hitler Üzerine Notlar’ (çev. Hulki Demirel); Victor Klemperer’in ‘Nasyonal Sosyalizmin Dili’ (çev. Tanıl Bora); Ernst Fraenkel’in ‘İkili Devlet-Diktatörlük Teorisine Bir Katkı.’ Bir süre önce yine Diken’de anlattığım, Norman Ohler’in ‘Harro ile Libertas – Bir Aşk ve Direniş Hikâyesi’ne (çev. Tanıl Bora) bu yazıda değinmeyeceğim.
Nasyonal Sosyalizme dair kitaplardan sıklıkla söz etmemin, genelde faşizm, özelde Nazi deneyimine dönüp durmamın nedeni, günümüzdeki gelişmelerle olur olmaz karşılaştırma yaparak sözün etkisini güçlendirme isteği değil kuşkusuz. Her karşılaştırma ve genelleştirme risk taşır, bazen gereksiz, bazen tümüyle yanlıştır, doğru. Diğer yandan, geçmişte kaldığı düşünülen bazı olayların genellikle varsayıldığı kadar geçmişte kalmadığı, hele ki faşizm gibi ‘kapitalizmin’ icadı bir illetin her zaman yeniden uç verebileceği ve verdiği, bir başka gerçek. Yalnızca Türkiye’nin değil, gelişmiş temsili demokrasilerin de meşreplerince yaşadığı güncel demokrasi/insan hakları krizi, ekonomik-toplumsal altüst oluşa eşlik eden otorite beklentisi ve köktenci milliyetçilik ile onun mütemmim cüzü dinciliğin yükselişi, 1920’ler-30’lar Avrupasını hatırlatıyor.
Faşizm, krizdeki sistemin gereksinim duymasıyla doğmuş, kullanılmış, savaş sonrası yeni dünya düzeni kurulurken terk edilmişti. Bazı ülkelerde ise, yine o yeni dünya düzeninin bekası için faşizmin farklı form ve isimlerle devam etmesinde (İspanya gibi) bir sakınca görülmemişti. Ancak ‘bir daha dönmemek üzere’ terk edilip edilmediği, halının altına süpürülüp süpürülmediği, böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı tartışılır ve şimdi görülüyor ki, o kadar kolay değil. Çünkü asıl mesele kapitalizmin krizleri, faşizmi doğuran koşullar, faşizmlerin yöntemleri ve derli toplu bir öğretiye sahip olmayıp karşıtlık ve düşmanlıklardan hareketle yol alan bu ideolojinin çoğu pratiğinin ‘tekrar edebilir’ nitelikte oluşu.
İktidara her zaman zorbalıkla değil seçimle de gelebilmesi, geldikten bir süre sonra var olan hukuk sistemini askıya alabilmesi, ‘milliyetçilik’ ve ülkeden ülkeye farklılıklar barındırmakla birlikte ‘dinciliğin’ en pervasız halini araçsallaştırması, muhaliflere yönelik şiddetin dozu, toplumu dönüştürme ve büyüleme sürecinde başvurulan dilin-yöntemlerin içeriği, vaatleri, neden olduğu yıkım, faşizmin hem bir eylem biçimi hem düşünme biçimi olarak her zaman güncel kalmasını sağladı.
Almanya deneyiminin etkileyici yanıysa, faşizmlerin ortak niteliklerinin en uç hallerinin yaşanmış oluşu. Konuya ilişkin kaç yazı yazarsam yazayım hep aynı cümlelerle başlıyor oluşumun nedeni, Nazilerin, insanın hayal gücünü zorlayan akıl almaz gaddarlıkları büyük bir soğukkanlılık ve kararlılıkla gerçekleştirişi, kulağa çok saçma gelen ne varsa onu, üstelik ‘yapılacağını söyleyerek’ adım adım hayata geçirişi. Nazi deneyimi bana her seferinde, ‘olmaz’ denebilecek bir şeyin var olmadığını, insanın insana yapamayacağı hiçbir kötülüğün bulunmadığını, insan denilen varlığın zor zamanlarda ne hale gelebileceğini, neye dönüşebileceğini, toplumların nasıl yoğurulabileceğini gösteriyor. Öğreticiliği bakımından tüm faşizmler bir yana, Nasyonal Sosyalistler bir yana.
Faşizm Almanya’da nasıl yükseldi? Koşulların olağanüstülüğü, savaş yenilgisinin ve ekonomik çöküntünün etkisi ne oldu? Alman toplumu aradığı kurtarıcıyı nasıl buldu? Yalnızca yüzde 30’larda oy alan bir parti, kitleleri büyülemeyi nasıl başardı? Ortalama bir Alman, Nazilerin neyini sevip takdir etti? Hitler ve çevresindeki faşistler, toplumun hangi derdine derman oldu? Yönetim ve yargının hali neydi, Üçünü İmparatorluğun hâkimleri, memurları, akademisyenleri, Nazi idaresine nasıl uyum sağladı? Nazilerin ‘dili’ nasıl egemen oldu? Soruların yanıtları üzerine düşünmek, günümüz dünyasını ve faşizmin güncelliğini anlamayı kolaylaştırabilir.
Söz ettiğim kitaplara ve alıntı faslına geleyim…
Haffner, ‘Bir Alman’ın Hikâyesi’nde 1914-1933 arasında yaşadıklarını anlatıyor, Nazilerin doğumunu, yükselişini ve başlangıçta pek ciddiye alınmayan bu ‘kaçıkların’ adım adım iktidara gelişini. Ekonomik kriz neye yol açabilir? 1923 yılı için: “1923 senesi Almanya’yı, sadece Nazizm’e değil her türlü fantastik maceraya hazırladı… Bugün gördüğümüz cinnet halini Nazizm bu dönemde edindi… Dolar yükseldikçe hayal dünyasına daha çılgınca seyahatler yapıyorduk… Gözlerimizi ovuşturarak, sanki bir doğa fenomeniymiş gibi seyrediyorduk olup biteni… Bu kadar çok acı, çaresizlik ve fukaralık içinde, hararetli ve kanı kaynayan tazelik, şehvet ve her yere hâkim bir karnaval havası getirmişti… madalyonun başka bir yüzü de vardı. Bir anda fazlalaşmıştı sokaktaki dilenciler, keza gazetelerdeki intihar haberleri de…”
Önce inanılmaz ve katlanılmaz gelen her şey, bir süre sonra olağanlaşabilir ve faşizm için gerekli ruh hali tam da böylesi, akıl almaz işleri, sözleri, uygulamaları kısa sürede kanıksamak: “Ağustos ayında dolar kuru bir milyona ulaştı. Haberi, sanki inanılmaz bir anonsun haberini dinler gibi, nefesimiz kesilerek okuduk, iki hafta sonra daha çok gülüyorduk bu duruma…” İşsizlik nasıl etkiliyor, derseniz: “Eğitimli elit tabaka dışında, hayatın en büyük tehlikesi geçmişte de bugün de, hep boşluk ve can sıkıntısı olageldi.”
Sürreal söylentiler bir anda makul görünmeye başlıyor o cinnet halinde ve şoke edici gelişmeler, faşizmin gereksinim duyduğu rıza üretimi (ikna değil, rıza) için uygun koşulları yaratıyor: “…bir dedikodu kulağınıza geldiğinde, ‘normal’, medeni zamanlardaki gibi inanılmaz olduğunu düşünmüyordunuz. Ülkenin ruhi durumu giderek mahşerî bir hal aldı. Yüzlerce kurtarıcı dolaşıyordu Berlin sokaklarında… Hiçbir şey ve hiç kimse insanları şaşırtamıyordu artık, şaşırmak çoktan unutulmuş bir duyguydu.” Düşünün, delinin biri ortalığa düşüyor ve bin yıllık imparatorluk rüyasının ancak Yahudilerin kitlesel imhasıyla mümkün olabileceğini savunuyor. Ve birileri onun düşüncesini çok beğeniyor.
Hitler’in bir özelliği, yapacaklarını pek saklamaması, açıkça anlatması. Örneğin altı SA, bir muhalifi döverek öldürdüğünde, Hitler onlara takdirlerini gösteren bir telgraf gönderiyor ve başına bir şey gelmediği gibi, o altı kişi kısa sürede serbest bırakılıyor. Öylesine absürt ki bazı gelişmeler, tehlikenin farkında olan insanlar da, herhalde bu kadarı da olmaz artık, diye düşünüp tepki göstermekte ağır davranıyor. Haffner itiraf etmiş: “Nazilerin düşman olduklarını, hem bana hem de değer verdiğim her şeye, bu konuda bir an olsun şüphe etmedim. O zamanlar Nazileri hâlâ fazla ciddiye almama temayülüm vardı, tecrübesiz karşıtları arasında yaygın bir tavırdı bu ve o zaman Nazilere çok yardımcı olmuştu, bugün de yardımcı olmaya devam ediyor.”
Aklı başında insanlar, Hitler’e karşı sabrın eninde sonunda taşacağını düşündüler bir süre, ancak o sabır taşmadı, uyaranlar duyulmadı. Naziler kısa sürede ele geçirdi yönetimi ve bu süreçte de sıradan Alman, akıldışı görünene de kolaylıkla ikna olabildi, bu yolu seçti, örneğin Reichtag yangını ‘bahanesi’ gibi: “Tek tek her birinin elinden, anayasanın garanti ettiği iki kuruşluk kişisel hürriyetlerinin sadece Reichstag’daki iki kuruşluk bir yangın gerekçesiyle, tamamen alınması ve bu vatandaşların, sanki başka türlüsü düşünülemezmiş gibi koyunlara yaraşır bir teslimiyetle bu duruma katlanmaları.”
Yahudi karşıtlığının başladığı günler, bunun adım adım ilerletilmesi, Yahudiler hakkında yoğun ve kara propaganda, onların ‘aslında’ insan olarak kabul edilmemesi gerekliliğinin dile getirilmesi, Nazi siyasetinin bir parçası. İnsana o şiddette zulmedebilmek için, öncelikle insan olduğunun, diğerleri gibi bir insan olduğunun reddi gerekiyor; dehşet verici uygulamalar, sürekli aşağılama ancak böyle mümkün. Tabii burada Alman milliyetçiliğinin gücünü ve kumaşını da hatırlatmak gerek: “Milliyetçilik, yani bir milletin kendisine ayna tutup tapınması, muhakkak ki dünyanın her köşesinde tehlikeli bir hastalıktır. Nasıl kendini beğenmişlik ve egoizm bir insanı çirkinleştirirse o da bir milletin çizgilerini bozar, çirkinleştirir. Ama bu hastalık dünyanın hiçbir yerinde Almanya’da olduğu kadar habis ve tahripkâr bir karaktere sahip değildir.”
O sırada, Yahudilere ve sosyalistlere saldırılar adi vakadan kabul edildiği, anayasal haklar askıya alındığı, insanların yalana teşne hale geldiği esnada sıradan Alman ne yapıyordu, diye soracak olursanız, Haffner’e göre: “Nazi döneminin en azından ilk yılları için, normal hayatın dışarıya bakan yüzünün fazla değişmeden kalmış olması çok tipiktir. Sinemalar doludur, tiyatrolar ve kafeler keza; müzik çalınan bahçelerde, kulüplerde dans eden çiftler görürsünüz, sokaklarda huzur içinde turlayan insanlara rastlarsınız, gençler mutlu yüzlerle yatarlar plajlarda. Naziler de bu durumu propagandaları için kapsamlı bir şekilde kullanmışlardır.” Sıradan Alman’ın hayatında filizleniyor Nazi ideolojisi: “Siyaset sahnesinde dev dürbünlerle nafile aranan mücadele bugün en şahsi alanlarda vuku buluyor Almanya’da. Birisinin ne yediği ne içtiği, kime âşık olduğu, boş zamanlarında ne yaptığı, kimlerle sohbet ettiği, gülümsüyor ya da surat asıyor olması, ne okuduğu ya da evinin duvarlarına nasıl resimler astığı. Bugün Almanya’da siyasi mücadelenin yapılış şekli bu.”
Nasıl başa çıkacak o sıradan Alman, hele ki ne yapacağını ve düşüneceğini bilemez haldeyse? Kabuğuna çekilecek, koşulları kabullenecek, hayattan zevk almaya çalışacak, içkiye düşecek, düşünmekten vazgeçecek, hayata küsecek, uyku haplarıyla yaşayacak, gerçeklik duygusunu kaybedip peşine düşmeyecek. Ancak yazar diyor ki, özel hayatınızda ne kadar geriye çekilirseniz çekilin, sonunda yine karşılaşıyorsunuz faşizmle.
Haffner, ‘Hitler Üzerine Notlar’ kitabında ise büyük ölçüde Führer’e yoğunlaşıp beş para etmez bir kaçığın o işleri nasıl yapabildiğini, asker, siyasetçi ve insani niteliklerini göz önünde bulundurarak anlatmaya çalışıyor. Bunu, Almanya dışında neler olup bittiğini de göz önünde bulundurup bütüncül bir yaklaşımla yapıyor. Yavan düşünceleriyle tipik bir cahil olan Hitler, 1918 Devrimi’nin ürünü ve önce herkes yadırgıyor aslında. ‘Führer’ her şeyi kendi eşsizliği üzerine inşa etmişti: Ya ben ya kaos! Anayasa, devlet, parti ve tabii halk, hepsi birer araç onun için. 1929 sonbaharında iki yerde şunları söylüyor generallerine: “Kimse benim daha ne kadar yaşayacağımı bilemez… Son faktör olarak büyük bir tevazuuyla kendi şahsımı saymalıyım: İkame edilmem mümkün değil. Ne askerî ne sivil hiçbir şahsiyet benim yerimi dolduramaz. Suikast teşebbüsleri tekrarlanacaktır… Reich’ın kaderi bana bağlı ve ben buna göre davranacağım.” Bu ifadelerin bir süre sonra yadırganmaması, sizce de çok yadırgatıcı değil mi? Onurları okşanan Almanlar bu ‘icraat insanını’ takdir etti ve onu eleştirenlere şu yanıtı vermeye başladı: “Ama adamın şu yaptıklarına bakın!”
Haffner faslı, yazarın şu çok önemli değerlendirmesiyle bitsin. Hitler, ‘insanları devletleştirdiklerini’ dile getirmişti. Devlet haline gelmiş, disiplinli bir ulus. Bu hedefin önündeki en büyük engel, anayasal haklar, kontrol mekanizmaları, hukuksal sınırlardı. Hitler’e göre mutlak iktidarın yolu iyi işleyen bir devlet mekanizması değil, ‘dizginlenmiş bir kaos ortamıydı.’
Diğer kitap, Nazi döneminin akademisyenlerinden Victor Klemperer’in nefis çalışması, ‘LTI-Nasyonal Sosyalizmin Dili’.
Yazar, Nazilerin iktidar dilini, yönetimde ve toplumda nasıl oluşturduğunu kılcal damarlara bakarak çözümlüyor. Örneğin, insanı değersizleştirmek için sıklıkla tercih edilen sözcükler, insanı bir rakama, taneye, parçaya indirgemek: “Nasyonal sosyalizm kesinlikle şahsiyete dokunmak istemez, aksine onu yüceltmek ister ama bu aynı zamanda onun makineleşmesini önlemez: Her birey amirin ve Führer’in elinde bir otomat olmalı ve aynı zamanda kendi astı olan otomatın düğmesine basabilmelidir.” Amaç, ola ki aklını kullanma, düşünme ve sorgulama ihtimali olan insanı bir an önce ezmek ve dişlinin bir parçası haline getirmek. Bir şey ya da insan, ‘Führer için olduğu ölçüde’ değerli ve anlamlı. Yok etmek istenileni işaretlemek (Yahudi Yıldızı), birilerini ‘imtiyazlı’ hissettirmek, rejime sadakati sağlamak için herkesin içindeki ilkeli ortaya çıkarmaya çalışmak, Yahudi, liberal, komünist, eşcinsellere nefreti körüklemek ve bunun için dili bir araç haline getirmek. Tekdüze, sıkıcı, tekrarlardan oluşan, zaman içinde zehirleyen bir dil. Örneğin yeteri kadar uzun süre, bir fanatiği, kahramanca ve erdemli olarak tanımlarsanız, sonunda fanatizm olmadan kahraman olunmayacağına inandırabilirsiniz.
Şu kısım çok çarpıcı: “Galibin dili… cezasız kalmaz onu konuşmanız, nefes gibi içinize çeker, ona göre yaşarsınız. Herhalde bir kurtarıcı bekleyen, onuru zedelenmiş, zor durumdaki halk kadar uygun olanı yoktur faşizm için. Führer ve devleti bu ihtiyacı giderdi savaş mağlubu Almanya’da. Her şeyin ‘en’ iyisini yaparak. ‘En’ üstün olduğunu iddia ederek. ‘En’ abartılı sözcükleri, rakamları kullanarak. ‘En’ büyük yalanları söyleyerek. ‘En’ büyük orduya ve ‘en’ iyi silahlara sahip olarak. Vasat bir olayın, kararın, toplantının, uygulamanın başına ‘tarihsel’ sıfatını ekleyerek. Bıkıp usanmadan ‘laf kalabalığı’ yaparak. Yalan söylemekten bir an olsun çekinmeyerek ve üstelik en aptalca yalanları söyleyerek… Burada şaşırtıcı olan, sayılarla söylenen yalanların utanç verici ölçüde kısa ömürlü olmalarıydı; kitlenin düşüncesizliğinden ve tamamen aptallaştırılabileceğinden emin olmak, Nazi doktrininin esasları arasındadır.” Kavgam, deli saçması bir kitaptır ve Naziler bir süre sonra Kavgam’ı ‘halkın dili’ haline getirebildi. Üstelik yalnızca sıradan olanları değil, örneğin bir üniversite hocasını da o dile hayran bırakabildi. Faşizm, faşizan eğilimler, küçümsenecek, hafife alınacak bir bela değil.
Son olarak Nazi hukukuna bakalım, mahkemelere, hâkimlere, adalet terazisine.
Bir başyapıt, Ernst Fraenkel’in ‘İkili Devlet-Diktatörlük Teorisine Bir Katkı.’ Konunun asıl ‘bilenlerinden’ olan Serdar Tekin’in yazısını buraya bırakıyorum.
Toplum dönüşür ve Führer’in hayallerine uyumlu hale gelirken memurların, özellikle hâkimlerin katkısı, hukuk yorumunun etkisi görmezden gelinemez. Nazi deneyiminin en çarpıcı yanlarından biri de Nazi hukuku. Nazi hukukuna hukuk denilip denilmeyeceğini, yine bir kitap üzerinden bir-iki satır tartışmıştım, ‘Eşeğin anırması müzik midir?’ başlıklı yazıyı da buraya bırakıyorum.
1941’deki çalışmasında Nazi hukukunun nasıl işlediğini ele alır Fraenkel ve 1933 sonrasında devletin ikili görünüm arzettiği sonucuna varır: Kendisini hukukla bağlı saymayan ‘tedbir devleti’ ve mevcut yasalar uyarınca iş görmeye çalışan ‘norm devleti.’ İç içe geçen, karmaşık bir yol yordam bu. Özetle, örneğin ticari bir davanın tarafıysanız mahkeme var olan hukuk kurallarına göre karar verebiliyor. Buna mukabil ‘rejimin’ önem verdiği bir konuysa, orada norm değil, ‘âli menfaatler’ geçerli, hâkim ‘kitabına’ uyduruyor: “Önlem devletinden, hukuki güvencelerle sınırlanmamış kısıtsız keyfilik ve şiddetin egemen olduğu bir sistemi anlıyorum; ‘norm devletinden’, yürütmenin yasalar ve mahkeme kararları ve idari işlemlerinde ifadesini bulduğu şekliyle hukuk düzenini ayakta tutmaya dönük geniş egemenlik salahiyetleriyle donatılmış bir hükümet sistemini anlıyorum.”
Önlem devletinin başlangıcında kritik an, 28 Şubat 1933 kararnamesi: ‘Milletin ve Devletin Korunmasına Dair Olağanüstü Hal Kararnamesi.’ Sıkıyönetim hali. Hiç dinmeyen ve Üçüncü Reich’ın anayasası olan sıkıyönetim. Kararnamenin çıkarılma nedeni, yukarıda söz ettiğim Reichstag Yangını. Kararname buyurur ki: “Hükümran diktatörlüğün hamili, bu erki ya şahsen ya da ona tabi merciler eliyle kullanan Führer ve Reich şansölyesidir. Bu erki nasıl kullanacağı, tamamen onun takdirine kalmıştır… Führer’in ve Reich şansölyesinin, hükümran diktatörlüğü çerçevesinde her türden önlemi alma hakkının olduğuna dair herhangi bir şüphe bulunmuyor.” Türkçesi, temel haklar rejimi askıya alındı ve Führer’in son söz sahibi olduğu yeni rejim kuruldu.
Fraenkel hâkimlerin acınası bir teslimiyet halinde olduğunu tespit eder. Örneğin, bir “kanun devleti” olan Almanya’nın Berlin Eyalet İş Mahkemesi, Hitler’in imzaladığı ancak yayınlanmamış bir talimat hakkında şöyle bir hüküm vermiş: “Hareketin Führer’i aynı zamanda milletin Führer’idir. Hangi sıfatıyla eylemek isteyeceği… onun kendi takdiridir. Bir talimatın altında Adolf Hitler adının yazıyor olması kâfidir.” O esnada, yapılanlara temel olan gerekçe nedir? Komünizmle mücadele! Bu uğurda her şey mubah ve tüm kavramlar altüst, Naziler nasıl tanımlarsa kavramlar o hale gelir. Diyelim, ‘tutuklama’ tedbiri: “Koruma amaçlı gözaltının, devletin düşmanlarına karşı savunma mücadelesinde gerekli bir araç olduğu yanılsaması çoktan terk edilmiştir. Şimdi o, baştan itibaren olduğu şey olarak, yani NSDAP’nin tek başına egemenliğini sağlamanın, bu demektir ki hükümran diktatörlüğü ihdas etmenin bir aracı olarak kabul ediliyor.”
Naziler, mümbit bir toprakta, ulusal onurlarının yeniden ayağa kaldırılmasını bekleyen bir toplumu, o toplumun siyasetini, kurumlarını dönüştürüp en çılgın ve insanlık dışı işleri yaptı, sıradan insanını işbirlikçi ya da suskun tanıklar haline getirdi. Faşizm, uygun koşullarda, her zaman mümkün.
Bir sonraki yazı, sıradan bir Nazi memurunun hikâyesi üzerine olacak. SS Subayının Koltuğu.
Bir video önerisi: Naziler kadar absürt şu kısa videoyu seyretmenizi öneririm. (altyazı seçenekleri arasında İngilizce de var.)
Bir başka video önerisi: Gazeteci Gökçer Tahincioğlu ile ‘Kayıp Adalet.’ Takip etmenizi öneririm.
Paylaş: