“Kafka’nın yalnızca edebiyat için yaşadığı aşikârdır: Edebiyat onun takıntısı, varlık nedeni ve cankurtaran simidiydi. Düşkün bir dünyaya cevabıdır edebiyat.”
Michael Löwy, Franz Kafka Boğun Eğmeyen Hayalperest
Ömrünü yazıya vakfeden Kafka hayattayken yeterince tanınmaz. Hastalığı ilerleyince ise yakın arkadaşı Max Brod’a vasiyette bulunur: ölünce yazdığı her şey yakılmalıdır. Yayımlanmış ya da yayımlanmamış kitapları, öyküleri, mektupları. Kelimelerden oluşturduğu izleri, belki de yaşadığını en yoğun hissettiği anların toplamı olan eserleri ivedi bir şekilde yok edilmelidir. Gelecek zamanda yer edinmek istemediğinden mi yoksa yazdıklarını yok edip huzura kavuşturmak istediğinden mi bu kararı vermiştir bilemesek de Max Brod’un “sadakatsizliği” vesilesiyle modern edebiyatın en büyük yazarlarından birisini okumaya devam ediyoruz.
1883’te orta sınıf Yahudi bir ailede dünyaya gelen Franz Kafka eğitimini Prag’daki Alman okullarında tamamlar. Üniversitede edebiyata ve sanata olan ilgisi kimya eğitiminin önüne geçince fakülte değiştirmeye karar verir. Fakat ne okuyacağına dair karar annesinin ve babasının “isteği” doğrultusunda alınır ve hukuk okumaya başlar. Kafka üniversite yılları boyunca sanat, edebiyat, Yiddiş tiyatrosu ve siyasetle yoğun bir şekilde ilgilenir. Üniversiteyi bitirdikten sonra Bohemya Krallığı İşçi Kaza Sigortaları Kurumunda işe başlar. Ve yazmaya devam eder. 1912 yılında Felice Bauerle nişanlanmıştır, 1917’de Felice’den ayrılana kadar en özgün eserlerini kaleme alır. 1924 yılında hayata gözlerini yuman Franz Kafka’nın ölümünden sonra yayımlanan ilk romanı Amerika –ya da öteki adı ile Kayıp- Max Brod tarafından hazırlanır.
Kafka’nın eserlerinde aşina olduğumuz yersiz yurtsuzluk, yalnızlık, zorbalık, otorite, baba yasası, suçluluk, adaletsizlik, iktidar temaları ve bu temalara eşlik eden despotik ve deklase karakterler bu sefer Kafka’nın Amerikan rüyasında karşımıza çıkar. Rüya nevi şahsına münhasır tarzıyla her ne kadar Kafka’nın diğer yapıtlarına kıyasla daha akıcı bir anlatı, daha fazla umut, daha fazla mizahi unsur barındırsa da yer yer kafkaesk kâbusa dönüşür. Kafka daha önce hiç gitmediği Amerika’yı 16 yaşındaki bir delikanlının gözünden anlatmaya başlar. O genç, yani Karl Rosmann, yersiz yurtsuzlukla çok erken tanışan bir göçmendir. Gökdelenleri, tıkır tıkır işleyen makineleri, aşırı zenginliğin ve aşırı fakirliğin şekillendirdiği hayatları görecektir yeni ülkesinde. Kapitalist devleşmeye karşın sistemin “küçülttüğü” insanların yaşadığı “fırsatlar cenneti”dir orası. Ultra modern Amerikan medeniyetine doğru cebinde beş parası olmadan yola çıkan göçmen Rosmann iyi niyeti ve kaybetmekten çok korktuğu bavulu ile Amerika’ya varacaktır.
Roman gemide başlar, gemi bir makinedir. Daha sonra Karl’ın iş bulacağı otel yine bir makine olarak görülmelidir. İnsanlık dışı ve öldürücü makineleşme bireyi körleştirip, şeyleştirir ve aslında Amerika da dev bir makinedir. Roman göçmen olmak ve Taylorizmin acımasız çarkında ezilmeye dair net tasvirlerle bezelidir. Romanın ilk bölümü Ateşçi, şu cümlelerle açılır: “Bir hizmetçi kız onu baştan çıkarıp, ondan çocuk peydahladığı için yoksul anne babası tarafından Amerika’ya yollanan 16 yaşındaki Karl Rosmann, hızını artık kesmiş olan gemiyle New York limanına girerken uzun süredir izlediği özgürlük heykelini sanki ansızın güçlenen bir güneş ışığında gördü. Heykelin kılıcı tutan kolu sanki yeniden havaya kalkmış gibiydi ve bedeninin çevresinde özgür rüzgârlar esiyordu.”
Kafka daha başlar başlamaz Amerika’nın yegâne sembolü olan özgürlük heykelinin aslında göğe yükselttiği meşaleyi kılıçla değiştirmeyi tercih etmiş. Orijinal adı “Dünyayı Aydınlatan Özgürlük” olan heykel 19. Yy’da Amerika’ya göçün simgesi haline gelmişti. Her şeylerini geride bırakıp hayatlarında ilk kez geldikleri bu ülkede göçmenleri karşılayan ve selamlayan anıtın etrafında özgür rüzgarlar esse de roman bize boynu kıldan ince olan göçmenlerin her an enselerinde hissedecekleri bir kılıcın varlığını açıkça söylemektedir. Kahramanımız Karl ise heykeli çok yüksek bulur, yerinden kıpırdamadan heykeli izlemeye devam eder. Bu esnada güvertede gemiyi terk etmek için bekleşen yolcular Karl Rosmann’ı bir kenara itiştirirken, Karl şemsiyesini odasında unuttuğunu hatırlar. Şemsiyeyi almak için odasına gitmek ister lakin kestirme yol kapalıdır ve farklı bir yerden gitmeye çalışır. Koridorlar, labirentler, merdivenler arasında kaybolur. Dava’dan ve Şato’dan gayet iyi bildiğimiz bu klostrofobik ambians Kafka’nın bir şeye ulaşamama, çıkmazda kalma, engellerle cebelleşme hissini okuyucuya aktarır. (Romanın ilerleyen bölümlerinde benzer bir karmaşa tekrar karşımıza çıkacak) Karl Rosmann kaybolmanın verdiği endişe ile bulduğu ilk kapıyı çalıp, geminin ateşçisiyle tanışır. Onunla gelişen sohbet hem romanın genelini temellendiren konulara dair ipuçları verir hem de Kafka’nın eleştirel yönünü keskinleştirir. Aslında okula gitmek isteyen Rosmann parasız olduğu için bunu yapamayacağını söyler. Üstelik yabancı düşmanlığı Amerika’nın her yerinde mevcuttur. Fakirlik ve göçmenlik Rosmann’ın uğrayabileceği haksızlıklara dair önemli nedenlerdir. Ateşçi ise tüm yaşamı boyunca çok çalışmış, üstlerinin övgüsünü defalarca işitmiş bir işçidir. Fakat bu gemide kendini artık işe yaramaz hissetmeye başlamış, çalıştığı makine dairesinin artık yeterince işlemeyen bir parçası haline gelmiştir. Üstelik maaşı tüm emeğine karşın bir lütuf gibi verilmektedir. Karl Rosmann ateşçinin anlattıklarına sinirlenip bunlara boyun eğmemesi gerektiğini söyler. Adaletsizliğe ilk karşı çıkıştır bu. Hak aramayı reddeden ateşçi ise bir müddet sonra Karl ile birlikte kaptanın odasına gitmeye karar verir. Şemsiyesini aramak için gemiye geri dönen Karl Rosmann kendini sistemin çarklarında ezilen işçi için adalet ararken bulur. Ama Kafka’nın müthiş mizahı bizi bambaşka bir noktaya götürecektir. Çünkü Karl Rosmann kaptanın odasında senatör dayısı ile karşılaşır. Acaba Karl Rosmann’ın akıbeti senatör dayısının hamiliği ile değişecek midir? Ya da K. makinelerin iktidarında acımasızca yabancılaşacak mıdır?
Kafka’nın Amerika’sı kapitalist sanayi toplumuna yönelik Marksist eleştirilerle dolu bir romandır. Roman cezalandırıcı otoriter sistemi ve gelişmiş teknik aygıtların insanlar üzerindeki egemenliğini modern edebiyata taşımıştır. Kafka kitlesel üretimin bir sonucu olarak çalışmanın uzmanlaşmasını ve emekçiyi makinenin hasarlı hatta işe yaramaz parçası haline getiren sistemi yani Taylorizmi, Amerikan toplumunun temsili üzerinden 1912 yılında yazmaya başlamıştır. Ama anlatılan hepimizin hikâyesidir.
–Avlaremoz’un resmi bir görüşü yoktur. Yayımlanan yazılar, yazı sahibinin kendi görüşleridir. Çok sesli bir platform olma amacı taşıyan Avlaremoz’da, nefret söylemi içermedikçe, farklı düşünceler kendisine yer bulmaktadır.
“Kafka’nın yalnızca edebiyat için yaşadığı aşikârdır: Edebiyat onun takıntısı, varlık nedeni ve cankurtaran simidiydi. Düşkün bir dünyaya cevabıdır edebiyat.”
Michael Löwy, Franz Kafka Boğun Eğmeyen Hayalperest
Ömrünü yazıya vakfeden Kafka hayattayken yeterince tanınmaz. Hastalığı ilerleyince ise yakın arkadaşı Max Brod’a vasiyette bulunur: ölünce yazdığı her şey yakılmalıdır. Yayımlanmış ya da yayımlanmamış kitapları, öyküleri, mektupları. Kelimelerden oluşturduğu izleri, belki de yaşadığını en yoğun hissettiği anların toplamı olan eserleri ivedi bir şekilde yok edilmelidir. Gelecek zamanda yer edinmek istemediğinden mi yoksa yazdıklarını yok edip huzura kavuşturmak istediğinden mi bu kararı vermiştir bilemesek de Max Brod’un “sadakatsizliği” vesilesiyle modern edebiyatın en büyük yazarlarından birisini okumaya devam ediyoruz.
1883’te orta sınıf Yahudi bir ailede dünyaya gelen Franz Kafka eğitimini Prag’daki Alman okullarında tamamlar. Üniversitede edebiyata ve sanata olan ilgisi kimya eğitiminin önüne geçince fakülte değiştirmeye karar verir. Fakat ne okuyacağına dair karar annesinin ve babasının “isteği” doğrultusunda alınır ve hukuk okumaya başlar. Kafka üniversite yılları boyunca sanat, edebiyat, Yiddiş tiyatrosu ve siyasetle yoğun bir şekilde ilgilenir. Üniversiteyi bitirdikten sonra Bohemya Krallığı İşçi Kaza Sigortaları Kurumunda işe başlar. Ve yazmaya devam eder. 1912 yılında Felice Bauerle nişanlanmıştır, 1917’de Felice’den ayrılana kadar en özgün eserlerini kaleme alır. 1924 yılında hayata gözlerini yuman Franz Kafka’nın ölümünden sonra yayımlanan ilk romanı Amerika –ya da öteki adı ile Kayıp- Max Brod tarafından hazırlanır.
Kafka’nın eserlerinde aşina olduğumuz yersiz yurtsuzluk, yalnızlık, zorbalık, otorite, baba yasası, suçluluk, adaletsizlik, iktidar temaları ve bu temalara eşlik eden despotik ve deklase karakterler bu sefer Kafka’nın Amerikan rüyasında karşımıza çıkar. Rüya nevi şahsına münhasır tarzıyla her ne kadar Kafka’nın diğer yapıtlarına kıyasla daha akıcı bir anlatı, daha fazla umut, daha fazla mizahi unsur barındırsa da yer yer kafkaesk kâbusa dönüşür. Kafka daha önce hiç gitmediği Amerika’yı 16 yaşındaki bir delikanlının gözünden anlatmaya başlar. O genç, yani Karl Rosmann, yersiz yurtsuzlukla çok erken tanışan bir göçmendir. Gökdelenleri, tıkır tıkır işleyen makineleri, aşırı zenginliğin ve aşırı fakirliğin şekillendirdiği hayatları görecektir yeni ülkesinde. Kapitalist devleşmeye karşın sistemin “küçülttüğü” insanların yaşadığı “fırsatlar cenneti”dir orası. Ultra modern Amerikan medeniyetine doğru cebinde beş parası olmadan yola çıkan göçmen Rosmann iyi niyeti ve kaybetmekten çok korktuğu bavulu ile Amerika’ya varacaktır.
Roman gemide başlar, gemi bir makinedir. Daha sonra Karl’ın iş bulacağı otel yine bir makine olarak görülmelidir. İnsanlık dışı ve öldürücü makineleşme bireyi körleştirip, şeyleştirir ve aslında Amerika da dev bir makinedir. Roman göçmen olmak ve Taylorizmin acımasız çarkında ezilmeye dair net tasvirlerle bezelidir. Romanın ilk bölümü Ateşçi, şu cümlelerle açılır: “Bir hizmetçi kız onu baştan çıkarıp, ondan çocuk peydahladığı için yoksul anne babası tarafından Amerika’ya yollanan 16 yaşındaki Karl Rosmann, hızını artık kesmiş olan gemiyle New York limanına girerken uzun süredir izlediği özgürlük heykelini sanki ansızın güçlenen bir güneş ışığında gördü. Heykelin kılıcı tutan kolu sanki yeniden havaya kalkmış gibiydi ve bedeninin çevresinde özgür rüzgârlar esiyordu.”
Kafka daha başlar başlamaz Amerika’nın yegâne sembolü olan özgürlük heykelinin aslında göğe yükselttiği meşaleyi kılıçla değiştirmeyi tercih etmiş. Orijinal adı “Dünyayı Aydınlatan Özgürlük” olan heykel 19. Yy’da Amerika’ya göçün simgesi haline gelmişti. Her şeylerini geride bırakıp hayatlarında ilk kez geldikleri bu ülkede göçmenleri karşılayan ve selamlayan anıtın etrafında özgür rüzgarlar esse de roman bize boynu kıldan ince olan göçmenlerin her an enselerinde hissedecekleri bir kılıcın varlığını açıkça söylemektedir. Kahramanımız Karl ise heykeli çok yüksek bulur, yerinden kıpırdamadan heykeli izlemeye devam eder. Bu esnada güvertede gemiyi terk etmek için bekleşen yolcular Karl Rosmann’ı bir kenara itiştirirken, Karl şemsiyesini odasında unuttuğunu hatırlar. Şemsiyeyi almak için odasına gitmek ister lakin kestirme yol kapalıdır ve farklı bir yerden gitmeye çalışır. Koridorlar, labirentler, merdivenler arasında kaybolur. Dava’dan ve Şato’dan gayet iyi bildiğimiz bu klostrofobik ambians Kafka’nın bir şeye ulaşamama, çıkmazda kalma, engellerle cebelleşme hissini okuyucuya aktarır. (Romanın ilerleyen bölümlerinde benzer bir karmaşa tekrar karşımıza çıkacak) Karl Rosmann kaybolmanın verdiği endişe ile bulduğu ilk kapıyı çalıp, geminin ateşçisiyle tanışır. Onunla gelişen sohbet hem romanın genelini temellendiren konulara dair ipuçları verir hem de Kafka’nın eleştirel yönünü keskinleştirir. Aslında okula gitmek isteyen Rosmann parasız olduğu için bunu yapamayacağını söyler. Üstelik yabancı düşmanlığı Amerika’nın her yerinde mevcuttur. Fakirlik ve göçmenlik Rosmann’ın uğrayabileceği haksızlıklara dair önemli nedenlerdir. Ateşçi ise tüm yaşamı boyunca çok çalışmış, üstlerinin övgüsünü defalarca işitmiş bir işçidir. Fakat bu gemide kendini artık işe yaramaz hissetmeye başlamış, çalıştığı makine dairesinin artık yeterince işlemeyen bir parçası haline gelmiştir. Üstelik maaşı tüm emeğine karşın bir lütuf gibi verilmektedir. Karl Rosmann ateşçinin anlattıklarına sinirlenip bunlara boyun eğmemesi gerektiğini söyler. Adaletsizliğe ilk karşı çıkıştır bu. Hak aramayı reddeden ateşçi ise bir müddet sonra Karl ile birlikte kaptanın odasına gitmeye karar verir. Şemsiyesini aramak için gemiye geri dönen Karl Rosmann kendini sistemin çarklarında ezilen işçi için adalet ararken bulur. Ama Kafka’nın müthiş mizahı bizi bambaşka bir noktaya götürecektir. Çünkü Karl Rosmann kaptanın odasında senatör dayısı ile karşılaşır. Acaba Karl Rosmann’ın akıbeti senatör dayısının hamiliği ile değişecek midir? Ya da K. makinelerin iktidarında acımasızca yabancılaşacak mıdır?
Kafka’nın Amerika’sı kapitalist sanayi toplumuna yönelik Marksist eleştirilerle dolu bir romandır. Roman cezalandırıcı otoriter sistemi ve gelişmiş teknik aygıtların insanlar üzerindeki egemenliğini modern edebiyata taşımıştır. Kafka kitlesel üretimin bir sonucu olarak çalışmanın uzmanlaşmasını ve emekçiyi makinenin hasarlı hatta işe yaramaz parçası haline getiren sistemi yani Taylorizmi, Amerikan toplumunun temsili üzerinden 1912 yılında yazmaya başlamıştır. Ama anlatılan hepimizin hikâyesidir.
–Avlaremoz’un resmi bir görüşü yoktur. Yayımlanan yazılar, yazı sahibinin kendi görüşleridir. Çok sesli bir platform olma amacı taşıyan Avlaremoz’da, nefret söylemi içermedikçe, farklı düşünceler kendisine yer bulmaktadır.
Paylaş: