Makaleler

Biraz saf mıyım? Bir Hanuka Hikayesi

Hayata biraz saf ya da naif bakıyorum sanırım. Henüz bir zararını görmedim, size de tavsiye ederim aslında. Belki de okuduktan sonra ‘’naif değil ya bu’’ dersiniz, onu bilemem… Ben anlatayım siz karar verin.

Mucizelere inanmak istiyorum. O yüzden de inanmayı seçiyorum. Gerçekçiler veya değiller diye bakmıyorum. Niye mi? Çünkü hayat böyle çok daha keyifli geliyor. Şimdilik bu kadarını paylaşsam yeter. Bu konu aklıma nerden mi geldi? Hemen anlatayım.

Geçtiğimiz sekiz gün, dünyanın dört bir tarafındaki Yahudilerin hanukiya adını verildiği bir şamdana her akşam bir mum daha ekleyerek yaktığı ve ışığına baktığı bir bayramdı. Arkasındaki hikaye ise çok basit.

Vakti zamanında her gün yağ kullanılarak yakılan bir ‘’mum’’ varmış, bir savaş, yıkım ve talan sonucu bir günlük yağ kalmış ama bu yağ mucizevi bir şekilde yanması beklendiğinden yedi gün daha fazla yanmış. Sormanız gereken soru ne? Eğer amaç yedi gün fazla yanmasının mucizesini kutlamaksa bu bayram neden sekiz gün boyunca kutlanıyor? Neden yedi değil?

Bununla ilgili düşünürken aklıma çok güzel bir fikir geldi. Sekiz gün yanmasını kutlayacağımıza neden yedi gün yanmasını kutlayalım ki aslında? Birinci günün yanmasının mucize olmadığını kim söyledi? Tabii ki ona da bir mucize olarak bakabiliriz. Yok yok ‘’Doğanın kanunu bu, herhalde yağa fitili koyup ateşe verince yanacak’’ demeyin. Mum yakmayı çok seven biri olarak (hatta maalesef mum bağımlısı biri olarak -evimin her odasında en az bir mum var) deneyip başaramadığım zamanlar oldu. Nemden ıslanmış yanmadığı oldu, çakmağımın gazı bitmiş yanmadığı oldu… Dünyanın bin bir türlü hali var derler ya, gerçekten de var. Hayır bence asıl işin komik yanı bizim kontrolde olduğumuzu sanmamız. Ben yakarım yanar. Bu neyin egosu? Yanması lazım ne demek, şimdiye kadar yandı diye şimdi de hemen yanacağını kim söyledi? İnsan beyni de tuhaf şey.  

Bu hafta bir yazı okuyordum, ‘’Newton’un başına o elma düşmese yer çekimini yine de bulur muydu’’ diyordu. Ne güzel soru. Kesin başınıza gelmiştir, o an orada olmasaydım şu olmazdı dediğiniz bir durum.

Kontrolde olmadığımızı anlamak için çok ilginç zamanları yaşıyoruz aslında. Korona sebebiyle dünyadaki çeşitli ülkelerin tekrardan kapanmayı gündeme alması; mesela bizim hiç kontrolünde olmadığımız bir virüsün hayatımızı bu denli etkilemesi…

Babamın hep bahsettiği bir film vardır. Rastlantının Böylesi (Sliding Doors) filminin konusu baş karakterin metroya kapılar kapanmadan yetişebilen ve yetişemeyen versiyonlarının yaşadığı farklı hayatlardır. Hayatınızda şu an bir şey farklı olsa kalanı nasıl olurdu diye hiç düşünüyor musunuz? Hayatta bizim dışımızda gelişen milyonlarca koşul var. Biz o koşullar içinde kendi hayatımızı sürüyoruz, hayatımızın totalini etkilemediğimiz aşikar. Bunu kabul etmek nasıl bir rahatlama? Bunu bilirken mumun ilk gün bile yanmasını mucize olarak görmemek mümkün mü?

Geçtiğimiz iki aydır bir mindfullness eğitimi alıyorum. Her sabah bir nefes meditasyonu yapmamız gerekiyordu bu eğitim için. Bu süreçte de benim son baharın gelişiyle artan alerjilerim nefes alışımı son derece zorlaştırdı. (Bundan bile iyi bir sonuç çıkarmak gibi olmasın çünkü alerjilerimle hiç hoşlaşmıyoruz ama…) Bu sayede aslında rahat nefes alabilmenin bile ne büyük bir mucize olduğunu gerçekten hissettim. Keşke bunu hissetmek için her gün nefesime odaklanacağım bir meditasyon yapmam gerekmeseydi tabi ama en azından bu şekilde değerini biliyim hiç olmazsa. Nefesimiz gibi en hafife aldığımız (oysa aslında bizi hayatta tutan şey) bile gerçekleşeceği kesin bir şey değil. He biz kesin diye bakmazsak kafayı yiyebiliriz orası ayrı. Ama en azından arada bir içinde yaşadığımız mucizeler diyarının da bir farkına varalım isterim. Mumun ilk gün yanmasının diğer günler yanması gibi bir mucize olduğunu düşünelim isterim. Naif maif, küçük şeylerle heyecanlanalım isterim.

Bunları da öylesine istiyor olmayayım. Bu Kadar Akıllıysan Neden Mutlu Değilsin adlı kitabında Raj Ragunathan’ın değindiği bir araştırmadan bahsedeyim size. Bir huzurevinde, araştırmacılar katılımcıların bir grubuna hangi bitkiyi yetiştirmek istedikleri ve başka bir grubuna hangi filmi izlemek istedikleriyle ilgili seçim/kontrol hakkı veriliyor. Diğer bir gruba ise hiç kontrol hakkı verilmiyor. Kontrol hakkı verilenler arasından sürecin sonunda verilmeyenlere göre vefat edenlerin sayısı iki katı olduğu ortaya çıkıyor. Bu araştırma, araştırmanın yapılmadığı topluluklarla da karşılaştırılıyor ve sonuçlar yine çok etkileyici. Kontrolü bırakmanın, mucizeleri kutlamanın bize daha iyi geldiğini (belki de çok naif olmadığını) gösteren bir araştırma değil mi ama?

Belki sizi de biraz saf ve naif olmaya, mucizelere inanmaya, kontrolde olmadığımızı içselleştirmeye, hayatın bize sunduğu küçük şeyleri kutlamaya teşvik edebilmişimdir. Bunları da söyledikten sonra tam da bu konuya uyan Polo&Pan’in çok sevdiğim şarkısı Arc-en-ciel (Gökkuşağı)’i ile sonlandırayım sözlerimi.

Ferme les yeux c’est essentiel
Pour ce voyage existentiel
Qui te mènera jusqu’au septième
Oublie les jeux artificiels
Rejoins-moi sur mon arc-en-ciel
Je t’amènerai jusqu’au septième
Prends ce chemin accidentel
Qui te guide vers mon arc-en-ciel
Tout droit direction le septième ciel

Gözlerini kapat bu gerekli
Bu varoluşsal yolculuk için
Bu seni yedinciye yönlendirecek
Yapay oyunları unut
Gökkuşağımda bana katıl
Seni yedinciye götüreceğim
Bu tesadüfi yoldan git
Bu seni gökkuşağıma götürecek
Dümdüz devam eden yön yedinci cennet

** Bu konuda siz ne düşündünüz? İlk gece de mucize midir? Kontrolü bırakmak nasıl geldi? Şarkı nasıl? Avlaremoz’un Facebook ve Twitter hesaplarından yorumlarınızı bekliyorum! Daha fazlası için beni Instagram’da @coachanitakaneti hesabında bulabilirsiniz.