Makaleler

Ra’anana, Batyam ve Tel Aviv’de Türkiyeli Yahudi Olma Halleri[1]  – A. Muzaffer Erol

1. Bölüm: Türkiye’den İsrail’e Göç Etmiş Yahudiler

Pandemi, alışkanlıklarımızda, planlarımızda, hayata bakış açımızda geri dönülemez değişiklikler yaptı. Benim payıma düşen ise uzun zamandır üzerinde çalıştığım doktora tezimin olmazsa olmaz parçası olan İsrail’de yapmayı planladığım alan araştırmasının iki sene boyunca sürekli ertelenmesi oldu. Önce aşı sırası bekledim sonra birinci ve ikinci doz arasındaki on dört günü; bu sırada en çok girdiğim internet sitesi İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın seyahat düzenlemelerini paylaştığı sayfası oldu. Kimi zaman detaylar arasında kayboldum, bürokrasinin çarkları arasında “bu madde acaba işime yarar mı?” diye beyhude akıllar yürüttüm. Tel Aviv Üniversitesi’nden alan araştırmamın merakla desteklendiğini içeren davet mektupları aldım ama pandemi merakla desteklenen çalışmaya iki kez baskın çıktı ve vize başvurum iki kez reddedildi. Sonuç olarak 2020’nin ikinci yarısında yapmam gereken alan araştırmasını 2022 yılının Şubat ayına kadar ertelenmek zorunda kaldım.

Bu yazıda İsrail’de 16 Şubat – 16 Mart 2022 tarihleri arasında, dokuz şehirde gerçekleştirdiğim otuz derinlemesine görüşmeden şu ana kadar öne çıkan tespitlerimi paylaşmak istiyorum. Bu yazıyı, Türkiyeli Yahudilerin yerleştiği şehirlerden Ra’anana, Batyam ve Tel Aviv üzerinden kurgulamayı uygun buldum. Başka yazılarda ise Türkiye’de Yahudi olmak ve göç ilişkisi, Türkiye Yahudilerinin kimlik stratejilerinde İsrail’e göçten sonra gözlemlediğim devamlılık ve değişimler, İsrail’e entegrasyon ve kimliğin göçten sonra nasıl şekillendiği gibi konulara yer vermeyi planlıyorum.

16 Şubat 2022 günü akşam saatlerinde indiğim İsrail’de, pasaport kontrolü sonrasında sınır polisinin beni diğer yolculardan ayırarak küçük bir odaya davet etmesi ve yaklaşık yirmi dakika süren ince sorularının ardından PCR testimi yaptırdım ve bir günlük karantina sürecim resmi olarak başladı. 2008 yılı ve sonrasında Türkiye- İsrail ilişkilerindeki değişim süreciyle birlikte Türkiyeli Yahudilerin İsrail’e göçünü konu alan doktora tezim kapsamındaki alan araştırması için Ra’anana’da kiraladığım eve doğru yola çıktım.

“Ra’anana’da Türkiyeli Yahudiler mi var?”

Ben Gurion Havaalanı’ndan toplu taşıma ile bir saatlik yolculuktan sonra Avusturya’dan otuz yıl önce Aliyah yapmış ev sahibimin kapısını çaldım. Almanya’dan gelip, İsrail’de Almanca konuşan bir ev sahibi bulmanın da ayrıca not düşülmesi gereken bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Ancak ev sahibimin nereden geldiğinden çok, bana sorduğu ilk soruya verdiğim cevabın onda uyandırdığı şaşkınlık, tezimde üzerinde bol bol tartışmayı planladığım konuyu, İsrail’e sonunda gelebilmiş olmanın verdiği rehavet içinde uyuma planları yaparken bana hatırlattı. “Hoşgeldin kahvemi” hazırlarken, neden Tel-Aviv’de değil de Ra’anana’da oda kiraladığımı soran ev sahibime Ra’anana’nın son yıllarda Türkiye’den gelen Yahudilerin tercih ettiği bir şehir olduğunu ve şehirde büyük bir Türkiyeli Yahudi cemaatinin yaşadığını söylediğimde şaşkınlıkla “Ra’anana’da Türkiyeli Yahudiler mi var? Hiç bilmiyordum sadece bir kişi tanıyorum ben” dedi. Ra’anana’nın henüz sokaklarında yürüyüp şehri keşfetmeden böyle bir karşılık alınca, haliyle, teoriye gömülmüş, alanı solumamış bir akademisyen adayı olarak kendisine “Kayades”, “Low Profile”, “Unseen” kelimelerini cümleler içinde kullanarak, kısa bir akademik “nutuk” çektim. Bir söyleyip bin ah işiten ev sahibimle nutuğum bittiği sırada terasta sigaralarımızı söndürüyorduk.

İlk günün sabahında önümdeki dört Şabat boyunca ofis olarak kullanacağım terasa yerleştim. Dr. Özgür Kaymak[2] ile artık gelenekselleşen zoom toplantılarımızın birisini daha yaptık ve Özgür hocanın görüşmelere başlamadan önceki son tavsiyelerini, “ben olsam şunu da sorardım, şunu mutlaka yap, bunu mutlaka ye, oraya kesin git, keyfini de çıkart” kalıpları eşliğinde, aldım.

Benim gibi, sosyal bilimlerin arşivlerden, kitaplardan, makalelerden ibaret olmadığını ve olmaması gerektiğini düşünenler için alan araştırması hem teorik bilginin test edilebilmesini sağlar hem de kendi teorisini üretir. Böylelikle akademinin tekdüze ve çoğu zaman renksiz olan yapısına tahammül edilebilmesini sağlar. Ayrıca, doğrudan insana dokunmayı, hissetmeyi sağlayan alan araştırmalarının kendine özgü dinamikleri vardır. Alan araştırmalarında öncelikli sorun görüşme yapılacak kişilere ulaşabilmektir. Çoğu zaman araya tanıdıklar[3] sokar, ilk görüşmeciye ulaşır, ona kendinizi anlatır, güvenini kazanmaya çalışır, görüşmenizi tamamlar ve sonunda da başka görüşmecilere ulaşabilmek için size yardımcı olmasını istersiniz. Buna literatürde kartopunu örneklemi deniyor. Bu tabii ki biraz da şansa kalıyor, bazen bir, iki görüşmeci sizin tüm profilinizi oluşturmanızı sağlayabilir iken bazen aylarca hiç görüşme yapmamış olabiliyorsunuz. Bu vesile ile bana destek olan görüşmecilerime buradan da teşekkür etmek istiyorum.  Neyse ki aylar önce Betsy Penso’ya e-mail yazmış ve projemi anlatmıştım. Betsy’nin “geldiğiniz zaman haberleşelim” cümlesi ilk görüşmemin müjdecisi olmuştu. Görüşme yapılacak kişilere ulaşmanın bir başka yolu ise çalışmanızda odaklandığınız grubu iyi tanıyan ve o grup içerisinde saygın bir yeri olan kişilere ulaşmaktır. Literatürde “key contact, gate opener” gibi kavramlarla tanımlanan bu kişiler hem tarihsel olarak birçok konuyu size anlatırlar ve bilgilerinizin sağlamasını yapma şansınız olur hem de size referans olabilirler. Bazen hiç açılmamış yollar, bu kişilerin yapacakları kısa bir telefon görüşmesiyle açılabilir.

Neyse ki bu profile uyan bir tanıdığım da vardı. Hazır terastaki bir masa ve sandalyeden ibaret olan ofisime alışmışken, İsrail’e gelmeden önce haberleştiğim ve bir hafta sonra Şabat yemeği için bana evinin kapılarını açacak olan görüşmecimi aradım. İlk mesajlaşmalarımızdan itibaren bana sonsuz destek veren görüşmecimin, “benim arabam var, sen neredeysen adresini yolla, gelip seni evinden alacağım, birlikte yemek yiyeceğiz” cümlesiyle ilk buluşmayı planlamış olduk. 

Azınlık toplumlarıyla yapılan araştırmaların kendine özgü zorlukları vardır. Türkiyeli Yahudileri konu alan araştırmalar, niteliksel çalışmalara içkin zorlukların yanı sıra başka bir zorluğu daha barındırmaktadır: Kayades! Ladino dilinde “sessizlik” ve “konuşmamak” anlamına gelen Kayades, kelime anlamının ötesinde politik bir bağlama da sahip. Bu politik bağlam, azınlık toplumları hakkında yapılan çalışmalarda farklı şekillerde araştırmacının karşısına çıkar. Araştırmacılar öncelikle araştırma yaptıkları toplumun üyeleriyle güven ilişkisi geliştirmelidir ki azınlık toplum bireyleri, bireysel ve toplumsal belleklerinde yer etmiş travmalar ve gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık tecrübeleri ile mücadele edebilmek için geliştirdikleri kimlik stratejilerini ve bariyerlerini biraz da olsa açmaya başlasınlar.

Görüşmecilerime “Kayades ne demek?” diye sorduğumda “bulaşmamak”, “low profile”, “etliye sütlüye karışmamak”, “No moz karışayamoz…” gibi kelimelerin ve kalıpların kullanıldığı tanımlamalar duydum. “Neye bulaşmamak veya karışmamak? Neden “low profile” kalmak?” sorularının cevaplarını ise Avlaremoz zaten 2016 yılından beri farklı şekillerde veriyor, belki ben de bu soruların cevaplarını başka yazılarda İsrail’deki tecrübelerime dayanarak analiz etmeyi deneyebilirim. Ancak, kelime anlamının ötesinde, yaptığım okumalar ve İsrail’de geçirdiğim bir aylık süre içerisinde bende yarattığı izlenimin ardından Kayades’in, bilmemek, unutmak, hatırlamamak değil; bildiğini, yaşadığını, unutmak istesen de unutamadığını dile getirmemek, dile getirsen de “bir yere kadar” dile getirmek olduğuna dair bir kavrayış geliştirdim. Kayades, bazen konuşarak konuşmamak bazense kapıların defalarca çalsanız da açılmamasıdır.

İsrail’deki ikinci günümde, görüşmecim arabasıyla beni kaldığım binadan aldı ve Şabat’ın başlamasına birkaç saat kala, marketlerde Şabat öncesi alışveriş telaşı sürerken, Ra’anana’da rahatça konuşabileceğimiz bir kafeye oturduk. Peynirli, mantarlı ve patlıcanlı börekitaslar eşliğinde konuşmamıza başladık. 1970li yıllarda aliyah yapan görüşmecimin kendi göç hikayesinden başlayarak, 1950li yıllarda Türkiye’deki Yahudilerin yaşamlarını, Kuledibi’nin Ladino konuşan Yahudi olmayan esnaflarını, İsrail’deki Türkiyeli Yahudileri, gündelik hayattaki antisemitizmi, onu göçe yönelten süreci ve İsrail’e tutunma sürecini uzun uzun ayrıntılı bir şekilde benimle paylaştı. Acemiliğimi sezmiş olacak ki birçok konuyu ben sormadan bir babanın oğluna anlattığı gibi sakince tane tane anlattı. Tezimin ana öznesini oluşturan Yahudi toplum bireylerinin, göç öncesinde birer vatandaş olarak Türkiye ile olan ilişkilerini, vatandaşlığın haklarla ilgili olan kısımlarını ve politikaya olan yaklaşımlarını anlamaya çalışan sorularıma geldiğimizde ise Kayades kendini gösterdi; ayrıntılı açıklamalar yerini kısa açıklamalara, duraklamalara, kısa sessizliklere bıraktı. Konuya geri dönmek üzere araya başka sorular alsam da faydası olmadı, “ben sana her şeyi ayrıntılı anlatırım, siyasete gelene kadar bak biliyorsun işte, “No moz karışayamoz a la eços del hükümet”… ve sonraki günlerde defalarca duyacağım cümleyi ilk defa duydum: “Türkiye’de olsaydık konuşmazdım”. Böylece, Karel Valansi’nin kitabında tanımladığı şekliyle Kayades’in “sadece bir düşünme şekli değil aynı zamanda yüzlerce yılda oluşan ve nesilden nesile aktarılan bir yaşam biçimi ve bir felsefe”[4]  olduğuna böylece ilk kez tanık olmuş oldum.

Keyifli görüşmemizin sonlarına doğru artık görüşmecimden yardım isteme zamanı gelmişti. Kendisinden, heyecanla bir taraftan da tedirginlikle bana referans olup olamayacağını, ancak bu sayede başka kişilere ulaşabileceğimi anlattım. Görüşmecim ise alan araştırmam sırasında yollarımı açacak olan fırsatı sundu ve ertesi gün Şabat bitiminde Batyam’da Türkiyeliler Birliği’nin gecesine davet edilmemi sağladı. Bir sonraki hafta Şabat’ta buluşmak üzere ayrıldık. İlk görüşmemi yapmış olmanın tatminiyle, bir ay boyunca yaşayacağım Ra’anana’yı gezmeye başladım. 

Ra’anana: “İsrail’in Etiler’i”  

Yetmiş beş bin nüfuslu Ra’anana, 2000’li yılların başından itibaren Türkiyeli Yahudilerin İsrail’de yeni yaşamlarını kurmayı tercih ettikleri şehirlerin başında geliyor. Bütün sorularıma ayrıntılı bir şekilde ve sabırla cevap veren başka bir görüşmecinin aktardığı üzere “İsrail’in Etiler’i” olan Ra’anana sadece Türkiyeli Yahudilerin değil aynı zamanda Avrupa’dan, Amerika Birleşik Devletleri’nden ve Latin Amerika’dan aliyah yapmış orta-üst sınıf Yahudilerin de yerleşmeyi tercih ettikleri, Tel-Aviv’in kuzeyinde bulunan bir şehirdir. Ra’anana sokaklarında yürürken, Türkçe, Almanca, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca dilleri sıklıkla kulağınıza çalınıyor. Diğer taraftan, Ra’anana’da İsrail’in heterojen yapısının yansımasını da görmek mümkün; Aşkenaz ve Sefarad, dindar ve seküler Yahudiler ile Ra’anana sokaklarında yan yana yürüdüğümde kalacak yer seçimini doğru yaptığıma dair inancım pekişmişti. Belki de Şule Toktaş’ın doktora tezinde yaptığı görüşmelerden birisinde belirtildiği gibi, Batyam’ın deniz kenarında oluşu nasıl bir dönem Türkiyeli Yahudileri Batyam’a çeken nedenlerden birisi olmuşsa, Ra’anana’nın kozmopolit yapısı da 2000li yıllarda genç ailelere İstanbul’un bu çehresini çağrıştırmış ve yerleşmek için bu şehri seçmelerini sağlayan etkenlerden birisi olmuştur.

Kozmopolit yapısının yanı sıra Tel Aviv ile olan ilişkisi de Ra’anana’nın tercih edilmesini sağlayan etkenlerden birisi. Ra’anana’nın, Türkiyeli beyaz yakalı göçmenlerin iş yerlerinin bulunduğu Tel Aviv’e yarım saatlik bir uzaklıkta bulunması ve aynı zamanda Tel Aviv’in İstanbul’u andıran karmaşasından uzak olması çocuklu aileler için bir çekim merkezi haline gelmesine neden oluyor. Ra’anana’nın bu konumlanışı, İstanbul’un Göktürk, Bahçeşehir gibi uydu kentleri ile Maslak ve Şişli gibi merkezi iş alanları arasındaki ilişkiselliğin bir benzeri olarak da okunabilir.

Kozmopolit yapısı, Tel Aviv’e olan yakınlığı ve burada yerleşik büyük bir Türkiyeli Yahudi cemaatinin bulunmasıyla Ra’anana, Türkiye’den aliyah yapan genç aileler için, İsrail’e entegrasyon sürecinde yine bir görüşmecinin ifadesiyle ,“soft landing” olanağı sağlıyor.

Bu arada bir parantez açarak, görüşmecilerimin hepsinin Türkiye vatandaşlığının devam ettiğini ve Türkiye’de halen yakınlarının ve akrabalarının bulunduğunu, kimilerinin ise Türkiye ile iş ilişkilerinin devam ettiğini belirtmem gerekiyor. Köken ülke (Türkiye) ile göç edilen ülke (İsrail) arasında politik, sosyo-kültürel ve ekonomik bağların devamlılığına işaret eden ulus-ötesi göç kavramının, Türkiye’den İsrail’e göçü anlamada yardımcı olabileceğini ve bu bağlamda “soft landing” tanımlamasının ulus-ötesi göç kavramıyla birlikte okunabileceğini düşünüyorum. Görüşmecim tam da bu analizimi destekler biçimde “soft landing” kavramını, Ra’anana’nın, burada birçok Türkiyeli Yahudi’nin bulunmasından ve kentin kimi özelliklerinin İstanbul’a benzemesinden dolayı İsrail’e entegrasyon sürecini kolaylaştırması bağlamında kullandı. Buna ek olarak, “Soft landing” kavramının sadece entegrasyona yönelik değil, ulus-ötesi bağların korunabilmesine yönelik de bir bağlamı olabileceğini düşünüyorum. Dolar kurundaki dramatik değişim eğiliminin başladığı 2018 yılı ikinci yarısına kadar Ra’anana’da yaşayan birçok Türkiyeli Yahudi, Türkiye ile ekonomik ilişkilerini göç sonrasında da devam ettirmişlerdir. Bu devamlılık entegrasyon sürecini beslemiş ancak Türk Lirasının değerinin düşmesiyle birlikte bu ekonomik ulus-ötesi alan da kapanmaya yüz tutmuştur. Böylece bir dönem İsrail – Türkiye arasında kuş misali gidip gelenlerin Türkiye ile çok yönlü bağları da sosyo-kültürel bağlamla sınırlı kalmaya başlamıştır.

Saha araştırmam sırasında birçok görüşmeci tarafından ifade edilen, Şabat öncesi market sırasında, trafikte veya bankalarda bağrışmalarla kendini gösteren “İsrailli kabalığının” da daha düşük düzeyde olduğu Ra’anana, önümüzdeki dönemlerde genç ailelerin İsrail’le buluşma noktalarından birisi olmaya devam edecek gibi görünüyor.

A. Muzaffer Erol, Potsdam Üniversitesi Yahudi Çalışmaları Enstitüsü Doktora öğrencisi.


[1] Bu yazıdaki yorumlar Türkiye’deki Yahudi cemaatini ve İsrail’deki Türkiye’den göç etmiş Yahudileri genellememektedir. Gerek Türkiye gerekse İsrail’deki Yahudi cemaati homojen bir yapıya sahip değildir. Yazıdaki yorumlar görüşme yapılan 30 kişiden alınan bilgilerle sınırlıdır.

[2] Bu yazıyı yazmamı öneren, yorum ve düzeltmeleriyle geliştiren Dr. Özgür Kaymak’a teşekkür ederim.

[3] Etnomüzikolog Doç.Dr. Mehtap Demir Güven’e bu konuda yardımcı olduğu için teşekkür ederim.

[4] Karel Valansi, 2018, The Crescent Moon and the Magen David: Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish Public, Hamilton Books, London, s.121