Beraber yaşama kültürünün vazgeçilmezidir anılarda ve acılarda olduğu gibi sevinç ve bayramlarda da ortaklaşmak… İstanbul’un her semtinde doyasıya hissettiğimiz Ramazan heyecanı günbegün yaklaşırken, bizler şehrin farklı inançlarındaki oruç ve perhiz kültürünü yeniden hatırlıyoruz. Karagöz ile Hacivat’ın hikayesinden Galata’nın ev sahipliğindeki Purim bayramına, diş kirası geleneğinden, Venedik ve Rio Karnavallarının kardeşi Baklahorani Festivali’ne… Mois Gabay’ın kaleminden eski İstanbul’un ruhu üflenmiş, çeşnisi bol bir yazı…
İstanbul öylesine bir şehirdir ki, yaşadığın sürece şikâyet etsen de ayrı kaldığında şikâyet etmeyi dahi özler olursun. Bu barış kentinde aynı dili konuşan değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşır. Mübarek Ramazan ayı geldiğinde sadece Müslüman’ı değil; Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si de iftar öncesi fırındaki sıcak pide kuyruğunda aynı heyecanı hisseder. Hele o kutsal dönemlerde farklı dudaklardan dökülen ama ona doğru giderken bir olan dualar özlediğimiz birlikteliği bizlere hatırlatır. Siz söyleyin sıcacık bir çayın, bir hoş sohbetin, bir kuru kahvenin dini, dili olur mu? Nasıl ki İstanbul; camileri, kiliseleri ve sinagoglarıyla bir bütünse bu bütünü tamamlayanlar da o insanların beraberce yedikleri Ramazan pidesi, hamursuzu ve paskalya çöreğidir. Nasıl ki meze sofrasından Çerkez tavuğunu, Ermeni pilakisini, Rum böreğini, Arnavut ciğerini ayıramazsınız işte biz de böyle bir bütünüz. Bizi ayırmak isteyenlere en güzel cevap sofralarımızın tadında gizlidir. Dileğimiz önümüzdeki Ramazan ayında da bu birliktelik ortamının sofralarla sınırlı kalmaması ve o eski tatların hep beraber yaşanması ve yaşatılmasıdır. Gelin o zaman bu sayımızda hep birlikte farklı kültürlerde kutlanan bayramları ve bayram tatlarını tanıyalım.
Kurtuluş ve Baklahorani Festivali
Sizlere Venedik Karnavalı’nın bir benzerinin eski İstanbul’da Kurtuluş’ta birbirinden renkli görüntülerle Osmanlı’dan günümüze değin kutlanmakta olduğunu söylesem ne hissederdiniz?
Ermenicede “Pagyal horan” (örtülmüş mihrap) olan ve Hristiyanlık’ta Büyük Perhiz’in başladığı gün mihrabın örtülmesini ifade eden bu söz, zaman içinde halk ağzında değişerek “baklahorani” halini almış. Hatta Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren özellikle Sakız Adası ve Girit’ten Rum tersane işçilerinin Tatavla (Kurtuluş) semtine yerleştirilmesi ile Yunancada Apokria (Soğuktan Çıkış) demek yerine Rumlar da Baklahorani adını vererek bu kutlamayı sahiplenmişlerdir.
Hristiyanlık inancına göre “oruç” dinî bir şart değil, ancak olgunlaşma ve mükemmelleşmenin bir gereğidir. Kişi oruç tutarken görünür olmamalı, bunu etrafına göstererek belli etmemelidir. Baklahorani Festivali ise kökenlerine bakıldığında eski zamanlarda aslında çok tanrılı inanç içerisindeki Satürn Tanrısı adına düzenlenen şenlikleri veya şarap ile birlikte baharın, tiyatronun ve maskelerin de tanrısı olan Dionysos’un kutlamalarını anımsatsa da Ortodoks dünyası bu eski âdeti Hristiyanlık öğretileriyle birleştirmeyi başarmıştır. Nitekim karnaval zaman içerisinde “Büyük Perhiz” olarak bilinen ve Paskalya ile biten kırk günlük ağır oruçtan önceki tek eğlence fırsatına dönüşmüştür. Her yıl şubat sonu veya mart başında gerçekleşen kutlamalarda pazartesi gününe denk gelen “Kathari Deftera” günü karnavalın en coşkulu zamanı olur. 40 günlük büyük orucun öncesinde, Tanrı’nın yarattığı dünyada haftanın ilk günü olan ve temiz-saf pazartesi olarak da çevirebileceğimiz Kathari Deftera’nın ardından karnaval son bulur. Bu toprakların yerel kültürünün bir parçası olan Baklahorani Festivalleri’nde önceden hazırlanan mizansenler ve ilginç kıyafetlerle Tatavla boyunca karnaval yürüyüşü düzenlemek de kutlamaların bir parçasıdır. 1941 yılında yasaklanan, ardından 6-7 Eylül 1955 ve 1964 zorunlu göçü ile birlikte Kurtuluş’tan Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmış bu kültürel mirasımız, 2009’dan beri yeniden birkaç kez diriltilmeye çalışılmıştır.
Galata’da festival gibi bir bayram: Purim
Hristiyan toplumunun Büyük Perhiz dönemine hazırlandığı günlerde Yahudi toplumu da her yıl Tanrı’nın bir mucizesi olan Purim Bayramı’nı kutlar. Yahudilerin en neşeli ve en eğlenceli bayramlarından biri olan Purim’de, eski Pers İmparatorluğu zamanında, tüm Yahudileri bir gün içinde yok edecek soykırım planları yapan Başvezir Aman’ın Yahudilerin Tanrı’ya olan derin inançları sayesinde başarısızlığa uğraması ve bu şekilde Yahudi milletinin kurtuluşu coşkuyla kutlanır. Bayram öncesinde “Ester Orucu” olarak adlandırılan oruç, Tanrı nasıl Ester’in dualarını duyduysa aynı şekilde her kişinin acılı anlarında onun da sesini ve dualarını duyduğuna olan inancı simgeler. Tanrı’nın, açık mucizeler yerine nasıl doğal olayların arkasında yer aldığını, yüzünü bize göstermese de her an yanımızda olup her an bizi koruduğunun bilinciyle Yahudilik’te kutlanan bu bayramın ismi Türkçede “zarlar” anlamına gelmektedir. Bu olay da Yahudi toplumuna soykırım yapmak isteyen Aman isimli vezirin, zarlar atıp soykırım tarihine karar verdiği günün adıdır. Kraliçe Ester; halkını Aman’ın soykırım planlarından kurtarabilmek için kralla görüşmek ister. Fakat çağrılmadan kralın huzuruna çıkmanın cezası ölümdür. Bu yüzden Ester; Sanhedrin üyesi olan amcası Mordehay’dan tüm Yahudi halkının kendisiyle birlikte üç gün boyunca oruç tutup dua etmelerini ister. Bütün halkın birlikte tuttuğu üç oruç gününün sonunda Ester, kralın huzuruna çıkar. Bu orucun tutulmasını Ester istediği için, “Ester Orucu adıyla anılır. Ester’in, krala Mordehay’ın daha evvel onun hayatını kurtardığını hatırlatması ve düzenlenen ziyafette Aman’ın kötü planlarını da krala ifşa ederek gösterdiği kurtuluş talebi yerini bulur. Yahudilik için felaket olacak bir gün, bayrama dönüşür.
Purim geleneğinde her sene yaşa bakılmaksızın, ailede kaç çocuk varsa, o kadar mavlaç şekeri alınır. Çocuklar da büyük bir mutlulukla hemen selofan kâğıdına sarılmış kırmızı beyaz sepeti açmaya yeltenirler. Genelde içindeki şekerlemelerden ağızlarına atıp gerisini bırakırlar. Masapan da (badem ezmesi) Purim’in vazgeçilmez tatlılarındandır.
Âdeta bir festival havasında geçen bu bayram, 1950’li yılların Galata’sında sinagogdan çocukların ellerinde Purim şekerleri ve kâğıt fenerlerle “Purim Purim Purim Lanu” şarkıları söyleyerek çıktıkları, İstanbul’un tüm kültürlerinden komşuların da şahitlik ettiği bayramlardan biriydi. Şimdilerde her ne kadar modern şehir yaşamının korunaklı sitelerinde neredeyse hiçbir bayram o eski İstanbul havasında yaşanmıyor olsa da çocukların Purim şekerleri, renkli kıyafetler içerisindeki mutlulukları hep aynı… Dileriz bir gün yine hep birlikte çocukların şen kahkahaları eşliğinde Purim Bayramı’nı da komşularımızla sokaklarda keyifle kutlarız…
Tarihî Yarımada ve eski Ramazan gelenekleri
Tüm semavi dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de oruç geleneğinin en güzel göstergesi, kutsal aylardan Ramazan ayının gelmesi ve İstanbul’un dört bir yanında o heyecanın hissedilmesidir. Her ne kadar büyükler “Nerede o eski Ramazanlar?” dese de birlikteliklerin sembolü upuzun iftar masaları, hayırseverlerin tertiplediği iftar yemekleri, camilerimize asılan mahyalar, Ramazan davulcuları ve tabii ki Karagöz-Hacivat ortaoyunu çocukluğumun İstanbul’unda Ramazan’a dair belleğime yer etmiş hatıralardan ilk aklıma gelenlerdir. Profesyonel tur rehberliği mesleğim vesilesiyle Ramazan ayında özellikle iftar vakitleri sonrası ziyaret etmeyi tercih ettiğim Fatih- Sultanahmet semtlerimiz bu güzelliği tarihî yarımadada hissedebildiğimiz bölgelerin başında gelir. Nasıl ki Kadir Gecesi’nde, başta Eyüp olmak üzere, tüm camilerimiz ışıl ışıl aydınlanıyorsa Ramazan boyunca tarihî yarımada da sahur vaktine kadar süren etkinliklerle tüm şehre Ramazan ruhunu yaşatır. Ramazan ayının özellikle sonlarına gelindiğinde ise tarihî yarımadanın çarşılarında da keyifli bir telaş kendini hissettirir. Bayram alışverişine hazırlananlar, peynirciler, pastırmacılar, kıyafet dükkânları, Mahmutpaşa, Tahtakale âdeta insan seli ile dolup taşar. Çocukluğumun Ramazan günlerinde en keyifli hatıralarımdan biri ailemin beni alıp kelli felli bir beş yıldız otelde düzenlenen Ramazan şenliği vesilesiyle Karagöz ve Hacivat ile tanıştırmasıydı. Sonralarında Türk ortaoyununun temelini oluşturan Karagöz-Hacivat hakkında okuduğum rivayetler ise bu iki karakterle duygusal bağımı artırmıştı. Hem Karagöz hem Hacivat, rivayete göre Orhan Gazi döneminde Bursa’da yaşayan iki arkadaştır ve Orhan Gazi’nin inşa ettirdiği bir caminin inşasında çalışırlarmış. Ancak gün boyu sık sık tartışır, türlü atışmalarla işçileri etraflarına toplayarak güldürürlermiş. Orhan Gazi, cami inşaatına baktığında işçilerin bütün gün gülmekten çalışamadığını ustabaşından öğrenmiş. Bu iki çalışanı sert bir şekilde ikaz ederek tekrarlanması halinde kellelerini vurduracağını söylemiş. Buna rağmen ikili eskisi gibi atışmalarını sürdürünce sultanın emriyle kelleleri vurulurmuş. İlerleyen zamanlarda sultan işçilerin yine doğru düzgün çalışmadığını görünce bu iki masum insanın ölümüne sebep olduğundan çok büyük üzüntü duymuş. İran’dan gelen Şeyh Küşterî de bunun üzerine sultanın acısını hafifletmek için her ikisinin de deriden suretini yaparak, kurduğu bir perdenin arkasında oynatmaya başlamış ve Karagöz-Hacivat ortaoyunu da bu şekilde başlamış.
Ramazan ile özdeşleşen ancak günümüzde bayram dışında da kullanılan bir diğer gelenek ise Osmanlı’dan kalma “diş kirası”dır. Eski Ramazanlarda iftara davet edilen davetlilere ayrılırlarken bir hediye vermek âdettir. Buna diş kirası denilmektedir. Yani iftar veren bir kimse, “Uzak yerlerden bu insanlar ben sevap kazanayım diye çıktılar geldiler. Alışmadıkları yemekleri, alışmadıkları insanlarla yediler. Ben de bu iyiliklerin karşılığında onlara bir hediye vereyim” der ve konukları evden ayrılırken “dişinizi kiraladım” anlamında davete icabete karşılık kendilerine uygun gördüğü birer hediye verme inceliğini gösterirmiş.
Hep birlikte, sağlık ve bereket dolu kocaman sofralarda büyüklerimizle hasret giderdiğimiz, yine eski günlerdeki gibi kucak dolusu sevgiyle sarılabildiğimiz bayram günleri dileklerimizle…
Kaynak: İst Dergi, Mois Gabay
Beraber yaşama kültürünün vazgeçilmezidir anılarda ve acılarda olduğu gibi sevinç ve bayramlarda da ortaklaşmak… İstanbul’un her semtinde doyasıya hissettiğimiz Ramazan heyecanı günbegün yaklaşırken, bizler şehrin farklı inançlarındaki oruç ve perhiz kültürünü yeniden hatırlıyoruz. Karagöz ile Hacivat’ın hikayesinden Galata’nın ev sahipliğindeki Purim bayramına, diş kirası geleneğinden, Venedik ve Rio Karnavallarının kardeşi Baklahorani Festivali’ne… Mois Gabay’ın kaleminden eski İstanbul’un ruhu üflenmiş, çeşnisi bol bir yazı…
İstanbul öylesine bir şehirdir ki, yaşadığın sürece şikâyet etsen de ayrı kaldığında şikâyet etmeyi dahi özler olursun. Bu barış kentinde aynı dili konuşan değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşır. Mübarek Ramazan ayı geldiğinde sadece Müslüman’ı değil; Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si de iftar öncesi fırındaki sıcak pide kuyruğunda aynı heyecanı hisseder. Hele o kutsal dönemlerde farklı dudaklardan dökülen ama ona doğru giderken bir olan dualar özlediğimiz birlikteliği bizlere hatırlatır. Siz söyleyin sıcacık bir çayın, bir hoş sohbetin, bir kuru kahvenin dini, dili olur mu? Nasıl ki İstanbul; camileri, kiliseleri ve sinagoglarıyla bir bütünse bu bütünü tamamlayanlar da o insanların beraberce yedikleri Ramazan pidesi, hamursuzu ve paskalya çöreğidir. Nasıl ki meze sofrasından Çerkez tavuğunu, Ermeni pilakisini, Rum böreğini, Arnavut ciğerini ayıramazsınız işte biz de böyle bir bütünüz. Bizi ayırmak isteyenlere en güzel cevap sofralarımızın tadında gizlidir. Dileğimiz önümüzdeki Ramazan ayında da bu birliktelik ortamının sofralarla sınırlı kalmaması ve o eski tatların hep beraber yaşanması ve yaşatılmasıdır. Gelin o zaman bu sayımızda hep birlikte farklı kültürlerde kutlanan bayramları ve bayram tatlarını tanıyalım.
Kurtuluş ve Baklahorani Festivali
Sizlere Venedik Karnavalı’nın bir benzerinin eski İstanbul’da Kurtuluş’ta birbirinden renkli görüntülerle Osmanlı’dan günümüze değin kutlanmakta olduğunu söylesem ne hissederdiniz?
Ermenicede “Pagyal horan” (örtülmüş mihrap) olan ve Hristiyanlık’ta Büyük Perhiz’in başladığı gün mihrabın örtülmesini ifade eden bu söz, zaman içinde halk ağzında değişerek “baklahorani” halini almış. Hatta Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren özellikle Sakız Adası ve Girit’ten Rum tersane işçilerinin Tatavla (Kurtuluş) semtine yerleştirilmesi ile Yunancada Apokria (Soğuktan Çıkış) demek yerine Rumlar da Baklahorani adını vererek bu kutlamayı sahiplenmişlerdir.
Hristiyanlık inancına göre “oruç” dinî bir şart değil, ancak olgunlaşma ve mükemmelleşmenin bir gereğidir. Kişi oruç tutarken görünür olmamalı, bunu etrafına göstererek belli etmemelidir. Baklahorani Festivali ise kökenlerine bakıldığında eski zamanlarda aslında çok tanrılı inanç içerisindeki Satürn Tanrısı adına düzenlenen şenlikleri veya şarap ile birlikte baharın, tiyatronun ve maskelerin de tanrısı olan Dionysos’un kutlamalarını anımsatsa da Ortodoks dünyası bu eski âdeti Hristiyanlık öğretileriyle birleştirmeyi başarmıştır. Nitekim karnaval zaman içerisinde “Büyük Perhiz” olarak bilinen ve Paskalya ile biten kırk günlük ağır oruçtan önceki tek eğlence fırsatına dönüşmüştür. Her yıl şubat sonu veya mart başında gerçekleşen kutlamalarda pazartesi gününe denk gelen “Kathari Deftera” günü karnavalın en coşkulu zamanı olur. 40 günlük büyük orucun öncesinde, Tanrı’nın yarattığı dünyada haftanın ilk günü olan ve temiz-saf pazartesi olarak da çevirebileceğimiz Kathari Deftera’nın ardından karnaval son bulur. Bu toprakların yerel kültürünün bir parçası olan Baklahorani Festivalleri’nde önceden hazırlanan mizansenler ve ilginç kıyafetlerle Tatavla boyunca karnaval yürüyüşü düzenlemek de kutlamaların bir parçasıdır. 1941 yılında yasaklanan, ardından 6-7 Eylül 1955 ve 1964 zorunlu göçü ile birlikte Kurtuluş’tan Yunanistan’a göç etmek zorunda kalmış bu kültürel mirasımız, 2009’dan beri yeniden birkaç kez diriltilmeye çalışılmıştır.
Galata’da festival gibi bir bayram: Purim
Hristiyan toplumunun Büyük Perhiz dönemine hazırlandığı günlerde Yahudi toplumu da her yıl Tanrı’nın bir mucizesi olan Purim Bayramı’nı kutlar. Yahudilerin en neşeli ve en eğlenceli bayramlarından biri olan Purim’de, eski Pers İmparatorluğu zamanında, tüm Yahudileri bir gün içinde yok edecek soykırım planları yapan Başvezir Aman’ın Yahudilerin Tanrı’ya olan derin inançları sayesinde başarısızlığa uğraması ve bu şekilde Yahudi milletinin kurtuluşu coşkuyla kutlanır. Bayram öncesinde “Ester Orucu” olarak adlandırılan oruç, Tanrı nasıl Ester’in dualarını duyduysa aynı şekilde her kişinin acılı anlarında onun da sesini ve dualarını duyduğuna olan inancı simgeler. Tanrı’nın, açık mucizeler yerine nasıl doğal olayların arkasında yer aldığını, yüzünü bize göstermese de her an yanımızda olup her an bizi koruduğunun bilinciyle Yahudilik’te kutlanan bu bayramın ismi Türkçede “zarlar” anlamına gelmektedir. Bu olay da Yahudi toplumuna soykırım yapmak isteyen Aman isimli vezirin, zarlar atıp soykırım tarihine karar verdiği günün adıdır. Kraliçe Ester; halkını Aman’ın soykırım planlarından kurtarabilmek için kralla görüşmek ister. Fakat çağrılmadan kralın huzuruna çıkmanın cezası ölümdür. Bu yüzden Ester; Sanhedrin üyesi olan amcası Mordehay’dan tüm Yahudi halkının kendisiyle birlikte üç gün boyunca oruç tutup dua etmelerini ister. Bütün halkın birlikte tuttuğu üç oruç gününün sonunda Ester, kralın huzuruna çıkar. Bu orucun tutulmasını Ester istediği için, “Ester Orucu adıyla anılır. Ester’in, krala Mordehay’ın daha evvel onun hayatını kurtardığını hatırlatması ve düzenlenen ziyafette Aman’ın kötü planlarını da krala ifşa ederek gösterdiği kurtuluş talebi yerini bulur. Yahudilik için felaket olacak bir gün, bayrama dönüşür.
Purim geleneğinde her sene yaşa bakılmaksızın, ailede kaç çocuk varsa, o kadar mavlaç şekeri alınır. Çocuklar da büyük bir mutlulukla hemen selofan kâğıdına sarılmış kırmızı beyaz sepeti açmaya yeltenirler. Genelde içindeki şekerlemelerden ağızlarına atıp gerisini bırakırlar. Masapan da (badem ezmesi) Purim’in vazgeçilmez tatlılarındandır.
Âdeta bir festival havasında geçen bu bayram, 1950’li yılların Galata’sında sinagogdan çocukların ellerinde Purim şekerleri ve kâğıt fenerlerle “Purim Purim Purim Lanu” şarkıları söyleyerek çıktıkları, İstanbul’un tüm kültürlerinden komşuların da şahitlik ettiği bayramlardan biriydi. Şimdilerde her ne kadar modern şehir yaşamının korunaklı sitelerinde neredeyse hiçbir bayram o eski İstanbul havasında yaşanmıyor olsa da çocukların Purim şekerleri, renkli kıyafetler içerisindeki mutlulukları hep aynı… Dileriz bir gün yine hep birlikte çocukların şen kahkahaları eşliğinde Purim Bayramı’nı da komşularımızla sokaklarda keyifle kutlarız…
Tarihî Yarımada ve eski Ramazan gelenekleri
Tüm semavi dinlerde olduğu gibi İslamiyet’te de oruç geleneğinin en güzel göstergesi, kutsal aylardan Ramazan ayının gelmesi ve İstanbul’un dört bir yanında o heyecanın hissedilmesidir. Her ne kadar büyükler “Nerede o eski Ramazanlar?” dese de birlikteliklerin sembolü upuzun iftar masaları, hayırseverlerin tertiplediği iftar yemekleri, camilerimize asılan mahyalar, Ramazan davulcuları ve tabii ki Karagöz-Hacivat ortaoyunu çocukluğumun İstanbul’unda Ramazan’a dair belleğime yer etmiş hatıralardan ilk aklıma gelenlerdir. Profesyonel tur rehberliği mesleğim vesilesiyle Ramazan ayında özellikle iftar vakitleri sonrası ziyaret etmeyi tercih ettiğim Fatih- Sultanahmet semtlerimiz bu güzelliği tarihî yarımadada hissedebildiğimiz bölgelerin başında gelir. Nasıl ki Kadir Gecesi’nde, başta Eyüp olmak üzere, tüm camilerimiz ışıl ışıl aydınlanıyorsa Ramazan boyunca tarihî yarımada da sahur vaktine kadar süren etkinliklerle tüm şehre Ramazan ruhunu yaşatır. Ramazan ayının özellikle sonlarına gelindiğinde ise tarihî yarımadanın çarşılarında da keyifli bir telaş kendini hissettirir. Bayram alışverişine hazırlananlar, peynirciler, pastırmacılar, kıyafet dükkânları, Mahmutpaşa, Tahtakale âdeta insan seli ile dolup taşar. Çocukluğumun Ramazan günlerinde en keyifli hatıralarımdan biri ailemin beni alıp kelli felli
bir beş yıldız otelde düzenlenen Ramazan şenliği vesilesiyle Karagöz ve Hacivat ile tanıştırmasıydı. Sonralarında Türk ortaoyununun temelini oluşturan Karagöz-Hacivat hakkında okuduğum rivayetler ise bu iki karakterle duygusal bağımı artırmıştı. Hem Karagöz hem Hacivat, rivayete göre Orhan Gazi döneminde Bursa’da yaşayan iki arkadaştır ve Orhan Gazi’nin inşa ettirdiği bir caminin inşasında çalışırlarmış. Ancak gün boyu sık sık tartışır, türlü atışmalarla işçileri etraflarına toplayarak güldürürlermiş. Orhan Gazi, cami inşaatına baktığında işçilerin bütün gün gülmekten çalışamadığını ustabaşından öğrenmiş. Bu iki çalışanı sert bir şekilde ikaz ederek tekrarlanması halinde kellelerini vurduracağını söylemiş. Buna rağmen ikili eskisi gibi atışmalarını sürdürünce sultanın emriyle kelleleri vurulurmuş. İlerleyen zamanlarda sultan işçilerin yine doğru düzgün çalışmadığını görünce bu iki masum insanın ölümüne sebep olduğundan çok büyük üzüntü duymuş. İran’dan gelen Şeyh Küşterî de bunun üzerine sultanın acısını hafifletmek için her ikisinin de deriden suretini yaparak, kurduğu bir perdenin arkasında oynatmaya başlamış ve Karagöz-Hacivat ortaoyunu da bu şekilde başlamış.
Ramazan ile özdeşleşen ancak günümüzde bayram dışında da kullanılan bir diğer gelenek ise Osmanlı’dan kalma “diş kirası”dır. Eski Ramazanlarda iftara davet edilen davetlilere ayrılırlarken bir hediye vermek âdettir. Buna diş kirası denilmektedir. Yani iftar veren bir kimse, “Uzak yerlerden bu insanlar ben sevap kazanayım diye çıktılar geldiler. Alışmadıkları yemekleri, alışmadıkları insanlarla yediler. Ben de bu iyiliklerin karşılığında onlara bir hediye vereyim” der ve konukları evden ayrılırken “dişinizi kiraladım” anlamında davete icabete karşılık kendilerine uygun gördüğü birer hediye verme inceliğini gösterirmiş.
Hep birlikte, sağlık ve bereket dolu kocaman sofralarda büyüklerimizle hasret giderdiğimiz, yine eski günlerdeki gibi kucak dolusu sevgiyle sarılabildiğimiz bayram günleri dileklerimizle…
Paylaş: