Tunuslu Yahudi yazar ve düşünür Albert Memmi Fransızca yazında sömürgeciliğin felsefesi üzerine kitaplarıyla bilinir. Ancak ona ünü ilk getiren 1953’te yayımladığı ilk romanı Tuzdan Sütun’du (La Statue de Sel).
Memmi, belirgin bir şekilde otobiyografik olan romanında Alexandre Mordechai Ben-Illouche adlı karakterin Tunus’taki çocukluk ve gençliğini ve yaşadığı sıkışmışlıkları anlatıyor. Bunlardan en temeli isminden de okura yansıtılıyor. Fransız sömürgesinde, Fransızcalaşma gayesinde olan bu genç adam, özellikle kolonici çocukların da okuduğu okulunda, Alexandre ismini tercih ediyor. Orta adı Mordechai Yahudiliği açık ederken ailesinin kullandığı telaffuz Mrdkhai daha da ileri giderek ailesinin Tunus’un gettosundan, Yahudilerin alt sınıfın olduğunu da gösteriyor.
Ancak nesillerden önce Tunus’a yerleşmiş İtalyan Yahudisi bir aileden gelen babası ısrarla Yahudi gettosunda değil, gettodan bir sokak uzakta olduklarının altını çiziyor, atlara eyer yaparak geçindirdiği ailesini en fakirlerden ayırt etmekte üsteliyor. Soyadı Ben-Illouche ise Tunuslu, yani sömürge tarafından olduğunu ele verirken aslında Müslüman da olabilecek bir soyad. Ancak Alexandre’ın ismini çocukluğunu anlattığı ilk kısımda öğrenmiyoruz. Kitabın ilk üçte birinde baş karakter isimsiz bir çocuk – belki de her fakir Tunuslu Yahudi çocuk. Ancak bu kimlikler arasında aktif seçimler yapmaya başladığında adını okurla paylaşıyor.
Cin Dansı
Roman boyunca baş karakter Tunuslu, Yahudi, fakir ama eğitimli, sömürge ama Frankofon gibi kimliklerin arasında sıkışıyor. Geride bırakmak istediği fakirlik, gericilik, dindarlık, geleneksellik onu takip etmeye devam ediyor. Alexandre’ın hayatında ‘dağlı’ (Berber) olmak ve Akdenizlilik de öne çıkan kimlikler olarak göze çarpıyor.
Kendini son derece geleneksel Amazigh (Berber) annesinden ayırmaya çalışıyor. Kitabın en çarpıcı sahnelerinden birinde aile apartmanındaki kadınlar, içine cin kaçtığını düşündükleri akrabalarına danslı bir ayın yapıyor. Cinler için yapılacak kutlamanın akrabayı kurtaracağını düşünüyorlar. Yahudi olmayan müzisyenlerin geleneksel ezgileri eşliğinde tüm aile transa geçmiş bir şekilde dans ediyor. İyice laikleşen ve ailesinin bu tarz halk inancı pratiklerinden utanan Alexandre çözümü içeri kaçmakta buluyor ama müzikten etkilenmekten kendini alamıyor. Keşke Avrupalı klasik müzik de beni böyle etkileyebilse diye hayıflanıyor.
Burada anlatılan Stambeli müziği Tunus’ta halk inançlarında önemli yer tutan bir pratiktir. Bu trans ve cin kısımları da Stambeli müzik kültürünün bir parçası. Sahra üzerinden gelen kölelerin ortaya çıkardığı bu geleneksel müzikte siyah Tunusluların etkisi hala sürüyor ve Memmi’de bunu da görüyoruz. Bu cin kutlaması için eve gelen Stambeli müzisyenleri Alexandre’ın siyahlarla karşılaştığı tek sefer.
Batı’ya Bakmak ve Onu Bırakmak
Bu arada kalmışlığından kendini ‘değiştirilemez bir şekilde barbar’ olarak tanımlıyor. Batılılığa yeterince asimile olamadığından şikayet ediyor. Alexandre’ın bu batılılaşma arzusu okura iyi bir şey olarak sunulmuyor. Ancak yazar, ‘kendi’ kültüründen uzaklaştığı için onu ayıplamıyor da. Karmaşık bir üçgenin ortasında bir genci olduğu gibi, değişirken ve fikirlerini zamanla düzenlerken takip ediyoruz. Kitabın üçüncü kısmında Holokost Afrika’ya ulaştığında Alexandre Batı’nın ikiyüzlülüğüne nefretle bakıyor. İdolü olan Fransızların ona yardım etmeyi reddettiğini, onu Nazilerin eline bıraktığını görüyor. Aklında kurduğu Fransız entellektüellik, liberallik, ilerilik Holokost’un vahşeti önünde yıkılıyor. Ekstrem Batı hayranlığına meyleden genç bu sefer de tam ters yöne savruluyor. Fark ettiğini şöyle özetliyor: Nazi ortakları da Descartes kadar Fransız. Bu sözle aslında Memmi Batı nefretiyle dolmaktan ziyade hayranlığın anlamsızlığını fark ediyor demek daha doğru olur.
Batı’yla ve halk diniyle olan ilişkisi gibi Alexandre’ın Yahudilikle ilişkisi de aldığı eğitimle şekilleniyor. Kendini akılcı addeden genç ailesinin dindarlığına karşı isyan başlatıyor. Elektriğin yeni çıktığı, hahamların hala Şabat’ta elektrik açılıp açılmayacağını tartıştığı yıllardı ve Ben-Illouche ailesi Şabat’ta ışığı açmıyor. Ancak bütün Cuma gecesi karanlıkta kalmamak için ışığı önceden açık bırakıp hiç ellemiyorlar. Buna karşı bir protesto olarak Alexandre ışığı kapatıyor ve aile karanlıkta kalıyor. Kimse düğmeye dokunmuyor.
Yahudi Kimdir?
Bu isyanın ardından Alexandre ve ailesi arasında geçen bir diyalogda Memmi, modern çağda Yahudi olmanın ne demek olduğunu sorgulatıyor. Biri dindar biri dinsiz baba oğul arasındaki tartışmada bu meselenin uç figürlerini dinliyoruz. Babası Alexandre’ı Yahudi olmamakla suçluyor: Eğer Şabat’a bakmıyorsan seni Müslümanlardan ayıran ne? Bu çıkış Alexandre’a çok ters geliyor. Babası bütün gününü Yahudiler arasında geçirip Yahudi bir ortamda, kimliğini düşünmeden yaşarken, karma bir okula giden oğluna her gün kimliği hatırlatılıyor. Ona göre ‘Ben Yahudiliği ona kıyasla sosyal olarak daha çok hissediyorum.’
Siyasi düşünceleriyle de Alexandre 20. yüzyılın ilk yarısında Yahudilerin durumunu özetliyor. Ona göre Yahudiler reaksiyonist olmazdı, hep radikal siyasetlere çekilirlerdi. O dönem Yahudi siyaseti ya komünizm ya Siyonizmdi. Alexandre kendini Tunus merkezli bir sosyalizme çekilirken buluyor. Müslüman yoldaşıyla Tunus’un geleceğini konuşurken umutla doluyor. Ancak hep bir tedirginlik içinde: Ben kendimi bu memleketin çocuğu olarak görüyorum, ama ya başkaları öyle görmüyorsa? (Bu sözleri yazan Memmi sıkıca desteklediği bağımsızlıktan sonra hayatının devamını Fransa’da geçiriyor.)
Pogrom ve Sömürgelik
Kitabın başında Yahudi mahallesindeki evlerinin bahçesinin çitlerle çevrili olduğunu, kapının kilitlendiğini anlatırken anlatıcı bunun için iki sebep veriyor: hırsızlar ve pogromlar. Bu pogromlar tüm Yahudileri değil, fakir Yahudileri hedef alıyor. Zengin Yahudilerin yaşadığı mahallelerde bu şiddet hiç hissedilmiyor. Memmi’nin bu şekilde sezdirdiği pogrom sonunda gerçekleşiyor. Ancak sonrasında Alexandre sosyalist Müslüman yoldaşının tepkisinin ne kadar cılız, halklar arası ortak siyaset yürütmenin ne kadar çetrefilli olduğuyla direkt olarak yüzleşmek zorunda kalıyor. Yine de tamamen umutsuzluğa düşmüyor. Bazı Yahudiler ‘bizi asla sevmeyecekler’ diyerek bu iletişimi ve siyasi projeyi baştan savarken Alexandre hala bir olasılık görüyor. Bu konuda Yahudi arkadaşıyla tartışıyor. Arkadaşı, dayanışmacı bir siyasetin peşindeki Alexandre’ı uyarıyor: Bizi sevmezler. Cevabı hemen veriyor: Sen onları seviyor musun? Arkadaşı ise bu cevabı kaçamak buluyor ve sömürge sonrası düşünürlerin vereceği tepkiyi dillendiriyor: Benden nefret edenleri niye seveyim?
Bu arkadaş Tunus içindeki Müslüman-Yahudi gerginliğine dikkat çekse de aynı cümle aslında sömürgeleşmiş Tunuslularla sömürgeci Fransızlar arasındaki ilişki içinde geçerli ve Memmi bize bunu hissettiriyor. Bizi sömürgeleştirenleri biz neden sevelim? Niye onların diline değer verelim? Sömürgecilerin gücünü Alexandre ilk tecrübe ettiğinde şok oluyor. Okul çocukları için Fransız bir yaz kampına gönderiliyor. Kendini yalnız hissettiği, ilk kez Yahudi toplumunun dışında bir deneyim yaşadığı kampta mutsuz oluyor ve babasına onu alması için ricada bulunuyor. O ana kadar hayatının tek otoritesi olan babası oğlunu alıp götürebilmek için başını eğip kampın müdüründen izin istiyor. Alexandre babasının sömürgeci müdür önünde eğilip bükülüşünü, ardından isteğinin reddedilişini hayretle izliyor.
Kitabın sonlarında Yeni Dünya’nın kimliksel sıkışmışlıkların biteceği, Tunuslu, Yahudi, sömürge gibi kimliklerden kurtulmanın kolay olduğu bir rüya alemi olarak Alexandre’ın hayal dünyasında taht kuruyor. Yeni dünya, Fransa’nın (Avrupa’nın genel olarak) riyakarlıkla heba ettiği sözlerinin gerçek olacağı yer olarak beliriyor. Alexandre kendine Arjantin’de ütopik bir hayat düşlüyor. Gerçekleşmeyen bir ütopya…
Tunuslu Yahudi yazar ve düşünür Albert Memmi Fransızca yazında sömürgeciliğin felsefesi üzerine kitaplarıyla bilinir. Ancak ona ünü ilk getiren 1953’te yayımladığı ilk romanı Tuzdan Sütun’du (La Statue de Sel).
Memmi, belirgin bir şekilde otobiyografik olan romanında Alexandre Mordechai Ben-Illouche adlı karakterin Tunus’taki çocukluk ve gençliğini ve yaşadığı sıkışmışlıkları anlatıyor. Bunlardan en temeli isminden de okura yansıtılıyor. Fransız sömürgesinde, Fransızcalaşma gayesinde olan bu genç adam, özellikle kolonici çocukların da okuduğu okulunda, Alexandre ismini tercih ediyor. Orta adı Mordechai Yahudiliği açık ederken ailesinin kullandığı telaffuz Mrdkhai daha da ileri giderek ailesinin Tunus’un gettosundan, Yahudilerin alt sınıfın olduğunu da gösteriyor.
Ancak nesillerden önce Tunus’a yerleşmiş İtalyan Yahudisi bir aileden gelen babası ısrarla Yahudi gettosunda değil, gettodan bir sokak uzakta olduklarının altını çiziyor, atlara eyer yaparak geçindirdiği ailesini en fakirlerden ayırt etmekte üsteliyor. Soyadı Ben-Illouche ise Tunuslu, yani sömürge tarafından olduğunu ele verirken aslında Müslüman da olabilecek bir soyad. Ancak Alexandre’ın ismini çocukluğunu anlattığı ilk kısımda öğrenmiyoruz. Kitabın ilk üçte birinde baş karakter isimsiz bir çocuk – belki de her fakir Tunuslu Yahudi çocuk. Ancak bu kimlikler arasında aktif seçimler yapmaya başladığında adını okurla paylaşıyor.
Cin Dansı
Roman boyunca baş karakter Tunuslu, Yahudi, fakir ama eğitimli, sömürge ama Frankofon gibi kimliklerin arasında sıkışıyor. Geride bırakmak istediği fakirlik, gericilik, dindarlık, geleneksellik onu takip etmeye devam ediyor. Alexandre’ın hayatında ‘dağlı’ (Berber) olmak ve Akdenizlilik de öne çıkan kimlikler olarak göze çarpıyor.
Kendini son derece geleneksel Amazigh (Berber) annesinden ayırmaya çalışıyor. Kitabın en çarpıcı sahnelerinden birinde aile apartmanındaki kadınlar, içine cin kaçtığını düşündükleri akrabalarına danslı bir ayın yapıyor. Cinler için yapılacak kutlamanın akrabayı kurtaracağını düşünüyorlar. Yahudi olmayan müzisyenlerin geleneksel ezgileri eşliğinde tüm aile transa geçmiş bir şekilde dans ediyor. İyice laikleşen ve ailesinin bu tarz halk inancı pratiklerinden utanan Alexandre çözümü içeri kaçmakta buluyor ama müzikten etkilenmekten kendini alamıyor. Keşke Avrupalı klasik müzik de beni böyle etkileyebilse diye hayıflanıyor.
Burada anlatılan Stambeli müziği Tunus’ta halk inançlarında önemli yer tutan bir pratiktir. Bu trans ve cin kısımları da Stambeli müzik kültürünün bir parçası. Sahra üzerinden gelen kölelerin ortaya çıkardığı bu geleneksel müzikte siyah Tunusluların etkisi hala sürüyor ve Memmi’de bunu da görüyoruz. Bu cin kutlaması için eve gelen Stambeli müzisyenleri Alexandre’ın siyahlarla karşılaştığı tek sefer.
Batı’ya Bakmak ve Onu Bırakmak
Bu arada kalmışlığından kendini ‘değiştirilemez bir şekilde barbar’ olarak tanımlıyor. Batılılığa yeterince asimile olamadığından şikayet ediyor. Alexandre’ın bu batılılaşma arzusu okura iyi bir şey olarak sunulmuyor. Ancak yazar, ‘kendi’ kültüründen uzaklaştığı için onu ayıplamıyor da. Karmaşık bir üçgenin ortasında bir genci olduğu gibi, değişirken ve fikirlerini zamanla düzenlerken takip ediyoruz. Kitabın üçüncü kısmında Holokost Afrika’ya ulaştığında Alexandre Batı’nın ikiyüzlülüğüne nefretle bakıyor. İdolü olan Fransızların ona yardım etmeyi reddettiğini, onu Nazilerin eline bıraktığını görüyor. Aklında kurduğu Fransız entellektüellik, liberallik, ilerilik Holokost’un vahşeti önünde yıkılıyor. Ekstrem Batı hayranlığına meyleden genç bu sefer de tam ters yöne savruluyor. Fark ettiğini şöyle özetliyor: Nazi ortakları da Descartes kadar Fransız. Bu sözle aslında Memmi Batı nefretiyle dolmaktan ziyade hayranlığın anlamsızlığını fark ediyor demek daha doğru olur.
Batı’yla ve halk diniyle olan ilişkisi gibi Alexandre’ın Yahudilikle ilişkisi de aldığı eğitimle şekilleniyor. Kendini akılcı addeden genç ailesinin dindarlığına karşı isyan başlatıyor. Elektriğin yeni çıktığı, hahamların hala Şabat’ta elektrik açılıp açılmayacağını tartıştığı yıllardı ve Ben-Illouche ailesi Şabat’ta ışığı açmıyor. Ancak bütün Cuma gecesi karanlıkta kalmamak için ışığı önceden açık bırakıp hiç ellemiyorlar. Buna karşı bir protesto olarak Alexandre ışığı kapatıyor ve aile karanlıkta kalıyor. Kimse düğmeye dokunmuyor.
Yahudi Kimdir?
Bu isyanın ardından Alexandre ve ailesi arasında geçen bir diyalogda Memmi, modern çağda Yahudi olmanın ne demek olduğunu sorgulatıyor. Biri dindar biri dinsiz baba oğul arasındaki tartışmada bu meselenin uç figürlerini dinliyoruz. Babası Alexandre’ı Yahudi olmamakla suçluyor: Eğer Şabat’a bakmıyorsan seni Müslümanlardan ayıran ne? Bu çıkış Alexandre’a çok ters geliyor. Babası bütün gününü Yahudiler arasında geçirip Yahudi bir ortamda, kimliğini düşünmeden yaşarken, karma bir okula giden oğluna her gün kimliği hatırlatılıyor. Ona göre ‘Ben Yahudiliği ona kıyasla sosyal olarak daha çok hissediyorum.’
Siyasi düşünceleriyle de Alexandre 20. yüzyılın ilk yarısında Yahudilerin durumunu özetliyor. Ona göre Yahudiler reaksiyonist olmazdı, hep radikal siyasetlere çekilirlerdi. O dönem Yahudi siyaseti ya komünizm ya Siyonizmdi. Alexandre kendini Tunus merkezli bir sosyalizme çekilirken buluyor. Müslüman yoldaşıyla Tunus’un geleceğini konuşurken umutla doluyor. Ancak hep bir tedirginlik içinde: Ben kendimi bu memleketin çocuğu olarak görüyorum, ama ya başkaları öyle görmüyorsa? (Bu sözleri yazan Memmi sıkıca desteklediği bağımsızlıktan sonra hayatının devamını Fransa’da geçiriyor.)
Pogrom ve Sömürgelik
Kitabın başında Yahudi mahallesindeki evlerinin bahçesinin çitlerle çevrili olduğunu, kapının kilitlendiğini anlatırken anlatıcı bunun için iki sebep veriyor: hırsızlar ve pogromlar. Bu pogromlar tüm Yahudileri değil, fakir Yahudileri hedef alıyor. Zengin Yahudilerin yaşadığı mahallelerde bu şiddet hiç hissedilmiyor. Memmi’nin bu şekilde sezdirdiği pogrom sonunda gerçekleşiyor. Ancak sonrasında Alexandre sosyalist Müslüman yoldaşının tepkisinin ne kadar cılız, halklar arası ortak siyaset yürütmenin ne kadar çetrefilli olduğuyla direkt olarak yüzleşmek zorunda kalıyor. Yine de tamamen umutsuzluğa düşmüyor. Bazı Yahudiler ‘bizi asla sevmeyecekler’ diyerek bu iletişimi ve siyasi projeyi baştan savarken Alexandre hala bir olasılık görüyor. Bu konuda Yahudi arkadaşıyla tartışıyor. Arkadaşı, dayanışmacı bir siyasetin peşindeki Alexandre’ı uyarıyor: Bizi sevmezler. Cevabı hemen veriyor: Sen onları seviyor musun? Arkadaşı ise bu cevabı kaçamak buluyor ve sömürge sonrası düşünürlerin vereceği tepkiyi dillendiriyor: Benden nefret edenleri niye seveyim?
Bu arkadaş Tunus içindeki Müslüman-Yahudi gerginliğine dikkat çekse de aynı cümle aslında sömürgeleşmiş Tunuslularla sömürgeci Fransızlar arasındaki ilişki içinde geçerli ve Memmi bize bunu hissettiriyor. Bizi sömürgeleştirenleri biz neden sevelim? Niye onların diline değer verelim? Sömürgecilerin gücünü Alexandre ilk tecrübe ettiğinde şok oluyor. Okul çocukları için Fransız bir yaz kampına gönderiliyor. Kendini yalnız hissettiği, ilk kez Yahudi toplumunun dışında bir deneyim yaşadığı kampta mutsuz oluyor ve babasına onu alması için ricada bulunuyor. O ana kadar hayatının tek otoritesi olan babası oğlunu alıp götürebilmek için başını eğip kampın müdüründen izin istiyor. Alexandre babasının sömürgeci müdür önünde eğilip bükülüşünü, ardından isteğinin reddedilişini hayretle izliyor.
Kitabın sonlarında Yeni Dünya’nın kimliksel sıkışmışlıkların biteceği, Tunuslu, Yahudi, sömürge gibi kimliklerden kurtulmanın kolay olduğu bir rüya alemi olarak Alexandre’ın hayal dünyasında taht kuruyor. Yeni dünya, Fransa’nın (Avrupa’nın genel olarak) riyakarlıkla heba ettiği sözlerinin gerçek olacağı yer olarak beliriyor. Alexandre kendine Arjantin’de ütopik bir hayat düşlüyor. Gerçekleşmeyen bir ütopya…
Paylaş: