1976 yılı hayatımın en kayda değer yıllarından biriydi. O sene gelin olmuştum. Her genç kızın hayallerini ta küçük yaşından itibaren gelin olmak süsler. Ben de ablamın, kızı Rina’yı dünyaya getirmesinden bir süre sonra gelinlik diktirme arayışına geçmiştim. O yılların ünlü moda evleri hep karşı tarafta olduğu için ben kendim bu işi pratikçe halletmeye karar verdim. Ablam yeni doğum yaptığından annem ve teyzem, sürekli ablamla ve bebekle ilgileniyorlardı. Yani kısacası, bunlara ayıracak pek zamanları yoktu. Bu arada Ari yuvaya gitmeye başlamıştı. Yeni doğan kardeşine alışmaya çalışıyordu. Günümüzün çoğu saati onlarda geçiyordu. Bir gün, Bahariye Caddesi’nde yürürken bir gelinlikçi vitrini gözüme çarptı. İçeri girdim, biraz gezdim, bakındım. Yanıma yaklaşan orta yaşlarda bir hanım nasıl bir şeyler istediğimi sorunca, ona ne istediğimi tarif ettim. ”Bunu çizelim mi?” diye sordu. Masaya oturdum ve istediğim modeli çizdim. Kumaşını bile söyledim. Güpür dantelden olacaktı. Duvağı tülden 10 metre olacaktı, başımda beyaz çiçeklerden bir taç olacaktı. Kadın bir hesap çıkardı. Ben annemlere danışıp tekrar geleceğimi söyledim. Eve döndüm ve o akşam annemle babama olayı anlattım, fiyatı söyledim. Babam hayretler içindeydi, anneme bakıyordu. Annem “Bu kız bana çekmiş, ben de her şeyimi kendim halletmiştim.” dedi, bakıştılar ve bana tamam dediler. Ben böyle bir kızdım işte. Ne modellere bakmak, ne etrafımdakilere fikir sormak, ne de amigoluk ihtiyacı duymak, bende bunlar yoktu. Startı alınca terziye gidip ölçü aldırdım ve provalar başladı. Bir provaya annem de geldi, ona da düğün kortejinde giyeceği tuvaletin modelini seçtik. Hatta şapkasını bile aynı terziye yaptırdı. Ablam 4 Eylül’de doğum yaptığı için, bir ay kadar sonra aynı terziye o da geldi ve onun da elbisesi dikilmeye başlandı. Bunların hepsi sakinlikle ve yollara revan olmadan yapılıyordu. Babam bana gelin çeyizim için bir miktar para tahsis etmişti. O paranın hepsini elime verdi.
Elimdeki paralarla, Kadıköy’den ve Nişantaşı’ndan kendime çok güzel elbiseler ve triko takımlar, Şişli’deki Polat Pasajı’ndan ithal, bir uzun tavşan kürk manto aldım. Kadıköy’deki Riva Mağazası’ndan krem rengi pardesü, Lingerie mağazalarından birkaç şık gecelik/sabahlık, rahat pantolon ve kazaklar, gerekli olan ayakkabı ve çizmeler, çantalar derken, elimde hala param vardı. Arta kalanı babama geri verdim. Gülerek almadı. ”Sen bunlarla istediklerini al, yoksa da kitaplar al” dedi. Anlayacağınız tek başıma abartıya kaçmadan çeyizimi de düzenleniştim. Yeni aldığımız dolap askılarıya giysilerimi özenle yeni gardrobumuza yerleştirdim. David’in de her şeyi tamamdı. Artık düğün için geriye sayım başlamıştı. Gelin yatağımı, Yahudi geleneklerine uygun olarak, anası ve babası hayatta olan, mutlu bir genç kız yapmalıydı. Behiye bize geldi ve yatağımızı yerleştirdi. Sonra salonda çikolatalar ve badem şekerleri yedik.
24 Ekim Pazar sabahı çok yağmurlu bir gündü. Duvağımı kocaman bir poşete koyup, teyzem ve annemle birlikte taksiyle daha önce anlaştığım Moda’daki Mithat Kuaför’e gittik. Orada saçlarım yıkanıp fönlendikten sonra duvağımı taktılar. Üzerimde Jean pantolon, kırmızı gömlek, duvak ve çizmelerimle Kalamiti Jane’e benzemiştim. Annemle teyzemin de saçları yapıldıktan sonra, duvağın gerisi poşette, taksiye binip eve döndük. Odama girip makyajımı yaptım. Biraz far, kirpiklere maskara ve koyu pembe bir ruj sürdüm. Kadıköylü Küçük Sara, gelin olmaya hazırdı. Gelinliğimi giyince, kendimden çok memnun ve emin bir biçimde aynaya gülümsüyordum. Elimde uzun saten kurdelesi olan tek bir gül vardı. Beyaz eldiven ve ayakkabıyı söylemeye gerek yok sanırım.
Gelin arabamız, David’in üniversiteden sınıf arkadaşı Albert Elyakim’e aitti. Arabasını o gün bize tahsis etmişti. Albert ve David çiçekçide arabayı süslemişlerdi. Albert’in arabasının arkasından da David’in abisi Hayim ve karısı Ester, arabalarıyla beni sinagoga götürmek için gelmişlerdi.
Ben babacığımla birlikte Albert’in arabasına binmiştim. Babam siyah takım elbisesi ve papyonuyla çok yakışıklıydı. Artık düğünlerde kiralık smokin ve silindir şapka takılmıyordu. Ben zaten bu sihirbaz şapkalarından hiç haz etmezdim. Erkeklerin hepsi de sinagogda beyaz ipekli kipalar takacaklardı.
Korkunç sağanak bir yağmur altında karşıya geçtik. Ablamın evlendiği yıllarda Boğaz Köprüsü henüz yapılmadığından karşıya arabalı vapurla geçmiştik. Fakat 1973 yılında Cumhuriyetin Kuruluşunun 50. yılında Boğaziçi Köprüsü tamamlanıp hizmete girince, biz Kadıköylüler için rahat ve modern bir hayat başlamıştı.
Neve Şalom Sinagogu’na geldiğimizde resimler çekildi. Ardından kortej düzene sokuldu. En önde bordo kadife takımı ve papyonuyla canımın içi Ari, arkasında babam ve ben, bizim arkamızda annem, eniştem Niso ve Venezya, en arkada ise Ester ve Hayim vardı. Ablam yeşil tonlarında, Ester pembe bej ve annem bordo renkli uzun tuvaletler giyiyorlardı. Kayınvalidem de desenli şifondan bir tuvalet giymişti.
Tabii ki heyecan ve duygu yoğunluğundan olsa gerek, düğünden her şeyi çok net anımsayamıyorum. Babamla İbranice bir ilahi eşliğinde içeriye girerken Tanrı’ya teşekkür ettiğimi çok net hatırlıyorum; babacığımın kolunda gelin olarak evlenmeme izin verdiği için. Bunu tüm gelin kızlara nasip etmesini yürekten diliyorum.
Kalabalık, yüzlerce öpüşme ve el sıkışmalardan sonra bu kez eşim David’le birlikte gelin arabasına bindik. Kocam gerçekten çok yakışıklıydı. Koyu mavi takımı ve papyonu, başında beyaz ipek kipasıyla tam hayalimdeki mavi beyaz görüntüsünü sergiliyorduk.
Sinagogdan sonra önce bir fotoğrafçıya ailece gidip hatıra fotoğrafları çekildi. Resimler çekildikten sonra David’in anneannesi Sara Kastoryano’nun oturduğu Sıracevizler’deki evine gittik. Bunu ben istemiştim. çünkü Gramama Sara hastaydı ve torununun düğününe gelememişti. Ben onun torununu damat olarak görmesini istemiş ve hayır duasını almak istemiştim. Böylece bütün Kastoryano ailesi tam takım oraya gelmişlerdi, David’in ailesi ile çekilen aile resimleri de orada çekilmişti. Anneanne çok mutluydu. Bize bakmaya doyamıyordu. Orada tatlılar yendi, herkes çok mutluydu.
Oradan çıktık ve David’lerin evine gittik. Ester ve kayınvalidemler bizden önce varmışlar, bizi evde bekliyorlardı. Ester duvağımı çıkarmama yardım etti. Saçlarımı iki yandan incecik örgülerle ördü ve tacımdaki birkaç çiçek ile tutturdu. O günkü gerginliğimi tatlı diliyle yumuşattı ve beni rahatlattı. O akşam nişanlandığımız Palet 2 adlı restoranda 16 kişilik bir masa ayırtmıştık. Oraya gittik yine Yavuz Özışık eşliğinde yemek yiyip dans ettik. Herkes mutluydu. Resimler çekildi. Eniştem bizi kamerasıyla filme çekti. Mütevazı düğünümüzün ardından arkadaşımız Albert, David’le beni o akşam kalacağımız Büyük Tarabya Oteli’ne götürdü. Aile ile vedalaştık. Annem David’e “kızıma iyi bak” dedi. Ablam sıkı sıkı sarıldı. Oğlancık kolları ve bacaklarıyla boynumda dal budak sardı. Ve yeni yaşam başladı.
Ertesi gün İstanbul Feribotu’na binerek İzmir’e balayı seyahatine çıktık. Gemi güzeldi. Akşam yemeğinde bir genç kızla arkadaş olmuş, saatlerce yaşam hakkında felsefi sohbetlere dalmıştık. Ertesi sabah feribot İzmir Limanı’na demir atmıştı. David romantik olsun diye yeni gelinini limanda taksilerle birlikte bekleyen bir faytona bindirmişti. Bir koltukta biz, karşı koltukta valizlerimiz vardı. Bu benim için müthiş bir keyifti, çünkü atlı arabalarla yolculuk etmeyi hala çok severim. Nal sesleri arasında Kordon Boyu’nu geçtik, caddelerde ilerlerken karşımıza İzmir’in büyük Konak Meydanı çıktı. Az ileride balayımızı geçireceğimiz Büyük Efes Oteli’ne vardık. Odamız harikaydı. Havuza bakıyordu. Çok şık ve lükstü. Odadaki masanın üzerinde bir buz kovası içinde şampanya, meyve tepsisi ve hakiki çiçeklere iliştirilmiş, otelin düğün tebrik kartı vardı. Kahvaltılarımızı sabahları odamıza getirtirdik. Sonra kendimizi İzmir sokaklarına bırakırdık. Çok eğleniyorduk. İzmir’i karış karış geziyorduk. Her gün fuara gidip mini golf oynardık ve ben David’in tozunu attırırdım. Otelin palmiye ağaçlarıyla bezenmiş yan sokağına girer Türk – Amerikan Kültür Merkezi’nin kütüphanesinde İngilizce kitaplara dalardım. Ben kitaplara bakarken, David de sevgiyle bana bakardı. Çeşme, Kadife Kale, Karşıyaka, Balçova ve her yere gidiyorduk. Kordon boyu müthişti, oraya aşık olmuştum. Oradaki şık lokantalarda akşam yemekleri yerdik. Bazı geceler otelin alt katındaki restoranda, ünlü müzisyen Yaşar Güvenir’in piyanosu ve şarkılarıyla yemek yerdik. ”Sensiz saadet neymiş? Tatmadım bilemem ki…” Tatilin 6. gününde Kuşadası’ndaki İmbat Oteli’ne geçmiş, iki gün orada kalmıştık. O yıllarda Kuşadası çok bakir bir yerdi. Sadece İmbat Oteli, kış mevsiminde kapalı olan Club Med ve pansiyonlar vardı. Tipik bir sahil kasabası gibiydi. Kuşadası yolunda Efes Antik Harabelerini ve Meryem Ana’nın ayazmasını da ziyaret etmiştik. Efes Harabeleri beni şaşkına çevirmişti. O dönem Celcius Kütüphanesi daha yeni yeni ayağa kaldırılıyordu. Biz İzmir’i o kadar çok sevmiştik ki, ondan sonraki yıllarda çocuklarımızla veya tek başımıza orayı en az 15 kere daha ziyaret ettik ve arkeolojik kazıların sayesinde, 40 yıl içinde oranın gerçek Efes şehrine dönüştüğüne şahit olduk. Balayımızın son iki gecesini yine İzmir’deki Büyük Efes Oteli’nde tamamladık. Çok gençtik ve çok eğleniyorduk. David hiç içki içmediğinden Cola içerdi, ben de genellikle çok su içerdim. Bir akşam Kordon’da yemek yerken o kadar çok gülüyorduk ki, ben resmen gülme krizine girmiştim. David’in gözlerinden yaşlar akıyordu. Orta yaşlı bir garson gülerek yanımıza geldi ve “siz su içip sarhoş oluyorsunuz” dedi bu sefer üçümüz birden kahkahalarla gülmeye başladık.
Nihayet balayı bitti, yine faytonla limana vardık ve İstanbul Feribotu’na bindik.
Sabah uyandığımızda İstanbul’daydık. Bir taksiye binip eve döndük. Tanrım, o ne dönüştü öyle! Annem, teyzem, komşular, kahkahalar, öpücükler, kahveler, evde bizi bekleyen tebrik telgrafları ve bir yığın düğün hediyesi.
Üstümüzü değiştik, ben hemen ablamın evine uçtum Ari ve Rina artık kollarımdaydı. Ablama sular seller gibi anlatıyordum. Birbirimizin sözünü kahkahalarla kesiyorduk. David de tekrar karşıya geçmiş ve annesine gitmişti. Ardından Tahtakale’ye babasının iş yerine de uğramıştı. Biz masum çocuklar, ömrümüzde ilk defa ailelerimizden tam 11 gün uzakta kalmıştık Onları çok fazla özlemiştik. Bu size şimdi komik gelebilir ama biz gerçekten tertemiz ve çok terbiyeli, sevgi dolu gençlerdik.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Kaynak: Sara Yanarocak
1976 yılı hayatımın en kayda değer yıllarından biriydi. O sene gelin olmuştum. Her genç kızın hayallerini ta küçük yaşından itibaren gelin olmak süsler. Ben de ablamın, kızı Rina’yı dünyaya getirmesinden bir süre sonra gelinlik diktirme arayışına geçmiştim. O yılların ünlü moda evleri hep karşı tarafta olduğu için ben kendim bu işi pratikçe halletmeye karar verdim. Ablam yeni doğum yaptığından annem ve teyzem, sürekli ablamla ve bebekle ilgileniyorlardı. Yani kısacası, bunlara ayıracak pek zamanları yoktu. Bu arada Ari yuvaya gitmeye başlamıştı. Yeni doğan kardeşine alışmaya çalışıyordu. Günümüzün çoğu saati onlarda geçiyordu. Bir gün, Bahariye Caddesi’nde yürürken bir gelinlikçi vitrini gözüme çarptı. İçeri girdim, biraz gezdim, bakındım. Yanıma yaklaşan orta yaşlarda bir hanım nasıl bir şeyler istediğimi sorunca, ona ne istediğimi tarif ettim. ”Bunu çizelim mi?” diye sordu. Masaya oturdum ve istediğim modeli çizdim. Kumaşını bile söyledim. Güpür dantelden olacaktı. Duvağı tülden 10 metre olacaktı, başımda beyaz çiçeklerden bir taç olacaktı. Kadın bir hesap çıkardı. Ben annemlere danışıp tekrar geleceğimi söyledim. Eve döndüm ve o akşam annemle babama olayı anlattım, fiyatı söyledim. Babam hayretler içindeydi, anneme bakıyordu. Annem “Bu kız bana çekmiş, ben de her şeyimi kendim halletmiştim.” dedi, bakıştılar ve bana tamam dediler. Ben böyle bir kızdım işte. Ne modellere bakmak, ne etrafımdakilere fikir sormak, ne de amigoluk ihtiyacı duymak, bende bunlar yoktu. Startı alınca terziye gidip ölçü aldırdım ve provalar başladı. Bir provaya annem de geldi, ona da düğün kortejinde giyeceği tuvaletin modelini seçtik. Hatta şapkasını bile aynı terziye yaptırdı. Ablam 4 Eylül’de doğum yaptığı için, bir ay kadar sonra aynı terziye o da geldi ve onun da elbisesi dikilmeye başlandı. Bunların hepsi sakinlikle ve yollara revan olmadan yapılıyordu. Babam bana gelin çeyizim için bir miktar para tahsis etmişti. O paranın hepsini elime verdi.
Elimdeki paralarla, Kadıköy’den ve Nişantaşı’ndan kendime çok güzel elbiseler ve triko takımlar, Şişli’deki Polat Pasajı’ndan ithal, bir uzun tavşan kürk manto aldım. Kadıköy’deki Riva Mağazası’ndan krem rengi pardesü, Lingerie mağazalarından birkaç şık gecelik/sabahlık, rahat pantolon ve kazaklar, gerekli olan ayakkabı ve çizmeler, çantalar derken, elimde hala param vardı. Arta kalanı babama geri verdim. Gülerek almadı. ”Sen bunlarla istediklerini al, yoksa da kitaplar al” dedi. Anlayacağınız tek başıma abartıya kaçmadan çeyizimi de düzenleniştim. Yeni aldığımız dolap askılarıya giysilerimi özenle yeni gardrobumuza yerleştirdim. David’in de her şeyi tamamdı. Artık düğün için geriye sayım başlamıştı. Gelin yatağımı, Yahudi geleneklerine uygun olarak, anası ve babası hayatta olan, mutlu bir genç kız yapmalıydı. Behiye bize geldi ve yatağımızı yerleştirdi. Sonra salonda çikolatalar ve badem şekerleri yedik.
24 Ekim Pazar sabahı çok yağmurlu bir gündü. Duvağımı kocaman bir poşete koyup, teyzem ve annemle birlikte taksiyle daha önce anlaştığım Moda’daki Mithat Kuaför’e gittik. Orada saçlarım yıkanıp fönlendikten sonra duvağımı taktılar. Üzerimde Jean pantolon, kırmızı gömlek, duvak ve çizmelerimle Kalamiti Jane’e benzemiştim. Annemle teyzemin de saçları yapıldıktan sonra, duvağın gerisi poşette, taksiye binip eve döndük. Odama girip makyajımı yaptım. Biraz far, kirpiklere maskara ve koyu pembe bir ruj sürdüm. Kadıköylü Küçük Sara, gelin olmaya hazırdı. Gelinliğimi giyince, kendimden çok memnun ve emin bir biçimde aynaya gülümsüyordum. Elimde uzun saten kurdelesi olan tek bir gül vardı. Beyaz eldiven ve ayakkabıyı söylemeye gerek yok sanırım.
Gelin arabamız, David’in üniversiteden sınıf arkadaşı Albert Elyakim’e aitti. Arabasını o gün bize tahsis etmişti. Albert ve David çiçekçide arabayı süslemişlerdi. Albert’in arabasının arkasından da David’in abisi Hayim ve karısı Ester, arabalarıyla beni sinagoga götürmek için gelmişlerdi.
Ben babacığımla birlikte Albert’in arabasına binmiştim. Babam siyah takım elbisesi ve papyonuyla çok yakışıklıydı. Artık düğünlerde kiralık smokin ve silindir şapka takılmıyordu. Ben zaten bu sihirbaz şapkalarından hiç haz etmezdim. Erkeklerin hepsi de sinagogda beyaz ipekli kipalar takacaklardı.
Korkunç sağanak bir yağmur altında karşıya geçtik. Ablamın evlendiği yıllarda Boğaz Köprüsü henüz yapılmadığından karşıya arabalı vapurla geçmiştik. Fakat 1973 yılında Cumhuriyetin Kuruluşunun 50. yılında Boğaziçi Köprüsü tamamlanıp hizmete girince, biz Kadıköylüler için rahat ve modern bir hayat başlamıştı.
Neve Şalom Sinagogu’na geldiğimizde resimler çekildi. Ardından kortej düzene sokuldu. En önde bordo kadife takımı ve papyonuyla canımın içi Ari, arkasında babam ve ben, bizim arkamızda annem, eniştem Niso ve Venezya, en arkada ise Ester ve Hayim vardı. Ablam yeşil tonlarında, Ester pembe bej ve annem bordo renkli uzun tuvaletler giyiyorlardı. Kayınvalidem de desenli şifondan bir tuvalet giymişti.
Tabii ki heyecan ve duygu yoğunluğundan olsa gerek, düğünden her şeyi çok net anımsayamıyorum. Babamla İbranice bir ilahi eşliğinde içeriye girerken Tanrı’ya teşekkür ettiğimi çok net hatırlıyorum; babacığımın kolunda gelin olarak evlenmeme izin verdiği için. Bunu tüm gelin kızlara nasip etmesini yürekten diliyorum.
Kalabalık, yüzlerce öpüşme ve el sıkışmalardan sonra bu kez eşim David’le birlikte gelin arabasına bindik. Kocam gerçekten çok yakışıklıydı. Koyu mavi takımı ve papyonu, başında beyaz ipek kipasıyla tam hayalimdeki mavi beyaz görüntüsünü sergiliyorduk.
Sinagogdan sonra önce bir fotoğrafçıya ailece gidip hatıra fotoğrafları çekildi. Resimler çekildikten sonra David’in anneannesi Sara Kastoryano’nun oturduğu Sıracevizler’deki evine gittik. Bunu ben istemiştim. çünkü Gramama Sara hastaydı ve torununun düğününe gelememişti. Ben onun torununu damat olarak görmesini istemiş ve hayır duasını almak istemiştim. Böylece bütün Kastoryano ailesi tam takım oraya gelmişlerdi, David’in ailesi ile çekilen aile resimleri de orada çekilmişti. Anneanne çok mutluydu. Bize bakmaya doyamıyordu. Orada tatlılar yendi, herkes çok mutluydu.
Oradan çıktık ve David’lerin evine gittik. Ester ve kayınvalidemler bizden önce varmışlar, bizi evde bekliyorlardı. Ester duvağımı çıkarmama yardım etti. Saçlarımı iki yandan incecik örgülerle ördü ve tacımdaki birkaç çiçek ile tutturdu. O günkü gerginliğimi tatlı diliyle yumuşattı ve beni rahatlattı. O akşam nişanlandığımız Palet 2 adlı restoranda 16 kişilik bir masa ayırtmıştık. Oraya gittik yine Yavuz Özışık eşliğinde yemek yiyip dans ettik. Herkes mutluydu. Resimler çekildi. Eniştem bizi kamerasıyla filme çekti. Mütevazı düğünümüzün ardından arkadaşımız Albert, David’le beni o akşam kalacağımız Büyük Tarabya Oteli’ne götürdü. Aile ile vedalaştık. Annem David’e “kızıma iyi bak” dedi. Ablam sıkı sıkı sarıldı. Oğlancık kolları ve bacaklarıyla boynumda dal budak sardı. Ve yeni yaşam başladı.
Ertesi gün İstanbul Feribotu’na binerek İzmir’e balayı seyahatine çıktık. Gemi güzeldi. Akşam yemeğinde bir genç kızla arkadaş olmuş, saatlerce yaşam hakkında felsefi sohbetlere dalmıştık. Ertesi sabah feribot İzmir Limanı’na demir atmıştı. David romantik olsun diye yeni gelinini limanda taksilerle birlikte bekleyen bir faytona bindirmişti. Bir koltukta biz, karşı koltukta valizlerimiz vardı. Bu benim için müthiş bir keyifti, çünkü atlı arabalarla yolculuk etmeyi hala çok severim. Nal sesleri arasında Kordon Boyu’nu geçtik, caddelerde ilerlerken karşımıza İzmir’in büyük Konak Meydanı çıktı. Az ileride balayımızı geçireceğimiz Büyük Efes Oteli’ne vardık. Odamız harikaydı. Havuza bakıyordu. Çok şık ve lükstü. Odadaki masanın üzerinde bir buz kovası içinde şampanya, meyve tepsisi ve hakiki çiçeklere iliştirilmiş, otelin düğün tebrik kartı vardı. Kahvaltılarımızı sabahları odamıza getirtirdik. Sonra kendimizi İzmir sokaklarına bırakırdık. Çok eğleniyorduk. İzmir’i karış karış geziyorduk. Her gün fuara gidip mini golf oynardık ve ben David’in tozunu attırırdım. Otelin palmiye ağaçlarıyla bezenmiş yan sokağına girer Türk – Amerikan Kültür Merkezi’nin kütüphanesinde İngilizce kitaplara dalardım. Ben kitaplara bakarken, David de sevgiyle bana bakardı. Çeşme, Kadife Kale, Karşıyaka, Balçova ve her yere gidiyorduk. Kordon boyu müthişti, oraya aşık olmuştum. Oradaki şık lokantalarda akşam yemekleri yerdik. Bazı geceler otelin alt katındaki restoranda, ünlü müzisyen Yaşar Güvenir’in piyanosu ve şarkılarıyla yemek yerdik. ”Sensiz saadet neymiş? Tatmadım bilemem ki…” Tatilin 6. gününde Kuşadası’ndaki İmbat Oteli’ne geçmiş, iki gün orada kalmıştık. O yıllarda Kuşadası çok bakir bir yerdi. Sadece İmbat Oteli, kış mevsiminde kapalı olan Club Med ve pansiyonlar vardı. Tipik bir sahil kasabası gibiydi. Kuşadası yolunda Efes Antik Harabelerini ve Meryem Ana’nın ayazmasını da ziyaret etmiştik. Efes Harabeleri beni şaşkına çevirmişti. O dönem Celcius Kütüphanesi daha yeni yeni ayağa kaldırılıyordu. Biz İzmir’i o kadar çok sevmiştik ki, ondan sonraki yıllarda çocuklarımızla veya tek başımıza orayı en az 15 kere daha ziyaret ettik ve arkeolojik kazıların sayesinde, 40 yıl içinde oranın gerçek Efes şehrine dönüştüğüne şahit olduk. Balayımızın son iki gecesini yine İzmir’deki Büyük Efes Oteli’nde tamamladık. Çok gençtik ve çok eğleniyorduk. David hiç içki içmediğinden Cola içerdi, ben de genellikle çok su içerdim. Bir akşam Kordon’da yemek yerken o kadar çok gülüyorduk ki, ben resmen gülme krizine girmiştim. David’in gözlerinden yaşlar akıyordu. Orta yaşlı bir garson gülerek yanımıza geldi ve “siz su içip sarhoş oluyorsunuz” dedi bu sefer üçümüz birden kahkahalarla gülmeye başladık.
Nihayet balayı bitti, yine faytonla limana vardık ve İstanbul Feribotu’na bindik.
Sabah uyandığımızda İstanbul’daydık. Bir taksiye binip eve döndük. Tanrım, o ne dönüştü öyle! Annem, teyzem, komşular, kahkahalar, öpücükler, kahveler, evde bizi bekleyen tebrik telgrafları ve bir yığın düğün hediyesi.
Üstümüzü değiştik, ben hemen ablamın evine uçtum Ari ve Rina artık kollarımdaydı. Ablama sular seller gibi anlatıyordum. Birbirimizin sözünü kahkahalarla kesiyorduk. David de tekrar karşıya geçmiş ve annesine gitmişti. Ardından Tahtakale’ye babasının iş yerine de uğramıştı. Biz masum çocuklar, ömrümüzde ilk defa ailelerimizden tam 11 gün uzakta kalmıştık Onları çok fazla özlemiştik. Bu size şimdi komik gelebilir ama biz gerçekten tertemiz ve çok terbiyeli, sevgi dolu gençlerdik.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Paylaş: