Kültür Sanat Makaleler

Bir Milliyetçilik Trajedisi: Kamondo’ya Mektuplar

Edmund de Waal’un Kamondo ailesini kaleme aldığı Kamondo’ya Mektuplar (Letters to Camondo) isimli kitabını bir Spotify şarkı listesi sonucu keşfettim.

Daha doğrusu, bir iş arkadaşım bana de Waal’un hazırladığı bir şarkı listesini gönderdi. Bu vesileyle çok değerli bir sanatçı ve yazarla tanışmış oldum. De Waal’un ailesi, Odessa’dan Viyana ve Paris’e göçmüş köklü Ephrussi ailesinden. Yazar, Kehribar Gözlü Tavşan isimli kitabında kendi ailesinin hikayesini Japon netsuke heykel koleksiyonu üzerinden anlatmıştı (Türkçesi Everest). Bu sene yayımlanan Kamondo’ya Mektuplar, benzer bir anlatımla Ephrussi ailesinin Paris’teki Monceau sokağında yaşayan komşuları Kamondo ailesini ele alıyor. 

Kamondolar’ın Paris’te Yaşamı

Çoğu Türkiyeli gibi ben de Kamondo ailesini Galata’daki Kamondo merdivenlerinden tanıyorum. Bu aile zamanında Osmanlı’nın en önemli bankerlerindendi. Hatta zaman zaman “Doğunun Rothschild’leri” sıfatıyla anılıyorlardı. Ailenin üyelerinden Moïse Kamondo, Osmanlı’da doğmuş ve 1869 yılında Paris’e taşınmış. Yahudilere karşı görece daha “toleranslı” Üçünü Fransız Cumhuriyetine tanık olan Moïse Kamondo, kendisini bir yurtsever olarak tanımlıyor ve ölümünün ardından yaşadığı evi ve zengin sanat koleksiyonunu devlete bağışlıyor. Oğlu Nissim ise, Birinci Dünya Savaşı’nda pilotluk yapıyor ve savaş sırasında şehit oluyor. Siyonizmin popüler olduğu bir dönemde kendi Fransız kimliklerini benimseyen baba-oğul, Monceau sokağında diğer varlıklı Yahudi aileler ile komşu. Akraba oldukları Reinach ve Ephrussi aileleri de tıpkı onlar gibi kültürlü, seküler bir Fransız milliyetçiliğinin hayalini kuruyorlar. Moïse’nin Monceau sokağındaki evi, günümüzde Nissim Kamondo Müzesi adı altında Paris’te ziyarete açık.

Edmund de Waal’un kitabı Moïse’e yazılmış mektuplardan oluşuyor. De Waal, Moïse’den üç kuşak genç, dolayısıyla onunla hiç tanışamamış. Buna rağmen, ailelerinin hikayeleri arasındaki benzerlikler dolayısıyla Moïse’le tarif edilemez bir bağı var. Kitabın en başında ona “dostum” şeklinde hitap etmeye karar veriyor. Nissim Kamondo Müzesi’nin arşivlerini inceleyen de Waal, müzedeki objeler üzerinden Kamondo ailesinin trajik hikayesini aktarıyor. 

Objelerle Bir Portre

Kitabın ilk kısmında, objeler aracılığıyla Moïse’nin portresine tanık oluyoruz. Çağdaş seramik sanatının en büyük temsilcilerinden de Waal, evdeki objeleri usta bir sanat tarihçisi gibi tasvir ediyor, objeleri tasvir ettikçe Moïse’nin gündelik hayatından kesitler sunuyor. De Waal’un objeler üzerinden kurduğu anlatı bize dönemin sınıf dinamikleri hakkında da bilgi veriyor. Bir mektup evde çalışanlar hakkında: evin mimarisi, çalışanların iş ve özel alanlarını gizlenmek için tasarlanmış. Bir diğer mektup ise, Moïse’in evinde çalışan 14 kişilik ekibe rağmen yalnız hissetmesi üzerine. De Waal, bu konu hakkında yazarken evdeki çalışanların varlığının önemli olmadığını ima ederek, sınıfçı algılanabilecek bir yorumda bulunuyor. 

Kitap boyunca, Monceau sokağında yaşayan ve farklı ülkelerin diasporalarından oluşan ailelerin Fransız milletine olan bağını gözlemliyoruz. Özellikle Dreyfus olayı sırasında akraba Reinach ailesinin üyeleri, yükselen antisemit vakalara rağmen kozmopolit bir Fransız kimliğini savunuyorlar. Kamondo evinin müze olduğu güne dair de Waal şu cümleleri kuruyor:

“Siz Fransızsınız. Oğlunuz hayatını Fransa’ya bağışladı ve siz de en sevdiğim dönemden, Fransa’nın ihtişamlarından biri olan dekoratif sanatlarla dolu mükemmel bir oteli geri verdiniz.”

Bir başka mektupta, Theodore Reinach’ın kitabından bir alıntı var: 

“Yahudilik yıllar süren zincirlerini kırmakta Fransız devrimine borçlu… günümüzde 1791 Fransa’sının, hafızası ve kalbi olan her Yahudinin ikinci bir vatanı olduğu, sözlü bir vatanı olduğunu söyleyebiliriz.”

Holokost Döneminde Kamondolar

Köklü Yahudi ailelerinin benimsediği kozmopolit Fransız milliyetçiliğine karşılık, kitap boyunca bir sürü antisemit vakaya şahit oluyoruz. Yahudilere karşı şiddet, İkinci Dünya Savaşı öncesi dozunu arttırıyor. Savaş sırasında kurulan Vichy hükümeti altında, Fransız Yahudi popülasyonunun önemli bir oranı soykırım kurbanı oluyor. De Waal, kitabın son perdesini yalın bir üslupla, bir tarihçinin diliyle aktarıyor: Vichy hükümeti kısa bir sürede önce Yahudileri ikincil vatandaş olarak belirleyip, utanç verici muameleye tabii tutuyor. Yahudiler, en sonunda toplama kamplarına yollanıyor. Moïse’nin kızı Beatriz ve damadı da dahil olmak üzere ailenin neredeyse tüm üyeleri, kamplarda katlediliyor.

Bu son kısım, kitabın geri kalanında gözlemlediğimiz zarif anlatım tarzından bir kopuşu işaret ediyor. De Waal, objeler ve arşivsel metinler üzerinden felsefi çıkarımlar üretmektense, soykırıma dair kaynakları, yaşanan trajedileri aktarmak adına birer kanıt olarak sunuyor. Olay örgüsü, hızlı ve kaotik bir biçimde gelişiyor, anlatım dilindeki hız, okuyuculara şiddetin ne kadar kısa bir sürede tırmandığını gösteriyor. Kitap boyunca izini takip ettiğimiz yurtseverlik anlayışı, kısa bir sürede, tahmin edemeyeceğimiz bir acımasızlıkla yok oluyor. Yahudiler için Fransız milliyetçiliği projesi, trajik bir kıyımla sonuçlanıyor.

Farklı Ülkelere Türkiye’den Göç Eden Aileler: Kamondolar ve Acımanlar

Kitabın önemli bir bölümünde vurgulanan servet ve hayırseverlik, ikinci kısımdaki sefalet ve zulüm ile tezat oluşturuyor. Bu zıtlık, bana Andre Acıman’ın biyografik hikayesi Out of Egypt’i (Mısır’dan Çıkış) çağrıştırdı. Acıman’ın anlatısında, soykırım sırasında olmasa da, varlıklı bir Yahudi ailenin kısa sürede mülksüzleştirilişine ve ülkelerinden kovuluşuna şahit oluyoruz. Mısır kralıyla yakın ilişkiler kuran, evlerinde çalıştırdıkları yerlilere zaman zaman kaba davranan bir aile, İsrail devletinin kurulmasıyla bir anda bütün ayrıcalıklarını kaybediyor ve hiçbir insanın maruz kalmaması gereken bir nefretin kurbanı oluyor. Bu iki hikayenin Yahudi anlatılarında çok önemli bir yere sahip olduğunu düşünsem de, evrensel bir Yahudi deneyimini temsil etmediklerini söylemekte fayda var. Hikayedelerdeki tezat, okuyucular için daha sonra yaşanacak olan sefaleti daha korkutucu kılıyor, ancak çoğu Yahudinin ekonomik statüleri fark etmeksizin devletlerin ve toplumların sistematik ırkçılığı karşısında daha mütevazi hayatlar yaşadığı bir gerçek.

Kamondo ailesinin benimsediği yurtseverlik, baskın kimliklerin nefreti altında barınamıyor. Şahit oldukları dönem ve yaşadıkları coğrafya, Yahudilere görece bazı haklar tanısa da, bu haklar kısa bir sürede ellerinden alınıyor. Bu trajedinin çağdaş Yahudi kimliğini sorgulamak açısından önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Kamondo ailesinin yaşadığı dönemde, kimliğe dair diskur Fransız milliyetçiliği ve Siyonizmden oluşuyordu. Fransız milliyetçiliği, toplumun büyük bir kısmının kıyımı ile bir trajediye dönüştü, Siyonizm’in ise Filistin toplumuna ve Acıman’ın ailesi gibi Ortadoğu’da yaşayan Yahudi ailelere etkisi ortada. Bu ikilemin dışında, milliyetçiliğin ötesinde bir Yahudi kimliğinin olduğuna inanıyorum. Bu kimlik, diaspora olarak yaşadığımız trajedilerden ders alıp, milliyetçi bir düzeni tümüyle reddetmeli.