Geçmiş Zaman Hikayeleri Göze Çarpanlar

Liseden Taze Mezun Kadıköylü Küçük Sara -22-

Kaynak: Sara Yanarocak

1974 yılı hayallerle başlamıştı. Okul bitecek, ve yaza aliya yapacaktım. Bütün sınıf arkadaşlarıma da bu kararı açıklamıştım. Dersler iyi gidiyordu. Behiye ile gitgide daha da kenetleniyorduk. Behiye akıllı, iyi yürekli, kibar ve hakiki bir insandı. Aramızda hiç bir çekişme, fikir ayrılığı ve bencillik yoktu. Bunca yılda, bu güne kadar Behiye hep aynı zarafete ve iyiliğe sahip hakiki bir dost arkadaştır. Onunla ilgili hiçbir kötü hatıram yok.

Okuldaki öğle teneffüslerimiz çok keyifli geçerdi. Her öğlen ikişer, turşulu, domates soslu, sosisli sandviç yer ve coca-cola içerdik. Kantinimiz harikaydı. Alçak masalar ve tabureler vardı. Harika müzikler çalardı, orası bize o yaşta, disko havası verirdi. Müzikler, kahkahalar gırla giderdi. Biz arada okul oraya çok yakın olduğundan çarşının içine girer, Ari’ye minik oyuncaklar veya Tarık Akan kartpostalları alırdık. Sonra Çarşı Durağı’na yakın olan Vefa Bozacısı’na gider boza içerdik. Behiye bozayı o kadar severdi ki sırtını insanlara döner, parmağını bardağının dibine daldırır, son damlasına kadar bozayı sıyırırdı. Ben buna çok gülerdim. Cumartesi günleri sinema keyfimiz devam ediyordu. O bazen Şişli’de oturan küçük dayısının evine yatıya giderdi. O hafta arası, Şişli için anlatacak bir sürü hikayesi olurdu.

O sene ben, Behiye’den ayrı olarak pazar günleri saat 5 matinesine, annemlerle de sinemaya giderdim. Ben babamla, annem de teyzemle kol kola yürürdük. Babam, koluna takılarak yürüdüğüm en kutsal erkektir. Onun üstüne erkek tanımam. Canımın içi, güler yüzlü, nazik ve kibardı. Onun koluna girdiğimde, kendimi dünyanın en şanslı kızı gibi hissederdim.

O yıllarda gördüğüm bütün filmlerin adını ve artistlerini yazdığım bir bloknotum vardı. Bu bloknotun listeleri uzayıp giderdi. Okumak istediğim kitap listeleri, almak istediğim giysi parçaları veya aksesuarla. Listedekileri aldıkça, üzerini çizerdim, altına yeni isimler yazardım. Bir de, bu gün hala devam eden bir çorap tutkum vardı. Okulda gri forma etekliğimin üzerine giydiğim kazaklarımın renginde yün, dize kadar gelen çoraplarım vardı. Her cumartesi sinema dönüşü, Bahariye Caddesi’ndeki “Papatya” adlı dükkandan kendime farklı renklerde bir çift yün çorap alırdım. Annem güler ve “Sara haftalık çorabını aldı” derdi. Bu arada günlüğüm Desiree, her daim elimin altındaydı. Ben içimdeki iyi veya kötü, kimseyle paylaşmayı tercih etmediğim duygularımı Desiree’ye uzun uzun yazardım. Bu benim duygu karmaşama çok iyi gelirdi.

74 yılının ilkbaharı geldiği zaman hepimizi bir heyecan sarmıştı. Mezuniyet sınavları başlayacaktı. Herkes not ortalamalarına bakıyor ve hangi derslerden sınava girmek gerektiğini hesaplıyordu. Biz Edebiyat sınıfı olduğumuz için edebiyat sınavı mecburiydi. Ayrıca eğer bütün notlarımız iyi ise, üç fen dersinden birini seçmek zorundaydık. Fizik kimya veya cebir. Ama bu notlar kötüyse hepsinden sorumlu olacaktık. Felsefe, mantık ve sosyoloji grubu da aynen öyleydi. Yani notlarımız ne kadar iyiyse, o kadar az dersten sınava girecektik. Benim bu konuda pek derdim yoktu. Bütün derslerim iyiydi. O yüzden gergin değildim. Benim asıl üzüntüm, artık güzel Marmara Koleji günlerinin bitecek olmasıydı. Sınıfımızdaki bütün arkadaşlarımı çok severdim. Biz onlarla ense tokat arkadaştık. Birbirimize yan gözle bile bakmazdık. Eğer hoşlandığımız biri olursa, o karşı sınıftan olurdu.

Mayıs ayına doğru o sene çıkacak olan yıllık için resimler çektirmiştik. Sınıftaki arkadaşlar yıllık için karşılıklı izlenim yazıları hazırlıyorduk. Fenerbahçe Spor Kulübü’nde yapılacak olan mezuniyet balosu için kızların telaşı doruk noktasındaydı. Hepimiz terzilere gidip beyaz uzun tuvaletler diktiriyorduk. Benim elbisem yuvarlak yakalı, dirseklerimde biten karpuz kollu, kloş bir elbise idi. Kollarında yapma küçük beyaz papatyaları vardı. Belinde de arkadan bağlanan kalınca bir kuşağı vardı. Kumaş sanırım Anvers Satendi. Annem öyle demişti. Bu elbiseler sanki gelinlik stajı yapar gibi bir heyecan da veriyordu. Mayıs ayının son haftası bize geçici mezuniyet belgelerinin verildiği baloda hepimiz çok heyecanlıydık. Biz kızlar o gün Moda’daki bir kuaföre gitmiştik. Fügen Ergüvenç (Köktürk), daha sonra henüz 23 yaşındayken ve karnında ilk bebeğini taşırken, anevrizmadan yaşamını kaybeden Beril, Behiye ve ben aynı kuafördeydik. Neşe ve heyecandan kabımıza sığamıyorduk. O akşam herkes baloya aile efradıyla gelmişti. Ben, annem, babam ve Suzan teyzemle beraber gitmiştik. Behiye de anne – babası ve bir aile dostu çiftle gelmişlerdi. Behiye ve ben ailelerimizle birlikte aynı masada oturmuştuk.

O gece 11 Edebiyat ve 11 Fen sınıfları karışık olarak bulunuyorduk. Bize baloyu bir vals ile açacağımız söylendi. İçi kırmızı taze gül goncaları ile dolu bir sepet vardı. O anda herkes dam kavalye seçimine girişmişti. Ben bakınırken, yanıma 11 Fen’den çok samimi olduğum bir erkek arkadaşım yaklaştı ve beni valse davet etti. Adı Aysun Orhon olan bu arkadaşım, o gecenin en yakışıklılarındandı. Lacivert ipek kadife bir ceket pantolon ve papyonu ile prens gibiydi. Vals nağmeleri yükselince çiftler yan yana sıraya dizildik. Sepetten bir gül alan kavalye, onu damına verince vals yapmaya başlıyorduk. O geceyi hayatımın en müstesna gecelerinden biri olarak, gönlümün derin bir köşesinde saklarım. Sonra müdürümüz numara sırasına göre hepimize kırmızı kurdelelerle bağlanmış mezuniyet belgelerimizi verdi. Ardından yemek ve dans başladı. O gece durmadan dans ettik. Ben hep Aysun’la dans ediyordum, ama arada bir o tarafa bakınca annemin göz hapsinde olduğumu görüyordum. Uzaktan bana uyarı şeklinde parmağını sallıyordu. Çanlar kimin için çalıyordu acaba?

Balodan 1-2 gün sonra , bütün notlarım iyi olduğu için seçmeli ve mecburi 6 sınava girdim. Edebiyat-Tarih, İngilizce yazılı ve sözlü, Sosyoloji ve Fizik. Sonuçlar açıklandığında sadece dört kişi haziran mezunu olmuştuk. Bunların içinde Behiye ve ben de vardık. Edebiyattan 10 numara almıştım. Sevinçten uçarak eve döndük. Annemle babamın beni kıvançla kutlamaları harika bir duyguydu. Alnımızın akıyla bu iş bitmişti. Artık Sarika’yı kim tutardı?

O yaz Behiye, İsrail’e rahmetli amcasının eşi ve çocuklarının yanına gidecekti. Ben onun adına da çok heyecanlanıyordum. Temmuz’un 25’i gibi gidecekti. Benim aliya planım ise şöyleydi: Konsolosluğa gidip dosya açtıracaktım ve Şubat döneminde aliya yapıp, Üniversite Ulpanı’na başlayacaktım. O zaman öğrenciler şubat ve ağustos dönemlerinde, iki dönem şeklinde aliya yaparlardı.

20 Temmuz günü Behiye’nin doğum günüdür. O gün heyecanla uyandım. Hediyem bile hazırdı. Birkaç gün sonra İsrael’e turist olarak gidecek olan arkadaşımla güzel bir gün geçirme hayalindeyken, radyo ve tv’da marşlar çalmaya başladı. Ve hala gözümün önünde duruyor; TRT haber spikeri Zafer Cilasun Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a bir Çıkarma Harekatı başladığını heyecanla naklederken, Türkiye birden bire kendini yeni bir savaş sarmalının içinde buldu. Öğleye doğru hükümetin talimatları yayınlanmaya başladı, gece karartma yapılacak, camlar siyah perde veya kartonlarla kapatılacaktı. Bu olası bir Yunan hava hücumu için gerekliydi. Radyoda sürekli olarak Harbiye Marşları çalınıyor ve haber bültenleri okunuyordu. TRT’de sürekli üç şarkı çalınıyordu. Ayten Alpman’dan “Bir Başkadır Benim Memleketim”, Barış Manço ’dan “Hey Koca Topçu” ve Hasan Mutlucan’dan “Yine de Şahlanıyor Aman” türküsü. O sene 1 ay boyunca radyo ve televizyonlarda hep bu şarkılar çaldı. Behiye’nin seyahati ertelendi. Annesi onu katiyen göndermiyordu. Çünkü esaslı bir savaş olasılığı vardı. O gün onunla buluşacağımız yerde, annemle Moda’daki büyük Migros’a gittik. Annem savaş görmüş bir insan olarak, yiyecek kısıntılarından korktuğu için neredeyse 6 aylık yiyecek vs. aldı. Bunları taşımak olası değildi. Dönüşte eve taksiyle dönmüştük. Herkes ekmek fırınlarına kuyruğa giriyordu. Ben daha olayın ayırdına pek varamamıştım, büyüklerimiz savaş tamtamları çalıyorlardı. Gezmek falan hikaye, anneler bizi dizlerinin dibinden ayırmıyorlardı. Harekatın başlangıcından 2-3 gün sonra yedeklerin askere alınacağı bildirildi. Annem bunu duyunca korkunç bir sinir krizi geçirdi ve kolları ile bacakları uyuşmaya başladı. Henüz bir yıl önce terhis olan Aşer’in savaşa alınacağı korkusu onu bitirmişti. Saat 20.00’de karartma başlıyordu. Sokaklar da lambalar bile yanmıyordu. Doktorumuza telefon ettik, cevap vermiyordu. Ben, Bahariye’de ablamların sokağında oturan başka bir dahiliyeciye gittim. Annem “karanlıkta gitme” diye bağırırken, “ben annemi yalnız bırakmayın” diye bağırıyordum. Koşarak doktora gittim. Bereket, evdeydi, çantasını alıp hemen bize geldi. Annemin tansiyonu 24/11 idi. Doktor ona çantasından çıkardığı bir dil altı hapı verdi. Yine çantasından çıkardığı müsekkin bir ilacı iğne ile zerk etti ve reçete yazdı. Sinir yasaktı, haberleri dinlemek yasaktı… (duy da inanma) kafasında buz torbası ile annem uzandı, ben bu sefer babamla çıkıp nöbetçi eczane aramaya çıktım. Reçeteyi yaptırıp eve döndük. Annem her zaman panik ataklar geçirip, beni korkudan mahvederdi ama o geceki farklıydı. Ondan sonra beni her zaman zor günler bekliyordu.

Ateşkese rağmen sular durulmadı. O yaz daha çok sıkıntılara gebeydi.

Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.