Yirminci yüzyılın en ilginç figürlerinden Simone Weil zamanının sınırlarını ve etiketlerini aşan bir filozoftu. Birçok kişi tarafından farklı şekillerde betimleniyordu.
Weil, Troçki için “melankolik bir devrimci”, André Gide için “dışlanmışların azizesi”, Albert Camus için “zamanımızın tek muazzam ruhu”, Charles de Gaulle için ise “bir deli” idi. Çağdaşları kadar tanınmaması, onun hikayesini daha çok paylaşmamız gerektiğinin kanıtı.
“Sınıfındaki tek kadın öğrenciydi”
Simone Weil 1909’da Paris’te doğdu. Annesi ve babası, Alsace bölgesinin Almanlar tarafından işgali sonrası Fransa’ya kaçmış Yahudilerdi. Oldukça varlıklı olan Weil ailesi kendilerini “Agnostik Yahudiler” olarak tanımlıyorlardı ve iki çocuklarını da böyle yetiştirmişlerdi. Ailenin iki çocuğu da laik ve Fransız burjuvası tarzı bir eğitim almışlardı. Simone Weil, doğumundan erken ölümüne kadar sağlık sorunlarıyla boğuştu. Çocukluğunda Kant, Plato, Descartes, Homeros, Sofokles gibi Batı eğitiminin temel düşünürlerini okuyarak felsefeyle tanıştı. 12 yaşında Antik Yunanca okumayı öğrenmişti. Sonrasında ise Hindu kutsal yazıtı Bhagavad Gita’yı okuyarak Sanskritçe öğrendi. 1928’de Paris’in en prestijli okullarından olan École Normale Supérieure’de felsefe okumaya başladı. Sınıfındaki tek kadın öğrenciydi. Bu yıllarda oldukça radikal fikirleriyle ve bir o kadar da garip tavrıyla tanınmaya başlanmıştı. Sadece felsefeye odaklanabilmesi ve dikkatinin başka yönlere çekilmemesi için soğuk, mesafeli ve erkeksi bir tavır takınmıştı. Bu da etrafındakilerin ona “Marslı” lakabını takmasına sebep olmuştu. Eğitimini bitirdikten sonra kız okulunda öğretmen olarak çalıştı.
Simone Weil ve Varoluşçuluk
Simone Weil’i tamamen varoluşçu olarak etiketleyemesek de felsefesinin varoluşçulukla paralel olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle Weil’in içinde bulunduğu bağlam, yani 1930’ların Paris’i, varoluşçu felsefenin popülerlik kazandığı zamanlardı. Varoluşçuluğun en önemli isimlerinden Simone de Beauvoir, Weil’in École Normale’den okul arkadaşıydı. De Beauvoir ve Sartre ile devamlı etkileşim halindeydi. Weil’in fikirleri ve kuramları da varoluşçuluğa yakındır. Descartes gibi Weil’da kendi benliğinin varlığını ilan etmiştir fakat Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” tezini “yapabilirim öyleyse varım” olarak değiştirmiştir. Weil için benlik özgürdür ve özgür olmanın verdiği güce sahiptir. Aynı özgürlük tanımı varoluşçu felsefenin de temelindedir. Örneğin Albert Camus’nun hayatın anlamsızlığına ve absürtlüğüne karşı isyan etmemiz gerektiği düşüncesi Weil’in felsefesinden esinlenmiştir.
Weil, 1934 yılında Paris’in fabrikalarında kadın işçilerin yanında çalışmak için öğretmenlik kariyerine ara verdi. Toplumun en ezilmiş grubuyla omuz omuza çalışmanın işçi sınıfının deneyimini daha iyi anlamasını sağlayacağını düşünüyordu. İşçi sınıfına hayranlığı ve desteği çocukluğundan beri vardı. 10 yaşındayken kendini Bolşevik ilan etmişti, ergenliğinde işçi hareketlerine katılmıştı. Eylemlerde işçilerle beraber yürüyor, işçi haklarını savunuyor, siyasi broşürler yazıyordu. Yirmilerinin başında kendini Marksist ve pasifist olarak tanımlıyordu.
Fransa’da fabrikada çalışmaya başlamadan hemen önce, 1932’de Almanya’ya Marksist eylemcilerin yanına gitti ve oradayken Nazi ideolojisinin yayılışını gözlemledi. Paris fabrikalarındaki deneyimleri sonucu modern endüstrinin gaddarlığı normalize edişi konusunda makaleler yazdı. Modern fabrika işi temelinde iki prensibe dayanıyordu: emirlere itaat ve üretim hızının artışı. Bu iki prensip sonucu fabrika işçilerinin yorulmasına da düşünmesine de izin yoktu. Weil, kendi deneyimini fiziksel bir yorgunluktan çok aşağılanmışlık olarak tasvir etmişti; bu bir nevi kölelikti. Bu hisleri Weil’i Hristiyanlıkla tanıştırdı çünkü Weil için Hristiyanlık kökünde kölelerin diniydi ve kendi dahil bütün köleler Hristiyanlığa dahildi.
1936 yılında pasifistliğine rağmen İspanya İç Savaşı’na katıldı. Anarşist bir bölüğe yazılmak istedi fakat bölük çatışmaya girmesine izin vermedi. Weil hem çok sakardı hem de gözleri oldukça bozuktu ve silah arkadaşları Weil’in yanlışlıkla onları vurmasından korkuyordu. Gizli operasyonlara katılabilmek için komutanlarına “kendini feda etmek hakkına sahip olduğunu” söyleyerek ikna etmeye çalışıyordu. Bütün ısrarlarına rağmen çatışmaya katılmadı ve Fransa’daki ailesinin yalvarışlarına dayanamayıp sonunda Paris’e döndü.
Agnostikten Mistiğe
1930’ların sonunda Weil agnostik inancını değiştiren üç ruhani deneyim yaşadı ve sonucunda kendini Hristiyan mistisizmine adadı. 1935’de Portekiz’de bir balıkçı kasabasında köylülerin ilahilerini dinlediğinde derinden etkilendi. 1937’de İtalya’nın Assisi kasabasında ziyaret ettiği bir bazilikada ruhani bir coşku yaşadı ve hayatında ilk defa diz çöküp dua etti. 1938 de ise İngiliz şair George Herbert’in Love III isimli şiirini okurken vahiy geldi ve kendini İsa tarafından büyülenmiş hissetti. Bu deneyimlerden sonra yazıları ve felsefesi daha ruhani ve mistik olmaya başladı. Kendini Katolik inancına yakın görse de hiçbir zaman resmi olarak din değiştirmemişti, hatta vaftiz edilmeyi reddetmişti. Onun için Hristiyanlığın dışındaki inançlar da, örneğin Hinduizm ve Mahayana Budizm, oldukça önemliydi. Mistisizmine bu inançları da katmıştı.
Weil için Tanrı’nın yarattıkları Tanrı’nın tam tersidir. Tanrı mutlak iyi, mutlak güçlü ve sonsuzken, insanlık bu mutlaklıklardan yoksun ve fanidir. İsa, Tanrı’nın dünyaya gönderilen tasviri olarak bu zıtlıkları bütünleştiren figürdür. Weil’e göre evrende iki temel kuvvet vardır: yerçekimi ve zarafet (grace). Yerçekimi dünyanın fiziksel, sosyal, maddi, doğal kuvvetleridir ve insanı aşağıya çeker. Buna karşın zarafet bu maddiyatın ötesindedir, doğaüstüdür, dünyadaki denge ve uyumu sağlar. Weil, bu zıtlıkların ve ikiliklerin Tanrı’yı daha iyi tanımamızı sağladığını kuvvetli bir metaforla açıklar. Bitişik hücrelerde tutulan mahpuslar aralarındaki duvara vurarak birbirleriyle iletişime geçebilirler. Yani onları ayıran şey aynı zamanda iletişimlerini sağlayan şeydir. Bizim de Tanrı’yla ilişkimiz aynıdır, Tanrı’dan ayrılığımız aynı zamanda Onunla bağımızdır.
Holokost’tan Kaçışı ve Ölümü
Weil, 1940’da ailesiyle Nazilerin işgalinden kaçıp geçici olarak Marsilya’ya yerleşti. Oradayken köylülerle beraber üzüm bağlarında çalıştı, bir yandan da rahiplerin öğrencisi olarak dini gelişimine devam etti. 1942’de ailesinin güvenliği için Fransa’dan ailesiyle beraber kaçtı. Weil ilk başta New York’a yerleşti fakat orada kendini işgal altında olan Fransa’da yaşanan acılardan çok uzak hissetti. Ailesini ikna edip Fransa’ya daha yakın olmak için Londra’ya taşındı. İşçi olarak çalıştığı senelerin yükü hayatı boyunca yaşadığı hastalıklara eklenince ciddi sağlık sorunları yaşamaya başladı ve sonunda 1943’te verem teşhisi konuldu. Fakat tedaviyi reddetti ve işgal altındaki Fransız halkına destek olarak açlık grevine girdi. Durumu kötüleşti ve Simone Weil 1943 yılında, 34 yaşında İngiltere’de öldü. Doktoru Weil’in ölümünü tedavi ve yemeği reddettiği için intihar olarak değerlendirdi. İngiltere’de Ashford kasabasının mezarlığında, Katolik ve Yahudi kısımlarının arasında gömüldü.
Simone Weil gerçekten de azizliğe uygun bir hayat yaşadı. Her zaman fakirin, işçinin, ezilmişin gerçek anlamda yanındaydı, onlarla omuz omuza fabrikalarda ve bağlarda çalışmıştı. Hayatını bütünüyle inançlarına göre yaşadı. Onu betimleyenlerin dediği her şeydi: gerçekten de bir devrimci, azize ve deliydi. Kısa hayatında hem felsefeye hem sol görüşe hem de spiritüelliğe önemli katkılarda bulundu. Simone Weil zamanında tanınmayan, tanımlamaların ötesinde, güçlü bir kadındı. Albert Camus’nun dediği gibi, yirminci yüzyılın tek muazzam ruhuydu.
Yirminci yüzyılın en ilginç figürlerinden Simone Weil zamanının sınırlarını ve etiketlerini aşan bir filozoftu. Birçok kişi tarafından farklı şekillerde betimleniyordu.
Weil, Troçki için “melankolik bir devrimci”, André Gide için “dışlanmışların azizesi”, Albert Camus için “zamanımızın tek muazzam ruhu”, Charles de Gaulle için ise “bir deli” idi. Çağdaşları kadar tanınmaması, onun hikayesini daha çok paylaşmamız gerektiğinin kanıtı.
“Sınıfındaki tek kadın öğrenciydi”
Simone Weil 1909’da Paris’te doğdu. Annesi ve babası, Alsace bölgesinin Almanlar tarafından işgali sonrası Fransa’ya kaçmış Yahudilerdi. Oldukça varlıklı olan Weil ailesi kendilerini “Agnostik Yahudiler” olarak tanımlıyorlardı ve iki çocuklarını da böyle yetiştirmişlerdi. Ailenin iki çocuğu da laik ve Fransız burjuvası tarzı bir eğitim almışlardı. Simone Weil, doğumundan erken ölümüne kadar sağlık sorunlarıyla boğuştu. Çocukluğunda Kant, Plato, Descartes, Homeros, Sofokles gibi Batı eğitiminin temel düşünürlerini okuyarak felsefeyle tanıştı. 12 yaşında Antik Yunanca okumayı öğrenmişti. Sonrasında ise Hindu kutsal yazıtı Bhagavad Gita’yı okuyarak Sanskritçe öğrendi. 1928’de Paris’in en prestijli okullarından olan École Normale Supérieure’de felsefe okumaya başladı. Sınıfındaki tek kadın öğrenciydi. Bu yıllarda oldukça radikal fikirleriyle ve bir o kadar da garip tavrıyla tanınmaya başlanmıştı. Sadece felsefeye odaklanabilmesi ve dikkatinin başka yönlere çekilmemesi için soğuk, mesafeli ve erkeksi bir tavır takınmıştı. Bu da etrafındakilerin ona “Marslı” lakabını takmasına sebep olmuştu. Eğitimini bitirdikten sonra kız okulunda öğretmen olarak çalıştı.
Simone Weil ve Varoluşçuluk
Simone Weil’i tamamen varoluşçu olarak etiketleyemesek de felsefesinin varoluşçulukla paralel olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle Weil’in içinde bulunduğu bağlam, yani 1930’ların Paris’i, varoluşçu felsefenin popülerlik kazandığı zamanlardı. Varoluşçuluğun en önemli isimlerinden Simone de Beauvoir, Weil’in École Normale’den okul arkadaşıydı. De Beauvoir ve Sartre ile devamlı etkileşim halindeydi. Weil’in fikirleri ve kuramları da varoluşçuluğa yakındır. Descartes gibi Weil’da kendi benliğinin varlığını ilan etmiştir fakat Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” tezini “yapabilirim öyleyse varım” olarak değiştirmiştir. Weil için benlik özgürdür ve özgür olmanın verdiği güce sahiptir. Aynı özgürlük tanımı varoluşçu felsefenin de temelindedir. Örneğin Albert Camus’nun hayatın anlamsızlığına ve absürtlüğüne karşı isyan etmemiz gerektiği düşüncesi Weil’in felsefesinden esinlenmiştir.
Weil, 1934 yılında Paris’in fabrikalarında kadın işçilerin yanında çalışmak için öğretmenlik kariyerine ara verdi. Toplumun en ezilmiş grubuyla omuz omuza çalışmanın işçi sınıfının deneyimini daha iyi anlamasını sağlayacağını düşünüyordu. İşçi sınıfına hayranlığı ve desteği çocukluğundan beri vardı. 10 yaşındayken kendini Bolşevik ilan etmişti, ergenliğinde işçi hareketlerine katılmıştı. Eylemlerde işçilerle beraber yürüyor, işçi haklarını savunuyor, siyasi broşürler yazıyordu. Yirmilerinin başında kendini Marksist ve pasifist olarak tanımlıyordu.
Fransa’da fabrikada çalışmaya başlamadan hemen önce, 1932’de Almanya’ya Marksist eylemcilerin yanına gitti ve oradayken Nazi ideolojisinin yayılışını gözlemledi. Paris fabrikalarındaki deneyimleri sonucu modern endüstrinin gaddarlığı normalize edişi konusunda makaleler yazdı. Modern fabrika işi temelinde iki prensibe dayanıyordu: emirlere itaat ve üretim hızının artışı. Bu iki prensip sonucu fabrika işçilerinin yorulmasına da düşünmesine de izin yoktu. Weil, kendi deneyimini fiziksel bir yorgunluktan çok aşağılanmışlık olarak tasvir etmişti; bu bir nevi kölelikti. Bu hisleri Weil’i Hristiyanlıkla tanıştırdı çünkü Weil için Hristiyanlık kökünde kölelerin diniydi ve kendi dahil bütün köleler Hristiyanlığa dahildi.
1936 yılında pasifistliğine rağmen İspanya İç Savaşı’na katıldı. Anarşist bir bölüğe yazılmak istedi fakat bölük çatışmaya girmesine izin vermedi. Weil hem çok sakardı hem de gözleri oldukça bozuktu ve silah arkadaşları Weil’in yanlışlıkla onları vurmasından korkuyordu. Gizli operasyonlara katılabilmek için komutanlarına “kendini feda etmek hakkına sahip olduğunu” söyleyerek ikna etmeye çalışıyordu. Bütün ısrarlarına rağmen çatışmaya katılmadı ve Fransa’daki ailesinin yalvarışlarına dayanamayıp sonunda Paris’e döndü.
Agnostikten Mistiğe
1930’ların sonunda Weil agnostik inancını değiştiren üç ruhani deneyim yaşadı ve sonucunda kendini Hristiyan mistisizmine adadı. 1935’de Portekiz’de bir balıkçı kasabasında köylülerin ilahilerini dinlediğinde derinden etkilendi. 1937’de İtalya’nın Assisi kasabasında ziyaret ettiği bir bazilikada ruhani bir coşku yaşadı ve hayatında ilk defa diz çöküp dua etti. 1938 de ise İngiliz şair George Herbert’in Love III isimli şiirini okurken vahiy geldi ve kendini İsa tarafından büyülenmiş hissetti. Bu deneyimlerden sonra yazıları ve felsefesi daha ruhani ve mistik olmaya başladı. Kendini Katolik inancına yakın görse de hiçbir zaman resmi olarak din değiştirmemişti, hatta vaftiz edilmeyi reddetmişti. Onun için Hristiyanlığın dışındaki inançlar da, örneğin Hinduizm ve Mahayana Budizm, oldukça önemliydi. Mistisizmine bu inançları da katmıştı.
Weil için Tanrı’nın yarattıkları Tanrı’nın tam tersidir. Tanrı mutlak iyi, mutlak güçlü ve sonsuzken, insanlık bu mutlaklıklardan yoksun ve fanidir. İsa, Tanrı’nın dünyaya gönderilen tasviri olarak bu zıtlıkları bütünleştiren figürdür. Weil’e göre evrende iki temel kuvvet vardır: yerçekimi ve zarafet (grace). Yerçekimi dünyanın fiziksel, sosyal, maddi, doğal kuvvetleridir ve insanı aşağıya çeker. Buna karşın zarafet bu maddiyatın ötesindedir, doğaüstüdür, dünyadaki denge ve uyumu sağlar. Weil, bu zıtlıkların ve ikiliklerin Tanrı’yı daha iyi tanımamızı sağladığını kuvvetli bir metaforla açıklar. Bitişik hücrelerde tutulan mahpuslar aralarındaki duvara vurarak birbirleriyle iletişime geçebilirler. Yani onları ayıran şey aynı zamanda iletişimlerini sağlayan şeydir. Bizim de Tanrı’yla ilişkimiz aynıdır, Tanrı’dan ayrılığımız aynı zamanda Onunla bağımızdır.
Holokost’tan Kaçışı ve Ölümü
Weil, 1940’da ailesiyle Nazilerin işgalinden kaçıp geçici olarak Marsilya’ya yerleşti. Oradayken köylülerle beraber üzüm bağlarında çalıştı, bir yandan da rahiplerin öğrencisi olarak dini gelişimine devam etti. 1942’de ailesinin güvenliği için Fransa’dan ailesiyle beraber kaçtı. Weil ilk başta New York’a yerleşti fakat orada kendini işgal altında olan Fransa’da yaşanan acılardan çok uzak hissetti. Ailesini ikna edip Fransa’ya daha yakın olmak için Londra’ya taşındı. İşçi olarak çalıştığı senelerin yükü hayatı boyunca yaşadığı hastalıklara eklenince ciddi sağlık sorunları yaşamaya başladı ve sonunda 1943’te verem teşhisi konuldu. Fakat tedaviyi reddetti ve işgal altındaki Fransız halkına destek olarak açlık grevine girdi. Durumu kötüleşti ve Simone Weil 1943 yılında, 34 yaşında İngiltere’de öldü. Doktoru Weil’in ölümünü tedavi ve yemeği reddettiği için intihar olarak değerlendirdi. İngiltere’de Ashford kasabasının mezarlığında, Katolik ve Yahudi kısımlarının arasında gömüldü.
Simone Weil gerçekten de azizliğe uygun bir hayat yaşadı. Her zaman fakirin, işçinin, ezilmişin gerçek anlamda yanındaydı, onlarla omuz omuza fabrikalarda ve bağlarda çalışmıştı. Hayatını bütünüyle inançlarına göre yaşadı. Onu betimleyenlerin dediği her şeydi: gerçekten de bir devrimci, azize ve deliydi. Kısa hayatında hem felsefeye hem sol görüşe hem de spiritüelliğe önemli katkılarda bulundu. Simone Weil zamanında tanınmayan, tanımlamaların ötesinde, güçlü bir kadındı. Albert Camus’nun dediği gibi, yirminci yüzyılın tek muazzam ruhuydu.
Paylaş: