Kaynak: Gazete Duvar, İrfan Aktan
Nihal Atsız’ın Türklük için kurduğu çerçeveyle Nazi’lerin fikir babası Sebottendorf’un Cermenlik, için kurduğu çerçevenin birbiriyle örtüştüğü açık. Farklı ırkçılıklar birbirlerine karşı düşmanlık duysa da, dilleri, argümanları ve ideolojileri itibariyle kardeştir.
Şu sıralar Hüseyin Nihal Atsız’ın ismini CHP’li belediyenin kararıyla İstanbul’da bir parkta, “Millet İttifakı”nın “baskın ortağı” İYİ Parti’nin yöneticilerinin dilinde, iktidarın “minik” ve fikri ortağı Vatan Partisi’nin nasyonalist yöneticisinin “hatıratında”, fikirlerini iktidarın diğer ortağı MHP’nin anti-Kürt söylemlerinde görüyor, dinliyoruz. Ölümünden 45 yıl sonra Atsız’ın ruhunun yeniden diriltilmesi son derece anlamlı. Fakat Atsız’a geçmeden evvel, başka bir isme bakmakta fayda var.
Rudolf von Sebottendorf (1875-1965), Nazilerin fikir babası, Hitler’in “yaratıcısı”, beyaz ırk üstünlüğünün savunucusu, katı bir Yahudi düşmanı, karanlık lobici, iş insanı, ajan ve aynı zamanda Türkiye vatandaşlığı olan bir Alman olarak bilinir. Gerçek adı Adam Alfred Rudolf Glauer olan bu korkunç zat 1875 Almanya doğumlu ama yıl ve şehir hakkında iddialar muhtelif olsa da, 1965’te Adana veya İstanbul’da öldüğü biliniyor.
1901 yılında İstanbul’a gelip Hüseyin Fahri Paşa’nın himayesine giren Sebottendorf’un, “Türkiye ve Fas’ın 1950’ye kadar Alman İmparatorluğu sınırlarına dahil olması hayalinin de peşinde olduğu söylenir.
Osmanlı’da çeşitli devlet işlerinde de görev yaptığı bilinen Sebottendorf’a 1911 yılında Osmanlı vatandaşlığı veriliyor ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da vatandaşlığı devam ediyor. Buradaki çeşitli faaliyetlerden sonra, Birinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce, 1913 yılında Almanya’ya dönüyor. Beş yıl sonra, yani savaşın bittiği 1918’de, ileride “Nazi okulu” olacak olan gizli örgüt Thule Society’yi kuruyor. Bu Yahudi düşmanı örgüt gençleri, işçileri silahlandırmaya başlıyor.
Sebottendorf daha 1920’lere bile gelinmeden, Hitler’in ileride hayata geçireceği görüşleri dillendiriyor: “Kan bağımız olan prensler yerine ölümcül düşmanımız hüküm sürüyor: Yahudiler! Bu kaostan nelerin doğacağını bilemiyoruz… Hepimiz tehlikedeyiz. En amansız düşmanımız olan Yahudi’yle sonuna kadar savaşacağız. Bu, göze göz dişe diş bir savaş olacak. Thule’nin Demir Balyozu (Gamalı Haç) benim elimde bulunduğu sürece bu savaşı sürdürmeye kararlıyım. Almanya’nın bir kralı ve hanedanı vardı. Şimdi yok. Bize bir Führer gerekiyor. Eğer bulamazsak, bizim için çok kötü olacak, kaos başlayacak. Savaşımızı iki cephede yürüteceğiz. Yurt içindeki savaşımız çok kanlı ve zor olacak. Yurt dışındaki savaşımız ise ‘Alman Olmayan’ her şeye karşı olacak. Şimdi dövüşmek zamanıdır, savaş vaktidir.”
İnternet kaynaklarında, Sebottendorf hakkındaki bilgiler şöyle devam ediyor: “1919’da Alman İşçi Partisi’ni kurdu. Daha sonraki süreçte Nasyonal Sosyalist Parti ile İşçi Partisi’ni birleştirerek Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ni oluşturdu. Alman İstihbaratı o dönem Hitler’i bu partinin içine sızıp rapor yazmakla görevlendirmişti. Sebottendorf ise Alman milletinin Führer’i olarak Adolf Hitler’i seçmişti. Sebottendorf Dietrich Eckart’a Hitler’le ilgilenmesi talimatını verdi. Sebottendorf’un Thule Cemiyeti, Adolf Hitler’i partinin başına geçirdi ve destekledi.”
Sebottendorf’un 1937 yılında Almanya’da bir dergiye verdiği röportajdan naklen: “Adolf’ü ben seçtim. Bana soylu biri değil, Alman ulusunu hedefim doğrultusunda ilerletecek bir lider lazımdı. Bana korkak ve çekingen aristokrat oğlanları ve kızları değil, vatansever ve aydın çocuklar lazımdı. Onları ben seçtim, dostlarıma talimat verdim ve bugün emin adımlarla hedefe ilerliyoruz.”
Sebottendorf’un bu beyanatlarıyla aynı tarihlerde 1936 yılından itibaren Türkiye’yi Nazi Almanyası tarafına çekmek için lobi çalışmaları yaptığı da belirtiliyor. İttihat ve Terakki Partisi’nin kurucularından, Çerkes kökenli ve ajan Yenibahçeli Nail Bey’le birlikte kurdukları iddia edilen Türk-Cermen Birliği tarikatına 1940 yılında üye olduğu söylenen isimlerden biri ise bu yazının da ana konusu olan Hüseyin Nihal Atsız. (1905-1975)
Atsız’ın anti-semitizm konusunda Sebottendorf’la fikir kardeşliğini gösteren çok sayıda beyanatından sadece bir tanesi: “Aynı günde doğan bir Türk çocuğu ile bir Yahudi çocuğunu aynı terbiye müessesine alıp ikisine de yalnız esperanto dili öğretseler ve aynı şartlar altında aynı terbiyeyi verseler bile muhakkak ki Türk çocuğu yine yiğit, Yahudi yine korkak olacaktır. Türk çocuğu yine doğru, Yahudi yine sahtekâr yetişecektir.” (Orkun Dergisi, Sayı: 9, 16 Temmuz 1934)
Atsız’ın makale ve şiirlerinde kesif bir Yahudi, Arap, Kürt, Çingene, siyah, İtalyan, “Moskof”, “ümmetçi” düşmanlığı olduğu biliniyor. Askeriyeden atılma sebebi, Arap komutanına selam durmayı reddetmesiydi.
Nihal Atsız, aynı zamanda sıkı bir Kemalizm karşıtıdır. Kemalistleri milletin başına zorla bela olmakla suçlayan Atsız’a göre “Kemalizm denilen muazzam safsata kısmen Fransa kısmen de İtalya ve Rusya’dan alınmak suretiyle dış âlemin bir değil, birkaç merkezine birden bağlı olan, bu suretle diğerlerinden daha çok karmakarışık bir şekilde dışarıya bağlı bulunan bir ucubedir.” (Aktaran: Can Kakışım, “Nihal Atsız’ın Kemalizm Eleştirisi ve Bu Eleştirinin Nedensel Çözümlemesi”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırma Dergisi, Cilt 5, Sayı: 8, 2016)
Atsız, Kemalistlerin Türk Tarih Tezi’ni, “Türkiye vatandaşı olan herkes Türk’tür” iddiasını reddediyor, “melezleşmeyi” Türklüğün tehditlerinden biri olarak görüyordu.
Ona göre diğer halklar melezleşmiş olduğu için, yeryüzünde millet olarak yalnızca Türkler vardı: “Millet için ırkı esas kabul edersek Fransızlarla Amerikalılar, dil ve kültürü kabul edersek Belçikalılarla İsviçreliler ve hatta Çinliler, vatanı kabul edersek Yahudiler bir millet değildir. O halde millet nedir? Burada önce şunu kabul etmeliyiz: Bizce yalnız Türk milleti vardır… Türkler için milliyet her şeyden önce bir kan meselesidir. Yani Türküm diyecek olan adam Türk neslinden olmalıdır. Türk nesli de tarihten malûm ve meşhur olan Türklerdir… Yabancı kan taşıyan bir insan Türkçe’den başka dil bilmese bile, o Türk değildir… Türk kanına yabancılığı bakımından bir İngiliz, bir Yahudi, bir Çerkes, bir Arnavut, bir Kürt veya bir Lâzdan farkı olmayan zencilerin, sırf tabiat ona kara damga vurdu diye Türk olmadığı ittifakla kabul olunuyor da, dış şekilleri Türk’e benzeyen başka yabancılar neden Türküm diyince Türk sayılıyor?” (Orkun Dergisi, Sayı: 9, 16 Temmuz 1934)
Atsız’a göre Türk kanı taşımayan ama kanunen Türk kabul edilenler olsa olsa “Türkümsü’ydü ve bunlar, açık düşmanlardan daha büyük bir tehlikeydi. Ortak özellikleri ise “Türkçe’den başka dil bilmedikleri için Türk’ten ayırt edilmez”, dalkavuk, yalancı, menfaatçi ve hain olmalarıydı.
Ötüken Dergisi’nin 30 Nisan 1966 tarihli sayısında, “Kürdler ve Komünistler” başlıklı yazısında, Malatya’nın bir köyünde, Şaban adlı bir öğretmenin Atatürk büstünü kırıp Türk bayrağını yırttığını, bu öğretmenin akıl hastası değilse, kanının ve soyunun araştırılması gerektiğini yazan Atsız, o zamanın iç düşmanlarını şöyle özetliyordu: “Bugün Türkiye’de Türklüğe ve dolayısı ile Türk bayrağına düşman üç zümre vardır: Moskofçular, kürtçüler ve Siyasi Ümmetçiler.” (Atsız, Kürt sözcüğünün ilk harfini, Kürtleri aşağılamak için özellikle küçük yazıyordu.)
Atsız daha 1966 yılında, “Şaban” öğretmen üzerinden şimdiki anti-Kürt cenahın ırkçı paranoyasını şu cümlelerle destekliyordu: “Şaban adlı öğretmenin Türk bayrağı düşmanı takımlardan hangisine bağlı olduğu şimdilik belli değildir. Bir kürtçü olması ihtimali üzerinde ısrarla durmak ve ciddi tedbirler almak lazımdır. Unutulmamalıdır ki, kürtçülük almış yürümüş, idam istemi ile mahkemeye verilen kürtler ‘Büyük Millet Meclisi’ne girmiş, o ahım şahım kürtçe ile dergiler yayınlamaya başlamışlardır. Kürtçüler kürtlüklerini Türklük aleyhinde bir eda ile söylemekten çekinmiyecek duruma gelmişlerdir. Bazı kürtçüler, öğrenci derneklerinde önemli yerlere gelmişlerdir.”
Atsız, dönemin yönetimini buna karşı hiçbir şey yapmamakla eleştiriyor ve 1915 tarihini hatırlatarak Kürtlere şöyle gözdağı veriyordu: “Ayrı kürt devleti kurmak gayesi ile bir takım davranışları olan üniversiteli kürtlerin çoğalmasından sonra devlet şüphesiz kürt asıllılara karşı daha uyanık olacak, bunları kritik noktalara getirmeyecektir. Kürtler mevcut nisbetteki akıllarını başlarına devşirmeyerek yabancı kışkırtılara oyuncak olmakta devam ve kürt devleti hayali ardında koşarlarsa nasipleri yeryüzünden kazınmak olacaktır. Türk ırkı oluk gibi kanı ve sayısız emeği pahasına yurt edindiği Türkiye’ye göz dikenleri ne yapabileceğini göstermiş, 1915’de Ermenileri, 1922’de Rumları bu ülkede yok etmiştir.”
Rudolf von Sebottendorf’un “yaratıcısı” olduğu Hitler’e hayranlığı malûm Atsız, hayatını Türk ırkçılığının hâkimiyet mücadelesine adamış bir isim. Irkçılığın şimdikiyle mukayese edilmeyecek kadar “makul” görüldüğü 1940’lı yıllarda bile ırkçılıktan yargılanmış, hapis yatmış, Alparslan Türkeş’le bile “ırkçı olmadığı için” yolları ayrılmış biri.
Türkeş’le ihtilafı 1969 yılında, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi kongresinde başlıyor. Türkeş’in kongrede “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız” sözü, Atsız açısından kabul edilemezdi. Zira ona göre Türklükle Müslümanlık eşitlenemezdi.
Güven Bakırezer, Atsız’ın ideolojisini şöyle tarif ediyor: “Atsız kendini siyasal olarak ırkçı, Türkçü ve Turancı olarak tanımlıyor. Türkçü, ‘Türk ırkının üstünlüğüne inanmış kimsedir.’ Turancılık ise Türkçülüğün kısa gelecekteki siyasal amacıdır.” (Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Milliyetçilik, Cilt-4, Sayfa 355)
Atsız’ın Türklük için kurduğu çerçeveyle Nazi’lerin fikir babası Sebottendorf’un Cermenlik, için kurduğu çerçevenin birbiriyle örtüştüğü açık. Farklı ırkçılıklar birbirlerine karşı düşmanlık duysa da, dilleri, argümanları ve ideolojileri itibariyle kardeştir.
Güven Bakırezer, Atsız’la ilgili şu saptamayı yapıyor: “Irk ve soy, Atsız’ın toplum tasarımında merkezi bir yer tutar. Örneğin TC vatandaşları arasında yalnız Türklerin başa geçmesini savunur. Bazı unsurları vatandaş olarak dahi düşünmez. Çingenelerin Hindistan’a sürülmesini ya da olmazsa Hakkari’de zorunlu ikamet ettirilerek ‘adam edilmeleri’ni önermiştir. Kürtlerin de aynı şekilde kendilerine gidecek bir yer bulmalarını, örneğin Birleşmiş Milletler’den Afrika’da bir yurtluk istemelerini, aksi halde, başlarına gelebilecekleri Ermeni’lerden sorup öğrenmelerini tavsiye etmiştir.”
Atsız hem ırklar arası hem de ırk içi hiyerarşik sistemin kurulması gerektiği düşüncesindeydi. Tanıl Bora’nın Atsız’la ilgili saptamalarından biri şöyle: “Askerliği ‘tek gerçek bilim’ addetmesi, ontolojik bir kerteye çıkardığı ırkçılığıyla ve Sosyal Darwinizmiyle tutarlıdır: Askerlik bütün bilimlerin bilimidir, çünkü ‘yaşamaya hak kazanmak bilimi’dir.” (Bora, Cereyanlar, İletişim Yayınları, Sayfa: 281)
Atsız’ın “insan hakları denen lüzumsuz hürriyetlerden bazılarının kaldırılması” yanlısı olduğunu hatırlatan Bora, bu zatın cinsiyetçiliğine dair de şu saptamaları yapıyor: “Şiddetin ahlâkî ve estetik değer oluşu, Atsız’da erkeklik yüceltisiyle ve sertlik tutkusuyla bütünlenir. Salih olan ‘erkek duyuşlu’ olandır. -Atsız- ‘Türk’ü az konuşmakla, sert bakışlarla, gülmek bilmemekle karakterize eder. Annelikten ‘kaytarmamak’ ve hafifliğe meyletmemek kaydıyla kadının kamusal alanda var olmasına cevaz verirken Kemalist tutumdan fazla farklılaşmaz; ancak kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmasına, erkekleri yumuşatacağı endişesiyle şerh düşer. (…) Kadın öğretmenlerin erkek talebeye ders vermesine de karşıdır. Cinsiyet kimliklerinin ‘karışması’, geçirgenleşmesi, onun kâbusudur…” (Cereyanlar, Sayfa: 282)
Atsız’ın zamanında bastırdığı kartvizitinde kendisini “her devrin menkûbu” olarak sıfatlandırdığını, bizzat talebesi Altan Deliorman’dan öğreniyoruz. (26’ıncı dakikadan itibaren.)
Oysa Nihal Atsız’ın en azından içinde yaşadığımız devrin menkûbu, talihsizi, bedbahtı olmadığı görülüyor. Zira bu zatın “hatıratı” şu sıralar İstanbul’da, ismi bir parka verilerek diriltiliyor.
Geçtiğimiz ay, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, CHP’nin “muhalefet ortağı” olan İYİ Parti’nin arzusu üzerine Maltepe’de bir parka Nihal Atsız ismi vermeyi kararlaştırdı.
Berlin Belediyesi’nin bugün çıkıp Kreuzberg’deki bir parka Adolf Hitler veya onu dünyanın başına bela eden Rudolf von Sebottendorf’un adını vermesi Almanya’yı ayağa kaldırır.
Ama bizde, “Türk kanı taşımayan” herkese açık düşmanlık ettiği, Kemalistlerin “Yurtta sulh, cihanda sulh” yahut “‘kimsenin bir karış toprağında gözümüz yok” sözünü “sefilane” bulduğu “bir millet için en büyük tehlikelerden biri barış ve dostluk afyonu yutarak uyumaktır” diye yazdığı (Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Milliyetçilik, Cilt-4 içinde, “Ülküler Taarruzidir” başlığı altında, sayfa: 1014) bilinen Nihal Atsız’ın ismi, ölümünün üzerinden 45 yıl geçtikten sonra, açıkça düşman olduğu, aşağıladığı Yahudilerin, Rumların, Kürtlerin, Çingenelerin, eşcinsellerin de oy vererek seçtiği CHP’li Ekrem İmamoğlu başkanlığındaki İstanbul Büyükşehir Belediyesi kararıyla Maltepe’de bir parka verildi.
Muhtemelen Atsız bile kendi hayat hikâyesini Ruh Adam isimli romanda Selim Pusat karakteri üzerinden anlatırken o “ruhun” ölümünden 45 yıl sonra, hem iktidarda hem de onun “muhalifi” görünen cenahta yeniden dirileceğini bilemezdi. Türk ırkçılığının bu kadar “meşru” görüleceği bir çağı o bile hayal etmediği, 1940’larda bile ırkçılığından dolayı bu ülkede yargılanıp hapsedildiği için kendisini “her devrin menkûbu”, yani “talihsizi”, “gözden düşmüşü” olarak görmüştü.
Köprünün altından neredeyse 80 yıl akıp gitti. Bu arada Hitler yenildi, Sebottendorf sefillik içinde ölüp tarihin çöplüğüne gömüldü, ırkçılık ideolojisinin halklar arasında yarattığı devasa trajedilerle yüzleşmeler, hesaplaşmalar oldu. Irkçı fikirleri beyan etmek pek çok ülkenin yargısında suç, toplumunda utanç kaynağı oldu.
Bir de buraya, şu hale bakın.
Türk ırkçıları için “her şey çok güzel oluyorken”, Atsız da düştüğü yerden kendisini çıkarıp “başa” koyan, bu ülkedeki devasa “parka” adını nakşettirmeye çalışan torunlarının gayreti ve çokluğuyla ne kadar iftihar etse azdır.
[…] grubu, farklı kademelerinde defalarca antisemit açıklamalar yapılan ve kendini Nazi hayranı Nihal Atsız’la ilişkilendiren İYİ Parti dahil olmak üzere Türkiye’de sistematik antisemitizm üreten ve […]