Kültür Sanat Makaleler

Pek Lüks Bir Cehennem: Küt Oynayan Kadınlar – Büşra Uyar

Soğuk. Yerinden sökülen saat kuleleri, dış yüzeyi uhuyla yapıştırılmışçasına sökülen evler, sistemin gözünde birilerinin yavan pizzasından daha değersiz olduğu için fırtınaya karşı hayat mücadelesi veren kuryeler, tabiatın ve ekonominin korkunç raksını hiçbir şekilde ciddiye almayanlar…

Halbuki, çok değil, birkaç önce de çok sıcaktı. Orman yangınları iklim krizinin en yıkıcı sonuçlarından biri olsa da, ülkeyi kaplayan bu kıyametin suçu yalan yanlış bilgilerle kolayca ötekilerin üzerine yıkılmış, ekoloji -yine- hiçbir şekilde ciddiye alınmadan “Fındık, zeytin ekelim, ekonomiye faydası olsun” gibi tuhaf fikirler etrafa saçılmış, “Keşke benim evim yansaydı diyeceksiniz,” açıklamaları herkesin kanını dondurmuş, yangın söndürme çalışmalarına pet şişelerle, imece usulü yardım etmeye çalışan halk birilerinin dalga konusu olmuştu. Evet, sıcaktı; asap bozucu derecede sıcak.

İçinde bulunduğumuz gerçeklik, dünyanın neresinde olursak olalım, hummalı bir distopya gibi işliyor adeta: Doğa için, kadınlar için, bedeni ve tercihleriyle istediği gibi yaşamak isteyenler için, asla hesabı verilmeyen bir tarihin ötekileri, şeytanlaştırılarak katledilenleri için…

Raşel Meseri, kendi içinde farklı temalarla işleyen bu devasa distopyanın farkında. Ve tam da bu gerçekliğin içinde, hayatımız boyunca aşina olduğumuz ama derinlerine nüfuz edemediğimiz “o” hayatları anlatabiliyor bize. Kimi zaman Kırık Şehir’deki gibi okurunu korkunç bir fırtınaya hapsederek; kimi zaman da ferah ve pek de lüks bir Çeşme yazlığında, “mahalle yanarken saçını tarayan” o kadınların masasına bizleri konuk ederek!

Meseri’nin son romanı Küt Oynayan Kadınlar, tam da romanın atmosferine uygun olacak şekilde, geçtiğimiz Temmuz ayının sıcağında çıkmıştı Alfa Yayınları’ndan. Bu romanda alımlı ve pek havalı Rezzan’ı Çeşme’deki lüks villasında ziyaret etmiştik. Her biri muazzam bir temaya bürünmüş oyun köşeleri, leziz ikramları, ihtişamlı yemek takımları, pek becerikli ve “iyisine az rastlanır” mosa[1]ları ve Küt oynayan kadınlarıyla sıcak, adeta dudağımızın üstünü terleten cinsten bir temsildi bu.

Dullar, evde kalmışlar, daha iyi bir hayatın hırsıyla kendini yiyip bitirenler… Evet, onlar tiz kahkahaları, manikürlü elleri, -şanslı olanları için- zengin kocaları ve kumarda kaybetmekten gocunmadıkları paralarıyla birer stereotip belki; fakat Meseri’nin adeta sosyolojik bir çiçek dürbünü haline gelen kaleminde yalnızca öyle kalmaları mümkün değil! Bir masa etrafında toplanan yedi kadının tiz kahkahaları ve boşvermişliği ardında kendileriyle, oldukları ve olmak istedikleri yerle ilgili hesaplaşmaları, ötekileştiren ve küçümseyen öfkeleri ya da çoğumuzun aşina olmadığı Ladino diline sakladıkları travmalarla dolu tarihleri, ötekileştirilmişlikleri var aslında…

Yahudilik ve özellikle son günlerde Netflix yapımı Kulüp dizisinde, Gökçe Bahadır’ın şahane performansıyla çoğumuzun ilk defa “yaşarken” gördüğü Ladino dili, çok ince bir hat oluşturuyor metinde. Zira Rezzan geçip giden yıllara rağmen çok alımlı, çok sevdiği Müslüman kocası sayesinde çok zengin ve nispeten güvende. Bu güven veren sosyo-ekonomik gerçeklik ve bize ait Türkçe, Rezzan’ın masadakileri ve hatta bizleri bile küçümseyebilmesini, ezip geçebilmesini sağlıyor. Oysa Ladino dili, Rezzan’a ait bilinmeyen bir tarihi anlatırken, aslında fazlasıyla bilinen ve asla hesabı verilmeyen bir zulmün panoramasını da oluşturuyor bizler için. Kitap boyunca Madam Lea, Rezzan ve Rezzan’ın kızı Yasemin arasında işleyen bu dil, bir anda bizi oyun masasından çekerek tozlu, acı dolu geçmişe sürüklüyor.

Ama sürüklediği yerden de geri getiriyor tabii. Bunu da masadakilerin, ruhunun derinliklerine sakladığı o ırkçılıkla yapıyor kimi zaman. Bir kadının öfkeyle -ve günlük hayatta ne yazık ki sıkça şahit olduğumuz şekilde- “Bu Yahudi’den benim neyim eksik!?” diye düşündüğünü görüyoruz. Sonrasında kendini kınasa da ne fayda; bir tektip olması gerektiği gibi tektipleştirilmiş o kıyaslamayı atıyor sayfanın ortasına. İşte tam bu noktada Meseri, bunlardan azade etmiyor bizi. O göz devirdiğimiz stereotiplere hiçbir şekilde sırtını dönmüyor. Aksine, onları kusursuz bir şekilde çizdikten sonra sınıfsal ve kültürel yaralarla onların içindeki bireysel kıyameti başlatıyor bir bakıma. Hesaplaşmalar kavgaları, hırs ırkçılığı, güç küçümsemeyi harlarken hem içeriden hem dışarıdan bir ateş kaplıyor kadınların masasını. Bu ateş, erbilmişlerindiline pelesenk ettiği -ve hakkında en ufak fikir sahibi olmadığı- o menopoz ateşine de benzemiyor üstelik!

Kırık Şehir karanlık, ıslak ve klostrofobik bir romandı; Küt Oynayan Kadınlar ise onun aksine sıcak, havadar ve pek klas. Halbuki iki roman da bir tür cehennemin kalemde vücut bulmuş hali. Ama Raşel Meseri’nin cehennemleri, hedonistliğin cezasının çekildiği sıkıcı bir arena değil. Açıkça söylemek gerekirse, insanı sürekli pişman olmaya iten didaktik de değil. Cehennem bile eşitlik olduğu sürece hayatın yeniden kurulabileceği bir yer onun için: Kadınlar ve eşitlik. 


[1] Ladino dilinde “hizmetçi”