İlkay Öz’ün ‘Mülksüzleştirme ve Türkleştirme: Edirne Örneği’ adlı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kendisi de Edirneli olan Öz’ün kitabı 1910’lardan 1970’lere kadar Edirne’de Rumların, Ermenilerin ve son olarak da Yahudilerin tasfiye ve mülksüzleştirilme süreçlerini süreklilik içinde gözler önüne seriyor. Öz’le kitabından yola çıkarak, genelde Türkiye’de özelde ise Edirne’de dünden bugüne sermayenin ‘yerli ve milli’ hale nasıl getirildiğini konuştuk.
Günümüze kadar yapılan Türkiye’de gayrimüslim azınlıkları tasfiye süreçlerini konu alan çalışmalarla ilgili olarak, “Bu türden olayları genellikle kimlik çerçevesinde, Türkleştirme politikalarıyla sınırlı tutmuşlardır. Bu çalışmalarda gözden kaçırılan olayların ekonomi politiği ve kapitalist birikim politikalarıyla ilintisidir” diyorsunuz. Kitabı henüz okumamış olanlar için kısaca bunu açar mısınız?
Sermaye, ulus, devlet üçlü bir yapı oluşturur ve kapitalist ulus devlet oluşturduğu bu üçlü yapı sayesinde güçlüdür. Kapitalist birikim rejimini benimseyen bir siyasi iktidarın en başta halletmesi gereken sorunlardan biri sermaye birikimidir ki, Türkiye’deki siyasi iktidarların karşı karşıya kaldığı sorun da buydu. Siyasi iktidar yeri geldiğinde sırtını dayayabileceği kendi ‘yerli ve milli’ burjuva-küçük burjuva sınıflarını inşa edebilmek adına sermaye birikimine ihtiyaç duyar. Bu aşamada yoksun olduğu bu birikimi ‘öteki’ yaratarak veya mevcut ‘ötekileri’ daha da marjinalleştirip şeytanlaştırarak mülksüzleştirilmelerine imkân sağlar. Şeytanlaştırılan/ötekileştirilen bir toplumsal grubun mülksüzleştirilmesi daha kolay gerçekleşir. Bu durum sadece 20. yüzyıla özgü de değildir. Kapitalizm ortaya çıktığı ilk andan itibaren daima ötekiler yaratmış ve bunları mülksüzleştirerek ihtiyaç duyduğu ilkel birikimi elde etmiştir ve var olduğu sürece de bu böyle devam edecektir. Örneğin 15. ve 16. yüzyıllarda Kıta Avrupası’nda alternatif bir yaşam biçimi sunan kadınların cadı addedilerek şeytanlaştırılmaları/ ötekileştirilmeleri cadı avlarını beraberinde getirmiş; katliamları mülksüzleştirme ve ‘çitleme’ (çevreleme; toprakları çevreleyerek çiftlik yaratma) süreçleri takip etmiştir. Keza hemen ardından Amerika’daki yerlileri ötekileştirme ve mülksüzleştirme süreçleri de Kıta Avrupası’ndaki sömürgeci devletlere muazzam bir ilkel birikim sağlamıştır. Buralardaki süreci Hıristiyanlaştırma ve mülksüzleştirme olarak niteleyebiliriz. Türkiye’de de İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ve ardından gelen hükümetlerin benimsediği politikalar Türkleştirme ve mülksüzleştirmeyi bir arada içermiştir. Bunlar rejimin politikalarının iki ayağını oluşturur. ‘Yabancı, tehlikeli, milli güvenliğe tehdit, güvenilmez’ unsurların çeşitli zor yöntemlerle tasfiye edilmeleri bu politikanın Türkleştirme ayağıdır. Türkleştirme süreçleri Yahudi, Rum ve Ermeniler gibi Hıristiyan topluluklar için Müslümanlaştırmayı da içerirken Boşnak, Arnavut gibi göçmenler ve Kürtler için Türkleştirmeyi içerir. Bu politikanın diğer ayağı olan mülksüzleştirme ise bu ötekilerin topraklarından koparılmaları, mülklerinin tasfiye edilmesi, mallarına el konulması ve bunun üzerinden ‘yerli ve milli’ burjuva/küçük burjuva unsurların ihtiyaç duyduğu ilkel birikimin elde edilmesini içerir. Bu süreç bazen ‘sürgün’, ‘kovulma’, ‘tehcir’, ‘mübadele’ bazen de ‘vergi’ üzerinden yürütülür. Ama birbirleri arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Sanırım kapitalizmde ötekileştirme mülksüzleştirmenin habercisi ve aynı zamanda kolaylaştırıcısıdır.
Kitabın giriş bölümünden diyorsunuz ki, “Edirne’de yaşamış Yahudilerin bir kısmı mandıracılık yapmışlardı. Ailemin de bir mandırası vardı. Bu yetmezmiş gibi ailemin işletmesinin kuruluş tarihi 1935’ti. Yoksa? İşte beni bu çalışmaya motive eden şey buydu. Arşiv ve sözlü tarih çalışmalarım sonucunda bu sorunun cevabını da buldum.” Bunu açar mısınız? Sorunun cevabı neydi?
Galatasaray Üniversitesi siyaset bilimi yüksek lisansında ‘Türkiye’de Kimlik ve Vatandaşlık’ dersini alırken Füsun Üstel gayrimüslim karşıtı olaylardan bahsetmişti. Konu Trakya Olayları’na gelmişti. 1934 Temmuz’unda gerçekleşen olaylarda Yahudiler mal mülklerini bırakarak veya değerinin altında satarak Trakya’yı terk etmek zorunda bırakılmışlardı. Bunların ev, dükkân ve topraklarını Türk eşraf almıştı. Yahudilerin Trakya ve özellikle Edirne’de yoğun olarak uğraştığı işlerden biri de mandıracılıktı. O ana kadar Trakya Olayları’nı ya duymamış ya da duymuş olsam bile pek önemsememiştim sanırım. Ancak ailemin bir peynir işletmesine sahip olduğu ve bunun da kuruluş yılının 1935 olduğunu aklıma getirdiğimde kafamda büyük bir soru işareti oluşmuştu. Marksist bir sosyal bilimci adayı olarak ailemin ilkel birikimini Yahudilerin mülksüzleştirmesi yoluyla gerçekleştirip gerçekleştirmediğini öğrenmem ve gerekirse bununla hesaplaşmam lazımdı. Üstel’e tezimi bu konuda yazmak istediğimi söyledim ve kabul etmesinin ardından kişisel bir sorgulama da olan bu çalışmaya başladım. Aile büyükleriyle yaptığım görüşmelerde ailemin Bulgaristan göçmeni olduğunu ilk olarak Meriç kıyısında bir köye yerleşip ardından karşı kıyıya, Yunanistan’a geçtiğini sonrasında burada da tutunamayıp 1930’ların sonuna doğru Edirne merkeze yerleştiği malumatını aldım. Yani bu olaylar sırasında ailem Edirne’de değilmiş. Yine de ben bu malumatla yetinemezdim, tapu arşivinde de bunun izini sürmeye karar verdim. Olaylar sırasında ve takip eden yıllarda birçok Bulgaristan ve Yunanistan göçmeni ailenin Yahudi mülklerini elde ettiklerine tapu arşivindeki belgelerde denk gelirken ailemin ismine bu tarihlerdeki kayıtlarda rastlamadım. İsimlerine tapu kayıtlarında ilk rastladığım tarih 1950’lerdi. Aldıkları topraklar da muhtemelen göç ettikleri Balkanlardaki yerlerinin karşılığı olan Rum emvâl-i metrukeleriydi.
Türkiye’nin farklı bölgelerinde yapılan sözlü tarih çalışmalarından anladığımız kadarıyla Balkanlar ve Kafkasya’dan göç eden Müslüman topluluklar arasında da özellikle Gayrimüslimlerden kalan mal mülkün bölüşülmesi konusunda anlaşmazlıklar ve yer yer gerilimler, çatışmalar oluyor. Edirne, Kırklareli, Çanakkale gibi şehirlerde yaptığınız araştırmalarda da benzer gerilimlere rastladınız mı?
Açıkçası Edirne’deki muhacir Müslüman topluluklar arasında bu türlü gerilimlere araştırmamda rastlamadım. Tabii bu konu üzerine yoğunlaşmamıştım ama şunları söyleyebilmem mümkün. 1923-1960 yılları arasında yurtdışından gelen Müslüman göçmenlerin en fazla iskân edildiği il Edirne’ydi. 889.042 göçmenden 84.946’sı yani yaklaşık olarak yüzde 10’u Edirne’ye yerleştirilmişti. Bu göçmenlerin de yüzde 97,5’i Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya gibi Balkan ülkelerinden gelmişlerdi. Sözünü ettiğiniz gerilimler Balkan göçmenleri arasında yaşanmamıştır. Balkan göçmenleri benzer bir kültür ve coğrafya içerisinden geldikleri için birbirine yakın topluluklardır. Keza tapu kayıtlarından görebildiğim kadarıyla devlet Milli Emlak aracılığıyla çoğunlukla Bulgaristan, Yunanistan, Romanya göçmenlerine Rum, Ermeni ve Yahudi emvâl-i metrukelerini ya bedelsiz ya da düşük bedellerle dağıtmış, olası mağduriyet ve çatışmaların önüne geçmiştir. Ayrıca aralarında bir çatışma gelişmemesinde Trakya Umumi müfettişliğinin kurulması, merkezinin Edirne’de olması ve buranın iskân, imar, iktisat, ulaşım sorunlarını çözmeye yönelik adımlar atılması da etkiliydi. Bunun dışında bu muhacirler elbette kendi kültürlerinden unsurları da katarak Edirnelilik/Türklük kimliğine uyum sağlamışlardı. Tabii ki bu kimliğin inşasında Yahudilerin etkisi büyüktür. Trakya iktisadı üzerinde hâkimiyetini sürdüren Yahudilerin tasfiyesi ve milli iktisadın gerektirdiği gibi ticaretin Müslüman Türk unsurların eline geçmesi için yürütülen politikalar Edirnelilik/Türklük kimliğini pekiştirmiştir. Tüm bunlar Edirne’deki Müslüman göçmenler arasındaki çatışmayı engellemiş görünüyor.
Tarihçi Ümit Kurt’un ‘Antep 1915’ kitabından öğrendiğimiz kadarıyla, Antep’te yerel eşraf Ermeni tehciri konusunda merkezi hükümetten adeta daha hevesli. Mal mülk nedeniyle Antep’teki Ermenilerin tamamına yakınının Antep’i terk etmesi yerel eşrafın çok istediği bir şey. Merkezi hükümet ise Ermeni tehcirinin kapsamının daha dar tutulmasından yana gibi görünüyor. Edirne’de de benzeri bir süreçten söz edebilir miyiz?
Bence de benzer bir süreçten Edirne için de söz edilebilir. ‘Ermeni Tehciri’yle yerel eşraf hem doğrudan hem de dolaylı fayda sağlamıştır. Bu sebeple geride kalan halk için ‘Tehcir’in kendisi olmasa bile iktisadi-toplumsal sonuçlarının çok arzulandığını söyleyebilirim. Keza burada bir parantez açarak hükümet yetkilileri tarafından Edirne’nin ‘Tehcir’ kapsamına alınmadığını ve ‘resmi olarak’ “Tehcir”in Edirne’de gerçekleşmediğini hatırlatalım. Tabii ki resmi olarak var olmayan bu ‘Tehcir’ olmaksızın Edirne’deki Ermeni nüfusunun nasıl ortadan kalktığını ve tapu kayıtlarında onlarcasına rastladığımız emvâl-i metrukelerinin nasıl ortaya çıktığını açıklamak zor. Yerel eşrafın ‘Tehcir’i arzulaması konusuna geri dönersek, doğrudan ve dolaylı fayda kavramlarını açıklamak yerel eşrafın bu arzusunu anlamamızı kolaylaştıracaktır. Doğrudan fayda dediğim şey ‘Tehcir’ edilen Ermenilerin emvâl-i metrukelerinin bölüşümü. Dolaylı fayda dediğim şey ise ‘Tehcir’e kadar Edirne ticaretine hâkim olan Ermenilerin tasfiyesiyle ticaretin ele geçirilmesidir. 1909 Şark Ticaret Yıllığında gördüğümüz üzere Edirne ticareti Ermeniler ve Rumların elindeydi. Örneğin Alipaşa çarşısında Ermenilerin 300 dükkânı olduğundan bahsetmekte Kévorkian. 1923’e gelmeden bu iki topluluğun ‘Tehcir’, ‘kovulma’, ‘mübadele’siyle ticarette müthiş bir boşluk meydana gelmiş ve bu boşluk çoğunlukla Yahudi eşraf tarafından doldurulmuştur. Keza Yahudi eşrafın da Ermeni emvâl-i metrukelerine sahip olmaktan geri kalmadığını görüyoruz. Aslında Edirne’de ‘Ermeni Tehciri’nden elde edilen fayda konusunda sadece Müslüman eşraf arasındaki rekabetten bahsedemeyiz. Yahudi topluluğu da ‘Tehcir’den fazlasıyla yararlanmıştır ki Edirne ticaretinin hâkimi Yahudi tüccarlar olmuştur. Keza gayrimüslim bir grubun hâkimiyeti milli iktisat politikaları için arzu edilen bir şey olmadığından Yahudi karşıtı söylem ve politikalar 1930’larda Trakya Olayları ve 1940’larda Varlık Vergisiyle devam edecektir.
Kitabın son bölümlerinde işlediğiniz TSMD (Türkiye Siyonizmle Mücadele Derneği) Edirne Şubesi’nin Yahudilere yönelik faaliyetleri çok bilinmeyen bir konu. Üstelik sonuç alıcı da olmuş. 1968’lerde ‘milli burjuvazi’ yaratma çabasının hâlâ sürüyor olması çok bilinen bir konu değil. Bu konuda Edirne’deki ‘yerli ve milli’ eşraf öncülük etse de dönemin resmi kurumlarından da destek aldıkları görülüyor. Bu bize sermayenin Müslümanlaştırılması politikasının adeta hükümetler üstü bir devlet politikası olarak varlığını 1970’lerde de sürdürdüğünü göstermiyor mu? Böyle olunca bu politikanın günümüzde var olup olmadığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tam da yukarıda kaldığım yerden devam edersem bu soruyu daha net bir şekilde açıklamış olurum. 1934 Olayları’yla Yahudilerin bir kısmı Edirne’den kovulmuş olsa da hâlâ iktisadi alanda büyük bir güce sahiptiler. Ülke genelinde uygulanan Varlık Vergisi gayrimüslimleri hedef alırken Edirne’de en çok etkilenen Yahudiler olmuştu. Türkiye’de yaşamaya dair umutları bu iki olayla azalmıştı ve İsrail’in kuruluşuyla Edirne’de Yahudi göçü ivme kazanmıştı. 1970’lere gelinirken Yahudi nüfusunun Edirne’de ne iktisadi ne toplumsal bir gücü vardı. Ancak buna rağmen Edirne’deki ‘yerli ve milli’ eşraftan birtakım unsurlar, o dönem için bunlar eşraf içinde azınlıktaydılar, antikomünizm ve Arap-İsrail savaşıyla yükselen antisiyonizm/antisemitizmle harmanlanmış bir milli burjuva ideolojisiyle harekete geçmişlerdi. Bu derneğin, devlet tarafından desteklendiğinden emin değilim ama yereldeki güçlerin güvenilmez olarak gördükleri Yahudilerin kovulmasından memnun olacaklarını, bunu engellemek için hiçbir şey yapmadıklarını ve aynı zamanda yükselen sosyalist hareket karşısında bir güç olan milliyetçi-antikomünist bu grubu kayırdıklarını öne sürebiliriz. Belki burada devlet aklından bahsedilebilir. Devlet aklı yerel güçlere sirayet etmiş ve kendilerine bunu görev addetmişlerdi. Ancak TSMD Edirne şubesindekilerin iktisadi çıkarlarının da ideolojileri kadar Yahudi karşıtı mücadeleye girişmelerinde etkili olduğunu söylemeliyim. Son sorunuza gelirsek eskisi gibi günümüzde, Müslümanlaştırılacak bir azınlık olduğundan emin değilim. Bence bu politikalar günümüzde etnik, sosyal, siyasal, kültürel veya toplumsal cinsiyet anlamında farklı grupların ötekileştirilmeleri, mülksüzleştirilmeleri, üretim ve yeniden üretim süreçlerinden dışlanmalarıyla gerçekleşiyor. Özneler değişiklik gösterse de ötekileştirme ve mülksüzleştirme süreçleri kapitalizm var oldukça devam edecek.
Kaynak: Agos, Ferda Balancar
İlkay Öz’ün ‘Mülksüzleştirme ve Türkleştirme: Edirne Örneği’ adlı kitabı İletişim Yayınları’ndan çıktı. Kendisi de Edirneli olan Öz’ün kitabı 1910’lardan 1970’lere kadar Edirne’de Rumların, Ermenilerin ve son olarak da Yahudilerin tasfiye ve mülksüzleştirilme süreçlerini süreklilik içinde gözler önüne seriyor. Öz’le kitabından yola çıkarak, genelde Türkiye’de özelde ise Edirne’de dünden bugüne sermayenin ‘yerli ve milli’ hale nasıl getirildiğini konuştuk.
Günümüze kadar yapılan Türkiye’de gayrimüslim azınlıkları tasfiye süreçlerini konu alan çalışmalarla ilgili olarak, “Bu türden olayları genellikle kimlik çerçevesinde, Türkleştirme politikalarıyla sınırlı tutmuşlardır. Bu çalışmalarda gözden kaçırılan olayların ekonomi politiği ve kapitalist birikim politikalarıyla ilintisidir” diyorsunuz. Kitabı henüz okumamış olanlar için kısaca bunu açar mısınız?
Sermaye, ulus, devlet üçlü bir yapı oluşturur ve kapitalist ulus devlet oluşturduğu bu üçlü yapı sayesinde güçlüdür. Kapitalist birikim rejimini benimseyen bir siyasi iktidarın en başta halletmesi gereken sorunlardan biri sermaye birikimidir ki, Türkiye’deki siyasi iktidarların karşı karşıya kaldığı sorun da buydu. Siyasi iktidar yeri geldiğinde sırtını dayayabileceği kendi ‘yerli ve milli’ burjuva-küçük burjuva sınıflarını inşa edebilmek adına sermaye birikimine ihtiyaç duyar. Bu aşamada yoksun olduğu bu birikimi ‘öteki’ yaratarak veya mevcut ‘ötekileri’ daha da marjinalleştirip şeytanlaştırarak mülksüzleştirilmelerine imkân sağlar. Şeytanlaştırılan/ötekileştirilen bir toplumsal grubun mülksüzleştirilmesi daha kolay gerçekleşir. Bu durum sadece 20. yüzyıla özgü de değildir. Kapitalizm ortaya çıktığı ilk andan itibaren daima ötekiler yaratmış ve bunları mülksüzleştirerek ihtiyaç duyduğu ilkel birikimi elde etmiştir ve var olduğu sürece de bu böyle devam edecektir. Örneğin 15. ve 16. yüzyıllarda Kıta Avrupası’nda alternatif bir yaşam biçimi sunan kadınların cadı addedilerek şeytanlaştırılmaları/ ötekileştirilmeleri cadı avlarını beraberinde getirmiş; katliamları mülksüzleştirme ve ‘çitleme’ (çevreleme; toprakları çevreleyerek çiftlik yaratma) süreçleri takip etmiştir. Keza hemen ardından Amerika’daki yerlileri ötekileştirme ve mülksüzleştirme süreçleri de Kıta Avrupası’ndaki sömürgeci devletlere muazzam bir ilkel birikim sağlamıştır. Buralardaki süreci Hıristiyanlaştırma ve mülksüzleştirme olarak niteleyebiliriz. Türkiye’de de İTC (İttihat ve Terakki Cemiyeti) ve ardından gelen hükümetlerin benimsediği politikalar Türkleştirme ve mülksüzleştirmeyi bir arada içermiştir. Bunlar rejimin politikalarının iki ayağını oluşturur. ‘Yabancı, tehlikeli, milli güvenliğe tehdit, güvenilmez’ unsurların çeşitli zor yöntemlerle tasfiye edilmeleri bu politikanın Türkleştirme ayağıdır. Türkleştirme süreçleri Yahudi, Rum ve Ermeniler gibi Hıristiyan topluluklar için Müslümanlaştırmayı da içerirken Boşnak, Arnavut gibi göçmenler ve Kürtler için Türkleştirmeyi içerir. Bu politikanın diğer ayağı olan mülksüzleştirme ise bu ötekilerin topraklarından koparılmaları, mülklerinin tasfiye edilmesi, mallarına el konulması ve bunun üzerinden ‘yerli ve milli’ burjuva/küçük burjuva unsurların ihtiyaç duyduğu ilkel birikimin elde edilmesini içerir. Bu süreç bazen ‘sürgün’, ‘kovulma’, ‘tehcir’, ‘mübadele’ bazen de ‘vergi’ üzerinden yürütülür. Ama birbirleri arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Sanırım kapitalizmde ötekileştirme mülksüzleştirmenin habercisi ve aynı zamanda kolaylaştırıcısıdır.
Kitabın giriş bölümünden diyorsunuz ki, “Edirne’de yaşamış Yahudilerin bir kısmı mandıracılık yapmışlardı. Ailemin de bir mandırası vardı. Bu yetmezmiş gibi ailemin işletmesinin kuruluş tarihi 1935’ti. Yoksa? İşte beni bu çalışmaya motive eden şey buydu. Arşiv ve sözlü tarih çalışmalarım sonucunda bu sorunun cevabını da buldum.” Bunu açar mısınız? Sorunun cevabı neydi?
Galatasaray Üniversitesi siyaset bilimi yüksek lisansında ‘Türkiye’de Kimlik ve Vatandaşlık’ dersini alırken Füsun Üstel gayrimüslim karşıtı olaylardan bahsetmişti. Konu Trakya Olayları’na gelmişti. 1934 Temmuz’unda gerçekleşen olaylarda Yahudiler mal mülklerini bırakarak veya değerinin altında satarak Trakya’yı terk etmek zorunda bırakılmışlardı. Bunların ev, dükkân ve topraklarını Türk eşraf almıştı. Yahudilerin Trakya ve özellikle Edirne’de yoğun olarak uğraştığı işlerden biri de mandıracılıktı. O ana kadar Trakya Olayları’nı ya duymamış ya da duymuş olsam bile pek önemsememiştim sanırım. Ancak ailemin bir peynir işletmesine sahip olduğu ve bunun da kuruluş yılının 1935 olduğunu aklıma getirdiğimde kafamda büyük bir soru işareti oluşmuştu. Marksist bir sosyal bilimci adayı olarak ailemin ilkel birikimini Yahudilerin mülksüzleştirmesi yoluyla gerçekleştirip gerçekleştirmediğini öğrenmem ve gerekirse bununla hesaplaşmam lazımdı. Üstel’e tezimi bu konuda yazmak istediğimi söyledim ve kabul etmesinin ardından kişisel bir sorgulama da olan bu çalışmaya başladım. Aile büyükleriyle yaptığım görüşmelerde ailemin Bulgaristan göçmeni olduğunu ilk olarak Meriç kıyısında bir köye yerleşip ardından karşı kıyıya, Yunanistan’a geçtiğini sonrasında burada da tutunamayıp 1930’ların sonuna doğru Edirne merkeze yerleştiği malumatını aldım. Yani bu olaylar sırasında ailem Edirne’de değilmiş. Yine de ben bu malumatla yetinemezdim, tapu arşivinde de bunun izini sürmeye karar verdim. Olaylar sırasında ve takip eden yıllarda birçok Bulgaristan ve Yunanistan göçmeni ailenin Yahudi mülklerini elde ettiklerine tapu arşivindeki belgelerde denk gelirken ailemin ismine bu tarihlerdeki kayıtlarda rastlamadım. İsimlerine tapu kayıtlarında ilk rastladığım tarih 1950’lerdi. Aldıkları topraklar da muhtemelen göç ettikleri Balkanlardaki yerlerinin karşılığı olan Rum emvâl-i metrukeleriydi.
Türkiye’nin farklı bölgelerinde yapılan sözlü tarih çalışmalarından anladığımız kadarıyla Balkanlar ve Kafkasya’dan göç eden Müslüman topluluklar arasında da özellikle Gayrimüslimlerden kalan mal mülkün bölüşülmesi konusunda anlaşmazlıklar ve yer yer gerilimler, çatışmalar oluyor. Edirne, Kırklareli, Çanakkale gibi şehirlerde yaptığınız araştırmalarda da benzer gerilimlere rastladınız mı?
Açıkçası Edirne’deki muhacir Müslüman topluluklar arasında bu türlü gerilimlere araştırmamda rastlamadım. Tabii bu konu üzerine yoğunlaşmamıştım ama şunları söyleyebilmem mümkün. 1923-1960 yılları arasında yurtdışından gelen Müslüman göçmenlerin en fazla iskân edildiği il Edirne’ydi. 889.042 göçmenden 84.946’sı yani yaklaşık olarak yüzde 10’u Edirne’ye yerleştirilmişti. Bu göçmenlerin de yüzde 97,5’i Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Yugoslavya gibi Balkan ülkelerinden gelmişlerdi. Sözünü ettiğiniz gerilimler Balkan göçmenleri arasında yaşanmamıştır. Balkan göçmenleri benzer bir kültür ve coğrafya içerisinden geldikleri için birbirine yakın topluluklardır. Keza tapu kayıtlarından görebildiğim kadarıyla devlet Milli Emlak aracılığıyla çoğunlukla Bulgaristan, Yunanistan, Romanya göçmenlerine Rum, Ermeni ve Yahudi emvâl-i metrukelerini ya bedelsiz ya da düşük bedellerle dağıtmış, olası mağduriyet ve çatışmaların önüne geçmiştir. Ayrıca aralarında bir çatışma gelişmemesinde Trakya Umumi müfettişliğinin kurulması, merkezinin Edirne’de olması ve buranın iskân, imar, iktisat, ulaşım sorunlarını çözmeye yönelik adımlar atılması da etkiliydi. Bunun dışında bu muhacirler elbette kendi kültürlerinden unsurları da katarak Edirnelilik/Türklük kimliğine uyum sağlamışlardı. Tabii ki bu kimliğin inşasında Yahudilerin etkisi büyüktür. Trakya iktisadı üzerinde hâkimiyetini sürdüren Yahudilerin tasfiyesi ve milli iktisadın gerektirdiği gibi ticaretin Müslüman Türk unsurların eline geçmesi için yürütülen politikalar Edirnelilik/Türklük kimliğini pekiştirmiştir. Tüm bunlar Edirne’deki Müslüman göçmenler arasındaki çatışmayı engellemiş görünüyor.
Tarihçi Ümit Kurt’un ‘Antep 1915’ kitabından öğrendiğimiz kadarıyla, Antep’te yerel eşraf Ermeni tehciri konusunda merkezi hükümetten adeta daha hevesli. Mal mülk nedeniyle Antep’teki Ermenilerin tamamına yakınının Antep’i terk etmesi yerel eşrafın çok istediği bir şey. Merkezi hükümet ise Ermeni tehcirinin kapsamının daha dar tutulmasından yana gibi görünüyor. Edirne’de de benzeri bir süreçten söz edebilir miyiz?
Bence de benzer bir süreçten Edirne için de söz edilebilir. ‘Ermeni Tehciri’yle yerel eşraf hem doğrudan hem de dolaylı fayda sağlamıştır. Bu sebeple geride kalan halk için ‘Tehcir’in kendisi olmasa bile iktisadi-toplumsal sonuçlarının çok arzulandığını söyleyebilirim. Keza burada bir parantez açarak hükümet yetkilileri tarafından Edirne’nin ‘Tehcir’ kapsamına alınmadığını ve ‘resmi olarak’ “Tehcir”in Edirne’de gerçekleşmediğini hatırlatalım. Tabii ki resmi olarak var olmayan bu ‘Tehcir’ olmaksızın Edirne’deki Ermeni nüfusunun nasıl ortadan kalktığını ve tapu kayıtlarında onlarcasına rastladığımız emvâl-i metrukelerinin nasıl ortaya çıktığını açıklamak zor. Yerel eşrafın ‘Tehcir’i arzulaması konusuna geri dönersek, doğrudan ve dolaylı fayda kavramlarını açıklamak yerel eşrafın bu arzusunu anlamamızı kolaylaştıracaktır. Doğrudan fayda dediğim şey ‘Tehcir’ edilen Ermenilerin emvâl-i metrukelerinin bölüşümü. Dolaylı fayda dediğim şey ise ‘Tehcir’e kadar Edirne ticaretine hâkim olan Ermenilerin tasfiyesiyle ticaretin ele geçirilmesidir. 1909 Şark Ticaret Yıllığında gördüğümüz üzere Edirne ticareti Ermeniler ve Rumların elindeydi. Örneğin Alipaşa çarşısında Ermenilerin 300 dükkânı olduğundan bahsetmekte Kévorkian. 1923’e gelmeden bu iki topluluğun ‘Tehcir’, ‘kovulma’, ‘mübadele’siyle ticarette müthiş bir boşluk meydana gelmiş ve bu boşluk çoğunlukla Yahudi eşraf tarafından doldurulmuştur. Keza Yahudi eşrafın da Ermeni emvâl-i metrukelerine sahip olmaktan geri kalmadığını görüyoruz. Aslında Edirne’de ‘Ermeni Tehciri’nden elde edilen fayda konusunda sadece Müslüman eşraf arasındaki rekabetten bahsedemeyiz. Yahudi topluluğu da ‘Tehcir’den fazlasıyla yararlanmıştır ki Edirne ticaretinin hâkimi Yahudi tüccarlar olmuştur. Keza gayrimüslim bir grubun hâkimiyeti milli iktisat politikaları için arzu edilen bir şey olmadığından Yahudi karşıtı söylem ve politikalar 1930’larda Trakya Olayları ve 1940’larda Varlık Vergisiyle devam edecektir.
Kitabın son bölümlerinde işlediğiniz TSMD (Türkiye Siyonizmle Mücadele Derneği) Edirne Şubesi’nin Yahudilere yönelik faaliyetleri çok bilinmeyen bir konu. Üstelik sonuç alıcı da olmuş. 1968’lerde ‘milli burjuvazi’ yaratma çabasının hâlâ sürüyor olması çok bilinen bir konu değil. Bu konuda Edirne’deki ‘yerli ve milli’ eşraf öncülük etse de dönemin resmi kurumlarından da destek aldıkları görülüyor. Bu bize sermayenin Müslümanlaştırılması politikasının adeta hükümetler üstü bir devlet politikası olarak varlığını 1970’lerde de sürdürdüğünü göstermiyor mu? Böyle olunca bu politikanın günümüzde var olup olmadığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tam da yukarıda kaldığım yerden devam edersem bu soruyu daha net bir şekilde açıklamış olurum. 1934 Olayları’yla Yahudilerin bir kısmı Edirne’den kovulmuş olsa da hâlâ iktisadi alanda büyük bir güce sahiptiler. Ülke genelinde uygulanan Varlık Vergisi gayrimüslimleri hedef alırken Edirne’de en çok etkilenen Yahudiler olmuştu. Türkiye’de yaşamaya dair umutları bu iki olayla azalmıştı ve İsrail’in kuruluşuyla Edirne’de Yahudi göçü ivme kazanmıştı. 1970’lere gelinirken Yahudi nüfusunun Edirne’de ne iktisadi ne toplumsal bir gücü vardı. Ancak buna rağmen Edirne’deki ‘yerli ve milli’ eşraftan birtakım unsurlar, o dönem için bunlar eşraf içinde azınlıktaydılar, antikomünizm ve Arap-İsrail savaşıyla yükselen antisiyonizm/antisemitizmle harmanlanmış bir milli burjuva ideolojisiyle harekete geçmişlerdi. Bu derneğin, devlet tarafından desteklendiğinden emin değilim ama yereldeki güçlerin güvenilmez olarak gördükleri Yahudilerin kovulmasından memnun olacaklarını, bunu engellemek için hiçbir şey yapmadıklarını ve aynı zamanda yükselen sosyalist hareket karşısında bir güç olan milliyetçi-antikomünist bu grubu kayırdıklarını öne sürebiliriz. Belki burada devlet aklından bahsedilebilir. Devlet aklı yerel güçlere sirayet etmiş ve kendilerine bunu görev addetmişlerdi. Ancak TSMD Edirne şubesindekilerin iktisadi çıkarlarının da ideolojileri kadar Yahudi karşıtı mücadeleye girişmelerinde etkili olduğunu söylemeliyim. Son sorunuza gelirsek eskisi gibi günümüzde, Müslümanlaştırılacak bir azınlık olduğundan emin değilim. Bence bu politikalar günümüzde etnik, sosyal, siyasal, kültürel veya toplumsal cinsiyet anlamında farklı grupların ötekileştirilmeleri, mülksüzleştirilmeleri, üretim ve yeniden üretim süreçlerinden dışlanmalarıyla gerçekleşiyor. Özneler değişiklik gösterse de ötekileştirme ve mülksüzleştirme süreçleri kapitalizm var oldukça devam edecek.
Paylaş: