Holokost Makaleler

Gertrud Kirsch ve Helga (Kirsch) Lemer: Kavuşamayan iki yalnız kalp…

Yazan: Özgür Çoban

Berlin 2015… Gri bir pazar sabahı. Çiseleyen yağmur altında gözlerinden ince ince yaşlar sızan 3 kişi Güntzelstraße’de kaldırım üzerindeki demir bir plakaya bakıyor. Plakada, “Burada yaşadı. Gertrud Kirsch, 1895 Löwenburg’ta doğdu. 15 Ağustos 1942’de sınır dışı edildi. 18 Ağustos 1942’de Riga’da öldürüldü” yazıyor. Demir plakayı gözyaşlarıyla yıkayan bu 3 kişiden biri olan Helga (Kirsch) Lemer, kaldırım taşlarında mazinin ve annesinin kokusunun izini sürüyordu.

Bu, varını yoğunu satarak, 18 yaşındaki kızı Helga’yı 1939 yılında Londra’ya kaçırmayı başaran, kendisi “doğru evrağı hazırlayamadığı” için Berlin’de kalan, vatanından sürgün edildiği Riga’da trenden indirilerek, orman kuytusunda, kimsenin sesini duyamayacağı bir karanlıkta Nazi askerleri tarafından kurşunlanarak öldürülen ve orada açılan toplu mezara gömülen Gertrud Kirsch ile holokosttan kurtulan kızı Helga’nın öyküsü… Evladına hasret ölüme yürüyen bir anne ve 94 yaşında annesinin kokusunu kaldırım taşlarında arayan bir kadının öyküsü.

Beyaz bir sabaha uyandılar. Helga henüz 16 yaşındaydı. Yaşadıkları pansiyonun bahçesindeki elma ağacı çiçeklerini salmıştı dört bir yana hepsi beyaz… Annesinin, onun Londra’ya gitmesi için evrak hazırladığından ve bir vapur bileti almaya çalıştığından henüz haberi yoktu.

Gertrud, kocası Felix’in 1937’de geçirdiği bir rahatsızlık sonucu yaşamını yitirmesinin ardından kızı Helga’yı da yanına alarak Güntzelstraße’de sakinlerinin çoğunu Yahudilerin oluşturduğu pansiyona yerleşmişti. Hayat, Berlin’de yaşayan Yahudiler için gitgide zorlaşıyordu. Gertrud’un arkadaşı Hilda ile oturup kahve içebileceği bir pastane bile kalmamıştı. Her yer ve tüm Almanlar yasaktı onlara. Helga Lemer, 2015 yılında bir gazeteye verdiği röportajda şöyle anlatacaktı o yılları: “Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, Almandı. Kardeş gibiydik. Sonra birden benimle konuşmamaya başladı. ‘Neden’ diye sordum. Bana, ‘babam bir Nazi artık seninle konuşmam yasak’ yanıtını verdi.”

Genç Helga için hayat giderek zorlaşıyordu. En çok da her gün sınıfta arkadaşlarıyla birlikte “Heil Hitler” diye bağırmak ağırına gidiyordu. Bağırıyordu avazı çıktığınca. Hayatta kalabilmek, insan yerine konulmak için belki de. Hınçla bağırıyordu. Gertrud, kızı için okul yaşantısının giderek katlanılmaz bir hâl aldığını anlıyordu. Takvim yaprakları 1935 yılını gösteriyordu. Helga bir gün okuldan eve geldi. Kapıdan girer girmez kapandığı annesinin dizlerinde ağladı, ağladı, ağladı… Gözyaşları dindiğinde “Anne ben artık o okulda yapamayacağım. Beni Yahudi okuluna gönderin lütfen” dedi. Baba Felix Kirsch, okşadı kızının saçlarını, “tamam” diye onayladı.

Zaman hızlı, zaman yıkıcıydı. Felix’ten kalan emekli maaşıyla geçinmeye çalışan anne ve kızı, yatağa aç girdikleri gecelerde, o soğuk pansiyon odasında birbirlerinin sıcaklığında ısınıp, sonsuz sevgileriyle doyuyorlardı. Helga artık 18 yaşına gelmişti. Kızıyla birlikte Gertrud’un endişeleri de büyüyordu. Aklında binbir soru ile uğurluyordu Helga’yı çalıştığı dükkâna. Yahudilere karşı işlenen tüm suçlar, cinayet de dahil ödüllendiriliyordu Hitler hükümeti tarafından. Helga, güzeldi. Zarif, alımlı küçük bir hanımefendiydi. Gertrud çok korkuyordu.

VEDA…

1939 yılı anne ve kızının yaşamında iz bırakacaktı. Ayrılık, veda yılıydı o yıl. Gertrud, bir gün yanına çağırdığı Helga’ya, “Bak kızım Gestapo, amcanı tutuklamış. Cezaevine kapatmışlar. Burada yaşamayız artık. Seni Londra’ya göndereceğim” dedi. Helga, anlamadı önce annesinin ne demek istediğini. Birden, “hayır, asla bırakmam seni burada anne” diye bağırdı. Gertrud da gelecekti Londra’ya. Sakince anlattı kızına planını. İkisinin evrakı da hazırdı. Helga razı oldu o zaman.

Gestapo, Gertrud’un evrağını onaylamıyordu bir türlü. Elinde her seferinde yeniden hazırladığı evrakla haftada en az 2 kez gittiği bürodaki Naziler her defasında, “bunlar doğru evrak değil” diyerek eli boş gönderiyorlardı Gertrud’u. Gertrud ikna etti bir şekilde Helga’yı. Helga önden gidecekti, Gertrud arkasından.

O gece Helga, annesiyle uyumak istedi. Yüreğinin derinlerinden gelen bir ses “son kez” demişti, “son kez kokla anneni”… Annesinin yastığa dağılan saçlarını aldı eline, sabun kokuyordu… Hiç unutmadı o kokuyu, yüreğinde sakladı. Annesi, tek varlığı, umudu Helgasını bastı bağrına. Öptü gözlerini, koyu kahverengiydi, kahve kokuyordu. Sabah oldu…

Gertrud ve Helga, birbirlerini son kez görecekleri Hamburg limanına doğru yola çıktılar. İskeleye geldiklerinde Helga, kendisini bir daha kavuşmamak üzere annesinden ayıracak vapura baktı dalgın gözlerle. Elindeki küçük tahta valizde birkaç eşyası vardı hepsi o kadar. Para yok denecek kadar azdı. Gertrud, birikmiş son parasını evladına bilet almak için harcamıştı. Helga Lemer, veda gününü hiç unutmuyor. Bir söyleşisinde o günü şöyle anlatmıştı: “Annem benimle Hamburg’a geldi. Her yerde ‘Yahudilere yasak’ yazısı asılı olduğu için hiçbir yerde yemek yiyemedik. Oysa ikimiz de öyle acıkmıştık ki…” Takvimler 18 Nisan 1939’u gösteriyordu. Organize cinayet şebekesi lideri Adolf Hitler’in 50. doğum gününde bir gün önceydi.

Gertrud, gülmeye çalışıyordu. Gülerken yanaklarında oluşan çukurlarda biriken gözyaşları kalbine damlıyordu. “Çok mutluyum, ağlamıyorum. Vapurun bacasından çıkan duman yaşartıyor gözlerimi” dedi kızına. Helga, gözünden taşan, acıdan kan kırmızısına dönmüş yaşları sildi eliyle. Sarıldı anacığına. Öyle derin çekti ki onu içine, ciğerlerine kazıdı kokusunu. Son kez… Annesini bir daha hiç göremedi.

Helga’nın gidişiyle birlikte Gertrud iyice içine kapandı. Artık mektuplarla yaşıyordu. Kızından gelen mektupları kutsal bir emanet gibi saklıyordu. 3 yıl boyunca ana kız birbirlerine 45 mektup yazdılar. Mektuplardan birinde Gertrud kızına, “Bu arada, Londra’da pansiyon açmanın kolay olduğunu duydum, neden sormuyorsun?” diye yazmıştı. Sordu Helga ama annesi gelmedi, gelemedi.

Gertrud, mektuplarda “Küçük Helgam” diye seslendiği kızına İngilizce dersleri aldığını ve kavuşmalarına az bir zaman kaldığını yazıyordu. Sonra azgın Naziler İngiltere’ye saldırdı ve Londra’da kavuşma hayalleri suya düştü. Bu kez Amerika’da bir araya gelmeyi planlamaya başladılar. Gertrud bir mektubunda, “Amerika’da her şey o kadar basit değil. Yeni Zelanda’ya giderim, sen de oraya gelirsin” diye yazmıştı kızına. O da olmadı. Kavuşamadılar…

Helga Lemer, bir söyleşisinde gözyaşları içerisinde annesinin, “Sevgili Küçük Helgam! Ne zamandan sonra sizden haber aldığıma çok sevindim. Canım, güzel arkadaşların olduğuna sevindim, umarım yakında her şeyi yüz yüze konuşabiliriz” diye yazdığını anlatacaktı. Konuşamadılar.

GERTRUD SONSUZLUĞA AKIYOR

15 Ağustos 1942’de Gestapo, o zamanlar 47 yaşında olan Gertrud Kirsch’i tutuklamak için Güntzelstraße’ye geldi. Gertrud, Gestapo’nun arasında odadan çıkarken son kez baktı içeriye. “İşte şu aynanın önünde küçük Helgası’nın saçlarını taramıştı. İşte tam şurada Helgası ona sarılmıştı”… O zamanlar çok geride kalmıştı.

Gertrud ve tutuklanan yüzlerce masum, önce Mitte’deki bir toplama noktasına ardından Moabit tren istasyonuna götürüldü. İstasyonda 1003 Yahudi’yi Riga’ya götürecek tren bekliyordu. Gertrud, orada vedalaştı tek tek anılarıyla, kızıyla. Biliyordu, çıkmak üzere olduğu yolun bir dönüşü olmadığını. Kalbinden gele gele vedalaştı geçmişiyle gözyaşları yıkarken yanaklarını.

Tıka basa dolduruldukları vagonları çeken lokomotif, ağır ağır hareket etmeye başladığında içindeki derin sancı şiddetlendi daha da. “Acaba küçük Helgamdan yeni mektup gelmiş midir” diye düşündü… Karanlığı yara yara ilerleyen tren Riga’ya yaklaştığında, kentin yakınında bulunan ormanda durdu. Askerler, masumları vagonlardan indirip ormana götürmeye başladılar ve ölüm kusan tüfeklerin sesleri… Gertrud artık 47 yıllık yaşamının sonuna geldiğini anlamıştı. Vagondaki diğer tüm masumlar gibi dua etti, af diledi tanrısından. “Özlem dolu, tertemiz bir yürekle çıkıyorum huzuruna, evladım sana emanet Tanrım” dedi.

Vagondan indirildiler, ormana doğru kısa bir yürüyüşün ardından derince kazılmış bir çukurun önünde sıraya dizildiler. Gertrud, yüzünde ormandan esen ağaç kokulu rüzgârı hissetti, son mutluluktu… Daha önce görmediği, ismini bile bilmediği yaşlı bir adam duruyordu yanında, onun elini tuttu sıkıca. Sisli bir gün ışıyordu, bir kuş havalandı ötelerden. El ele yaşama veda ettiler. Koyun koyuna yatacakları çukura düşerken birer birer…

BERLİN’DE KAVUŞMA…

Berlin 2015… Gri bir pazar sabahı. Çiseleyen yağmur altında gözlerinden ince ince yaşlar sızan 3 kişi Güntzelstraße’de kaldırım üzerindeki demir bir plakaya bakıyor. Helga, sokağa girer girmez tanıdı pansiyon binasını. Trabzanlarına yaslanıp annesini beklediği merdivenleri, ahşap kapıyı, pansiyonun karşısındaki evi… Hepsini hatırladı. Nemli nemli esen rüzgârı kokladı, anne kokusunu aradı.

Gözlerini kapadı, zaman sardı geriye… 18 yaşındaki Helga geldi sokağın karşısından. Annesi açtı kapıyı, sarıldı ona. Annesinin yüzüne dağılan saçlarını eliyle toparladı Helga, öptü yanaklarından… Açtı gözlerini. 94 yaşındaydı artık. Acılarla kavrulmuş bedeni, belki de son kez annesiyle buluşması için ona izin vermişti. Eğildi, annesinin adının yazdığı plakayı okşadı. Soğuktu… Annesi ne kadar sıcaktı oysa ki… Ağladı, ağladılar. Yağmura karıştı gözyaşları. Torunlar Barbara Andreas ve Robin Lemer hiç görmedikleri anneanneleri, Helga ise kokusuna doyamadığı annesi için ağladı.

Helga, 1939 yılında gittiği İngiltere’de uzun yıllar boyunca bir ailenin yanında çalıştı. Evlendi daha sonra. İki evlat sahibi oldu. Ne olursa olsun o hep Gertrud’un 18 yaşındaki kızı Helga olarak kaldı. Annesini kalbinde, olduğu gibi hayat dolu ve zarif bir kadın olarak yaşattı. Helga, annesinin fedakârlığıyla holokost vahşetinden sağ çıkmayı başardı. Doğurarak, canından can katarak ona bir yaşam bağışlayan annesi, evladının ikinci yaşamı için kendi hayatını feda etmişti. 76 yıl sonra geldiği vatanında annesi ve Nazi katiller tarafından yaşamdan koparılan tüm masumlar için dua etti. “Anne, elbet bir gün kavuşacağız…”

Helga Lemer, bir röportajında, annesinden gelen mektupları binlerce kez okuduğunu söylemişti. Kızı Barbara, ailenin diğer üyelerinin de okuması için mektupların tümünü İngilizce’ye çevirdi.

ALMANYA’DA YİNE YENİDEN ANTİSEMİTİZM

Peki, bunca acının yaşandığı, sokaklarında, caddelerinde, toplama kamplarında katliamlar yaşanan Almanya’da güncel durum ne antisemitizme ilişkin? Nazizm’in baba ocağı bu ülkede, neonazizmin sayıları on binlerle ölçülecek derecede taraftar topluyor olması sanırım milyonlarca masumun toplama kamplarında katledilmesinden daha küçük bir utanç değil.

Avrupa Birliği (AB) verilerine göre, ülkede 2010-2020 yılları arasında tam 17 bin 512 antisemit saldırı düzenlendi. Bu rakama Afrika kökenli ve diğer etnik kökenlerden gelenlerin uğradığı saldırılar da eklendiğinde korkunç bir tablo ortaya çıkıyor. Almanya’da günde 300’ün üzerinde faşist saldırının rapor edildiği zamanlar oluyor.

Antisemitizm ve yabancı düşmanlığı temalı anketleri inceliyorum. İnanılması güç sonuçlar çıkıyor. Örneğin, bir ankette, katılımcıların büyük bir bölümü, “Ya bırakın artık şu Nazi meselesini, gına geldi” şıkkını işaretlerken, bir kısmının da “Çok uzadı bu mevzu. İsrail buradan maddi olarak nemalanmaya çalışıyor” dediği görülüyor. Sonuç? Avrupa toplumlarında Yahudilerin yüzde 40’ı kendini güvende hissetmediğini ve İsrail’e göçmek istediğini beyan ediyor. Antifaşist savaşçı Esther Bejarano’nun günümüz Almanlarına ilişkin olarak sarf ettiği, “Evet, Nazi zamanı için suçlu sen değilsin ama tarih hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorsan suçlusun” sözünün okulların kapısına asılması gerekiyor. Hele hele Almanların giderek utanma duygularını kaybettikleri bir dönemde.

Üzülerek söylemek gerekiyor ki Almanya’da da Yahudiler kendilerini güvende hissetmiyorlar. Sinagog kapılarından da anlaşılacağı gibi güvenlik önlemleri alıyorlar, çocuklarını Yahudi okullarına gönderiyorlar, yayın organlarını kimse fark etmesin diye siyah poşetler içerisinde dağıtıyorlar vb…

Yeni faşistler hangi ideolojik gömleği giyerlerse giysinler, Rönesans ve Reform sonrası oluşan modern batı uygarlığı tarihinde büyük bir dağılma olan “Yahudi soykırımı” altında yer alan ıslak imzalarının hiçbir zaman silinmeyeceğini biliyor olmalılar. Holokost, faşizmle mücadelenin nirengi noktalarından biridir. Bu yönüyle soykırımı unutturmamak aynı zamanda insani bir sorumluluktur. Kaleme aldığım biyografilerin küçük de olsa bu amaca hizmet etmesini diliyorum. Dayanışmayla…