Röportajlar

Ferhat Jak İçöz ile Heidegger, Nazi ve Suçlu Olmak Üstüne – Rita Ender

Herbert Marcuse, 28 Ağustos 1947’de kaleme aldığı bir mektupla Martin Heidegger’e şöyle söyler:

“…biz, Filozof Heidegger ile kendi felsefesiyle çelişen Heidegger arasında ayrım yapamıyoruz. Bir filozof, politik konularda yanılabilir ki bu durumda açıkça hatasını kabullenebilir. Ancak bir filozof, milyonlarca Yahudi’yi – sadece Yahudi oldukları için- öldüren, terörü gündelik bir fenomen haline getiren ve ruh, özgürlük, hakikat kavramlarıyla ilgili her şeyi bu fikirlerin kanlı zıtlarına dönüştüren bir rejim konusunda yanılamaz.”[1]

Heidegger’in yanılıp yanılmadığı, pişman olup olmadığı üzerine bugün hala tartışılıyor. Biz de, bu tartışmalar ve düşünce üreten bir Nazi’nin -Martin Heidegger’in- düşüncelerini çalışmak üzerine varoluşçu psikoterapist Ferhat Jak İçöz ile söyleştik… 

“Nazi olmak” bir insanı tanımlıyor, tanıtıyor. Heidegger, Naziliği ve kendini; bir Nazi oluşunu nasıl tanımlıyor?

Heidegger’in Nazi oluşu oldukça karmaşık bir resim sunuyor bizlere. Kategorik olarak bir Nazi’ydi. Kendi isteğiyle 1933 kadar erken bir dönemde partiye üye olmuş ve savaşın bitimine kadar parti üyeliğini korumuştur. 1933’te rektör seçildiğinde, ki bu seçimde de Yahudi adayların yokluğu Heidegger’in rektör olmasına yardımcı olmuştur, Nazi ideolojisini tamamen sahiplenmiş ve üniversiteyi bu çerçevede yönetmiştir. 1930’ların sonunda svastika ceket iğneleri ile gezdiği birçok güvenilir kaynak tarafından aktarıldı. Bununla beraber Nazizm’e bir uyanış olarak çekildiğini, ırk odaklı politikalarını desteklemediğini de birkaç nadir ifadesinde belirtmiştir. Alman entelektüel çevresinin bir parçası olarak etrafında her zaman Yahudiler olmuştur. Ustası Edmund Husserl gibi. Eski öğrencisi Hannah Arendt gibi. Önemli isimler. Irkçılığı reddediyor gibi görünse de, 2013’de yayınlanan günlüklerinde ise hocası ve ustası Hussel’i felsefi ve akademik anlamda korkaklıkla suçlar ve bunun da kaynağı olarak Yahudi olmasını gösterir. Bununla beraber -1950lerin başında olması lazım- bugün çok tanıdık olduğumuz bir tartışmanın ilk tohumlarını atmıştır. Tarımın ve hayvancılığın ne kadar endüstriyelleştiğini ve rasyonalizmin insanı ne kadar canileştirdiğini ve bunun da en iyi örneğini gaz odalarında gördüğümüzü söylemiştir. Ölümünden sonra yayınlanmak üzere yaptığı der Spiegel röportajında, Nazi hareketinin bir uyanış, bir tıkanıklığı açacak bir hareket olarak onu heyecanlandırdığını ama o dönemde yaptıklarının çoğunu üniversiteyi kurtarmak için yaptığını söylemiştir. Ancak, Uzun Bıçaklar Gecesi ile harekete olan inancını kaybettiğini kaydetmiştir. Bununla beraber, bu röportaj da başlı başına bir tartışma konusu, lakin röportajı yapan iki gazeteciden birisi de tescilli bir Nazi.

Heidegger’in ölümünden sonra yayınlanan kaynaklarda Nazizm’e inancını kaybettiğine yönelik ifadeler bulunsa da, yaşamı boyunca pişmanlık dile getirmemiş olması nasıl yorumlandı? Milyonlarca insanı katleden bir rejimi benimsemiş ve savunmuş olmak, Heidegger’in örneğin “ölüm kaygısı” üzerine türettiği düşüncelerin çalışılmasında nasıl bir etki yarattı?

Heidegger’in ömrü boyunca birçok fırsat yakalayıp bir kere bile pişmanlık dile getirmemesini farklı şekillerde yorumlamak mümkün. Benim yorumlarım çok kişisel olacağı için paylaşmamayı tercih ederim. Ancak en temelde Heidegger’in kişiliğinin egzantrikliği ve diğer konularda kendini açıkça gösteren yukardan bakan tavrı ile çok da alakasız olmadığına inanıyorum. İkinci sorunun ise parçalara bölünerek cevap bulması gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle Heidegger hiçbir zaman ölüm kaygısı çalışmamıştır. Bu iki olguyu bağımsız ve pek tabii ki birbiri ile bağlantılı olarak ele alır. Okuyucuları çok sıkmadan şöyle bir özet haksızlık olmaz felsefesine diye düşünüyorum; Heidegger’e göre insanı insan yapan, bilincinin gelişiminin kaynağı ve birçok zorlanmasının da kaynağı sonluluğuna dair farkındalığıdır. Yani ölümü bireysel sonluluk üzerinden düşünür. Bir başkasının ölümü üzerinden değil. Kaygıyı ise ölüme kadarki zamanın tekinsizliği ve belirsizliğini vurgulamak için kullanır, bunun deneyimi olarak niteler. Heidegger’in sonluluk, zaman, varlık ve kaygı üzerine en yoğun üretimini yaptığı dönem 1920ler. Nazizmin hala çok marjinal olduğu, Heidegger’in gerçek anlamda kozmopolit, entelektüel, felsefe düşünen, felsefe ile yatıp kalkan bir ortamda olduğu zamanlar. Ha, o zamanlar da ırkçı, faşist fikirleri var mıydı, onu bilmiyoruz. En azından tüm kaynaklar olmadığına yönelik. Öte taraftan Heidegger’in soykırımı destekleyip desteklemediği de hala bir muamma. Nazi olduğu artık tescilli olsa da, Nazizmin bu yönünü çok desteklemediğini biliyoruz. Yine de yeni gün ışığına çıkan kaynaklarla her an başka bir tablo karşımıza çıkabilir. Öte yandan savaştan sonraki yıllarda da kimsenin Heidegger’e senin sorduğun tipte bir soru sormadığını da görüyoruz, en azından benim hâkim olduğum kadarıyla. Ama mesela Emmanuel Levinas, Litvanyalı ve Fransız Yahudi filozof, Heidegger’den savaş öncesinde çok etkilenip onun Fransa’da çok tanınmasına ön ayak olurken, savaş sonrasında felsefesinin dümenini bambaşka bir yere kırar ve Heidegger’e çok kendi felsefesi üzerinden bir eleştiri getirir; o kadar kendi sonluluğumuz, ölümlüğümüz ile meşgul kaldık ki, ötekini unuttuk! Bu nedenle felsefesini ötekine olan etik sorumluluğumuz üzerine inşa eder. 

Levinas, Yahudi olmasının, doğmasının ötesinde Talmud üzerine çalışan, ürettiği düşüncelerde Yahudiliği kaynak alan bir filozof. Ve İbrani dilindeki en güçlü lanetlemelerden biri şu sözlerle yapılıyor: “Yimakh shemo ve zikhro.” yani “İsmi ve hatırası silinsin.” Bu anlamda Heidegger’in adını anmak; bugün politik sorumluluk, siyasal etik bağlamında nasıl değerlendirilebilir?

Heidegger’in geride bıraktığı zorlu miras felsefecileri ve felsefeye yakın duran varoluşçu terapistleri oldukça zorluyor. Bununla beraber fikirleri yasaklamak, isimleri silmek ve en ekstrem örneklerinde gördüğümüz üzere kitapları yakıp insanları katletmek sadece tarihin tekerrürü olacak görüşü ağır basan görüş. Heidegger’in mirası zor, çünkü milyonları endüstriyel bir şekilde katleden bir rejimi destekleyen Heidegger, aynı zamanda insan olma deneyiminin haritasını şu zamana kadar çıkarmış en başarılı filozoflardan (belki burada Maurice Merleau-Ponty’nin adını da anmak gerekir, yine bu anlamda çok başarılı bir isim olarak). Irkçı ideolojisi soykırım doğurmuş bir rejimi destekleyen Heidegger, aynı zamanda insanlar olarak ne kadar aynı ve eşit olduğumuzu gösterir felsefi projesinde. Tutması zor bir ikirciklilik. Fikirler ve bulgular da onları bizlere kazandıran insanların isimleriyle anılmalı. En azından sosyal bilimlerdeki şu anki düstur bu. Ama burada Heidegger çalışan, öğreten kişilere büyük bir sorumluluk düşüyor, o da Heidegger’in adını, nasıl bir insan olduğuna dair gerçekçi bir resimle beraber anmak. Politik geçmişini dışarıda bırakmadan, bildiğimiz kadarıyla onun kim olduğunu unutmadan. Tam aksine hatırlamanın, gerçekçi bir şekilde hatırlamanın daha değerli olduğunu düşünüyorum. Ve Heidegger’in öyküsünde aslında çok önemli bir mesaj var. Özellikle işe yararlılık, ün, para, güç, şöhret peşinde koşan bu pragmatik dönem insanı için; ne kadar işe yarar bir şey yaparsan yap, işlediğin suçlardan aklanamazsın. Heidegger kendimizi anlamak için bize inanılmaz bir yol açtı, ama bu onun bir Nazi ve bununla beraber suçlu olduğunu değiştirmez. Bu zıtlığı taşımak da bize düşen. 


[1] Bkz: https://www.marcuse.org/herbert/pubs/40spubs/47MarcuseHeidegger.htm