Bu sefer de bizim apartmandaki komşularımızdan bahsetmek istiyorum. Şimdi aklıma gelince kendi kendime gülmekten, kendimi alamıyorum. Apartmanımızdaki komşularımız, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarından fırlamış gibi tiplerdi. Gürpınar’ın romanlarını orta okuldayken okuduğumda, o komşuları anımsar ve çok eğlenirdim.
Biz en üst katta otururduk. Giriş katında Meliha Kayral adlı, oldukça yaşlı, suratsız bir hanım otururdu. Yüzü hiç gülmezdi, hep öfkeli ve kızgındı. Hiç dostu yoktu, hep yalnızdı. Aslında varlıklı ve güngörmüş bir kadındı. Başına ipekten şallar örterdi. Oğlu, radyoda sık sık şarkıları çalınan ses sanatçısı Necdet Cici Kayral’dı. Galatasaray takımında futbolcu iken ona “CİCİ” Necdet dediklerinden, sonra sanat hayatında Cici soyadını kullanırdı. Meliha hanımın küçük oğlu da futbol oynarken hayatını kaybetmişti. Annem bu hikayeleri bildiğinden kadının suyuna gitmeye çalışırdı. Oğlu Necdet Bey haftada bir gün annesini ziyarete geldiğinde bize çıkar, annesinin şikayetlerini sıralardı. Annem adamla konuşur, onu sakinleştirirdi. Kadın banyo musluğunu bütün gün açık tutar, sular boş yere küvetine akardı. Amacı annemi üzmek, ona acı çektirmekti. Annem kapısına gider, suyunu kapatması için ona yalvarırdı, kadın ise onu göğsünden itip kapıyı yüzüne çarpardı. O yıllarda şehir suyu tazyikli olmadığından bizim kata hiç su çıkmazdı. Annem susuzluktan çıldırırdı. Sonunda babam bizim daireye bir depo yaptırmıştı. Kadın gece yatarken musluğunu kapattığı için, bizim depoya su dolmaya başlardı. Annem de gündüzleri depo suyuyla iş yapardı. Benim orta okul yıllarımda kadın artık ölüme yaklaştığını hissederek, yumuşamıştı. Hatta arada bir bize çıkar, salonda kahvesini içerken, ablamın yeni doğan bebeği Ari’ye bakar ve gülümserdi. Annem “Evlat acısı tatmış insana kötü davranılmaz, Allah affeder, ben mi affetmeyeceğim?” derdi.
Apartmanın bodrum katında oturan Madam Erifili, iki küçük kızı olan genç bir kadındı. O ve annesi başlı başına olay kadınlardı. Madam Erifili bir terziydi ve yanında iki terzi çırağı genç kız çalışırdı. Kızları Niça ve Tasula, babaları Eliya iyi insanlardı. Birçok Rum gibi, o da pasta ustasıydı. Hacı Bekir’de, pasta imalatı bölümünde çalışırdı. Şekli bozulmuş taze pastaları gece evine getirirdi. Küçük Tasula bunları derhal yalayıp yutardı. Tasula benden bir yaş küçük ve tombalak bir kızdı. 4 tane süt dişi vardı ve gerisi hala çıkmamıştı. Annem bunu da dert edinirdi. “Sara çok yemez ama süt dişleri dökülüp, yeni dişleri çıkmaya başladı, halbuki Tasula durmadan yemek yiyor, hala 4 dişi var” derdi. Çocuğu diş doktoruna götürmedikleri için annesine kızardı. Evin bir de anneannesi vardı. Bu kadının yıllar önce kocası öldüğünden, sürekl matemliydi ve siyah giyinirdi. Uzun boylu ve zayıftı, çırpı gibi bacaklarına hep kalın siyah çoraplar giyerdi. Topuzlu beyaz saçlarıyla bahçeyi süpürürken, tıpkı masallardaki süpürgeli ihtiyar cadılara benzerdi. Bir gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken, anne kız yukarı çıkmışlar, avaz avaz anneme bahçeye pis sular döküyor diye haykırmaya başlamışlardı. Annem resmen çarpılmıştı. Rumca ”Kirya Erifilimu, Kirya Elenimu, bak sağanak yağmur yağıyor. Ben şimdi temizlik yapmıyordum. Ben bahçeye pis su atmam, hep tuvalete dökerim. Matotheo (vallahi) dökmedim” derken, anneme baygınlık gelirdi, teyzem sinirle; “bre cadılar, gidin buradan, kardeşimi öldüreceksiniz” deyip, kapıyı yüzlerine kapatırdı. Annem koltuğa yığılır, teyzem ona su ve kolonya yetiştirirdi. Bu sahneler benim için tiyatro gibiydi. Evden çıkarken, ihtiyar kadın arkamızdan “çafuti” diye bağırırdı. Bu kelimenin ne demek olduğunu bilmezdim. Meğerse Rumca “pis Yahudi” demekmiş. Yani anlayacağınız, Rum komşularımız bize Haçlı Seferleri ilan etmişlerdi. Ne hikmettir ki annem sonunda onları da fethetmişti. 1. sınıftaki yıl sonu müsameresindeki bir rolüm için, giymem gereken pembe organza bir tuvaleti, annem ona diktirmişti. Yıllar sonra ortaokula başlayan büyük kızı Niça yukarı çıkar ve ablamdan İngilizce dersi alırdı. Sonra arka sokağımıza taşınmışlardı. Madam Erifili ablamın gelinliğini de dikmişti. Bana da birkaç parça giysi dikmişti. Bu aile sonraki yıllar Atina’ya göç etti. Bak şu Allah’ın işine, benim barışsever annem herkesle iyi ilişkiler içinde olmayı ister, kavgayı kaldıramazdı. Her halde anlattıklarımdan annemin karakterini iyi ayrımsayabiliyorsunuz.
1962 yılında ilkokula başladım. Ailemizin okulu olan Moda ilkokulunun 1-C sınıfına yazdırıldım. Numaram 213’tü. Artık büyüme yolunun ilk basamağına çıkmıştım. Çok sevinçliydim çünkü ablamın, okuma öğrendikten sonra okuyabileceğim bir yığın masal kitabı, çocuk romanları ve Mickey Mouse albümleri beni bekliyordu. Okula gitmeden önce, koyu mavi renkli bavul biçimindeki okul çantam, çeşitli kalınlıkta defterlerim, resim defterim, kalem kutum, yepyeni kurşun kalemlerim, silgim, kalemtıraşım, boncuklu sayacım, her şeyim tamamdı. Renkli kuru boyalarım çantamın başköşesindeydi. Çünkü resim yapmak benim hayatımın odak noktasıydı. Neyse, ben o sene öğlenciydim. Okulumuz çift tedrisatlıydı ve her sınıf 60 kişiydi. Okulda küme halinde otururduk. Her kümede yaklaşık 6 çocuk, sınıfta 10 küme olurdu. Benim okula başladığım yıl, bizim okulda siyah önlük, beyaz yaka biçimindeki formalar kaldırılmıştı. Kıyafet serbestti. Kullanışlı ve mütevazı kıyafetler giyilirdi. İlk gün annemle ablamdan ayrılmak bana çok zor gelmişti. Kalbim sıkışıyordu ama belli etmiyordum. İlk gün annemle ablam, bahçede, beni beklediler. İkinci gün yalnız ablam bekledi. 3. gün artık sadece çıkışta beni alacaklarını söyleyince, aldı beni bir telaş. Son zil çalıp da, annemi bahçede görünce içime güneşler doğdu. Tamam artık tedirginlik bitmişti ve okul yılları art arda geçmeye başladı. Sınıftaki en samimi arkadaşım, sarışın, mavi gözlü, tatlılar tatlısı İnci Kutay’dı. Ablam, İnci’nin ablalarından biri olan Mine’yi ve abisi Faruk’u Marmara Koleji’nden tanıdığı için, ablalarımız bizi ilk günden kaynaştırmışlardı. Onlar 5 kardeşti. Zeynep, Mine, Ömer Faruk, Nilgün ve İnci. İnci ile o kadar samimi olmuştuk ki, artık okula gitmek benim için bayramdı. Biz o sene eve telefon bağlatmıştık. Birbirimize telefon numaralarımızı vermiştik. Eve döner dönmez, yaklaşık bir saat daha telefonla konuşup, şarkılar söyler, kahkahalar atardık. İnci’nin babası ünlü tarihçi ve yazar Cemal Kutay’dı. Şair Latifi Sokağı’nda üç katlı, beyaza boyanmış ahşap bir evleri vardı. En üst kat, Cemal Bey’in özel çalışma katıydı. İnci aynı babasına benzerdi. Üç kardeş babaları gibi, sarışın mavi gözlüydü. Diğer iki abla annelerine benzerdi. Anneleri Melahat hanım, dünya iyisi, güler yüzlü bir kadındı. Bazı yaz günleri İnci’lere misafirliğe giderdik. Ablaları ablamla, annesi annemle bahçede oturup sohbet ederken, İnci ile ben kocaman bahçelerinde oyunlar oynar, kocaman madeni kanape salıncakta oturup sallanırken, minik ekler pastalar ve baton sale yerdik. Yıllar sonra Marmara Koleji’nde lise 1. sınıftayken tekrar sıra arkadaşı olmuştuk. İnci’nin gizemli bir tılsımı vardır. Onu gördüğüm anda içimde, hala sevgi çiçekleri açılır. Karşılaştığımız anda, sanki daha dün ayrılmışız gibi kaldığımız yerden devam ederiz. 2019 yılının yazında eşimle Bodrum’a gittiğimizde hemen buluştuk, doymadık yine buluştuk, bizi harika bir restoranda ağırladı, yine doyamadık, bizi evine götürdü, saatlerce kahve eşliğinde sohbete devam ettik. Eşim onunla, daha henüz benimle arkadaşlık ederken tanıştığı için, ikisi de birbirlerini çok severler. Çok başarılı bir iş kadınlığı döneminden sonra, İnci artık Bodrum’daki üç katlı taş evinde yaşıyor. Kendini sokak hayvanlarına adadı. Tüm vaktini neredeyse hayvan barınağında geçiriyor. Hayvanların, bütün insanlardan daha masum ve koşulsuz sevgi verdiğine inananlardan biri. Hatta yıllardır vejetaryen. Evinde 4 köpeği var. Çok kişilikli bir kadın ve ben onu çok çok seviyorum.
1. sınıftayken ekim ayında anneannem yaşama veda etti. O hafta yedi gün bütün kardeşler bizim evde kalmışlardı. Annem, teyzelerim Suzan ve Veneta, Avrupa yakasında yaşayan dayım Selomo bizde kalıyorlardı. İsrail’deki dayım Yosef’e telgrafla durumu bildirmişlerdi. Eskiden yurt dışına telefon bağlatmak için en az üç gün beklemek gerektiğinden, babam ona telgraf çekmişti. Şimdi düşünüyorum da herhalde küçük olduğumdan çok acı çekmemiştim. Oysa ablam günlerce kıpkırmızı ve şişmiş gözlerle dolaşmıştı. Ev o kadar kalabalıktı ki, ben olayın ciddiliğini kavrayamamıştım bile. Hayat devam ediyordu, aylar sonra, anneannemin odası hala kapalıydı ama, normal hayatımız devam ediyordu. O sene yıl sonu müsameresi yapıldı. Sesim güzel olduğu için öğretmenimiz Samime Hanım bana tam on ayrı rol vermişti. Bunun için de terziler, alışverişler gerekiyordu. Tuvaletler, elbiseler, kostümler, köylü kıyafetleri, kanatlar, taçlar derken, annem telaştan ve koşuşturmaktan, artık ağlamayı yavaş yavaş bırakmıştı. 1963 yılında yeni öğretim yılı başladığında ilk öğretmenim bebek sahibi olduğu için, bizim sınıfı okutamadı. Yeni öğretmenimiz Saadet Tekin adlı bir öğretmen oldu. O da gençti, annemle yaşıttı ama Samime Öğretmen kadar yumuşak ve tatlı değildi. Ben çok çalışkan olduğum için, hangi öğretmen olsa ben yine parlayabilirdim. Nedir ki bu öğretmen çok sertti. Erkek çocukları çok döverdi. Bu beni çok rahatsız ederdi. Devlet okulu olduğu için sınıfta oldukça fakir çocuklar da vardı. Bazıları Anadolu kökenli, köylü çocuklarıydı. Sanırım öğretmenimiz bu çocuklardan fazla haz etmezdi. Bir de bu çocukların aileleri oldukça cahil olduklarından, çocuklar oldukça eksikli çocuklardı. Dersleri iyi değildi. Çabuk öğrenemezlerdi. Üst başları bile farklıydı. Şimdi düşünüyorum da aslında önlük giyildiği zaman sınıfta en azından bir örneklilik oluşurmuş. Kimsenin önlüğünün altında ne giydiği belli olmazdı. Oysa biz önlük giymiyorduk. Ben o yaşımda bu ince noktaları ayrımsayıp, dertlenirdim. Ben kendimi bu çocuklara yardım etmeye ve onlarla hoş beş etmeye azami gayret ederdim. Ödevlerine yardım ederdim. Her türlü imkana sahip olduğum için suçluluk hissine kapılırdım. Beşinci sınıf bitene kadar, böyle farklı duyguları içimde barındırarak okulu bitirdim.
Moda İlkokulu’nun öğretim stili, hayatımda önemli bir disiplin edinmeme ön ayak oldu. Bizim okulumuz Kadıköy’de ilklerin temsilcisiydi. Dördüncü sınıfa başladığımız dönem, okula yeni bir eğitim sistemi getirilmişti. Fen bilgisi ve sosyal bilgileri içeren dersler için, her konu hakkında araştırma yapmak üzere yeni kümelere ayrılırdık. Yani sürekli olarak hep aynı arkadaşlarla oturmamız söz konusu değildi. Her konuda farklı arkadaşlarla kümeler oluşturur, konuların ana başlıklarını tasarlar ve paylaştığımız konular hakkında evimizde ve okulda ansiklopedilerden araştırmalar yapıp raporlar hazırlardık. Daha sonra bu raporları, küme halinde arkadaşlarımıza sunar ve onların konu hakkındaki sorularına cevap verirdik. Bu çok ciddi bir meseleydi, belki de ben çok ciddiye alırdım. Hata yapmak benim için affedilmez bir şeydi. Böylece ekip çalışmasının ve ayrıca bireysel olarak araştırmacılığın bilincine daha 9-10 yaşlarımızda varmıştık. Bu alışkanlık beni daha sonra araştırmacı- yazar olmaya yönlendirdi. 30 yıldan bu yana Şalom Gazetesi’nde, araştırmacı/yazar olarak yazı yazıyorum.
Sınıfımızda çok güzel çocuklar vardı. Sanki yarı yarıya iki sınıftan oluşmuştu. Çalışkanların hepsi de aynı taraftaydı. O günlerimin en etkileyici arkadaşları İnci, Defne ve Gündeş’ti. Defne ve Gündeş anneanneleriyle yaşarlardı. Babaları şehir dışında çalıştıkları için anneannelerinin yanındaydılar. İkisi de piyano çalarlardı. Birbirimizin evlerine misafirliğe gittiğimizde piyano çalardık. Çok çalışkan ve sınıfın popüler kızlarındandık. Ayrıca Mase ve Itırcık adlı kız arkadaşlarım da çok şeker kızlardı. Mase ve ben, sınıfta Müslüman olmayan tek çocuklardık. Mase Makedonyalı Rum kökenliydi. Çok şirin bir kızdı. Öğretmen birimize sesleneceği zaman “Mase Sara” derdi. İkimiz birden ayağa kalkardık, o da gülerdi. Biz iki kız Müslüman olmadığımız için, onun bilinçaltında fişliydik her halde. 2017 senesinde mezuniyetimizin 50. yılında bir araya geldik. Ben İsrael’den, Mase Atina’dan, Murat İngiltere’den, Oktay Paris’ten, Nilgün Münih’ten, İnci ve Zerrin Bodrum’dan gelmişlerdi buluşmaya. Anlaşılan bazıları ise onca yıldan sonra, bu buluşmayı gelmeye değer bulmamışlardı. Oğlanların saçları ağarmış, kızların da tabii ama, biz saçlarımız boyalı olduğu için zevahiri kurtarmıştık. Öpüşmeler, sarılmalar, çocuk ve torun resimleri… gözyaşları… ertesi yıl gelebilenlerle bu sefer Büyükada’da buluştuk. Sınıfımızın tatlı ve yaramaz Yaman Vuran’ı, meğerse Büyükada Anadolu Kulübü’nün “La Vie” adlı kafesini işleten Yaman’mış. Minicik Yaman, uzun boylu kocaman Yaman olmuştu. Bizim Emre Gönen ise, Bilgi Üniversitesi’nin rektör danışmanıydı, ama aynı Emre’ydi. Nazik, kibar ve soylu. Diğer bir soylu Cem Güvendiren’le, Modalı yeşim gözlü, canciğer arkadaşımla o gün sarıldık ve ağlaştık. Heyecandan yüreklerimiz kabarmıştı. O gün, İnci, Nilgün, Tülin, Itırcık, Atiye, Mase, hem güldük hem ağladık. Yedik içtik, şarap kadehlerini coşkuyla tokuşturduk. Yaman “La Vie” Cafe’de bizi müthiş ağırladı, Hatta dönüşte bizi deniz taksiyle Bostancı’ya kadar gönderdi. Canım 5-C, 51 sene sonra beraberdik. Hayatta olmayanları sevgiyle andık. Kim bilir bir gün tekrar buluşuruz belki… Turgay, Ethem, Nadir, Hasan, Cahit, Defne, Haluk, Zafer, Sinan, Alpaslan, Serdar, Gökhan, Seha, iki Çiğdem, Birnur, Süreyya, Saadet, Satiye, Gülşen, Kevser, Ruhsar, Nevser, Ayşe, Sema, Oya, Hülya ve daha niceleri, hepinizi özlemle kucaklıyorum.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Kaynak: Sara Yanarocak
Bu sefer de bizim apartmandaki komşularımızdan bahsetmek istiyorum. Şimdi aklıma gelince kendi kendime gülmekten, kendimi alamıyorum. Apartmanımızdaki komşularımız, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarından fırlamış gibi tiplerdi. Gürpınar’ın romanlarını orta okuldayken okuduğumda, o komşuları anımsar ve çok eğlenirdim.
Biz en üst katta otururduk. Giriş katında Meliha Kayral adlı, oldukça yaşlı, suratsız bir hanım otururdu. Yüzü hiç gülmezdi, hep öfkeli ve kızgındı. Hiç dostu yoktu, hep yalnızdı. Aslında varlıklı ve güngörmüş bir kadındı. Başına ipekten şallar örterdi. Oğlu, radyoda sık sık şarkıları çalınan ses sanatçısı Necdet Cici Kayral’dı. Galatasaray takımında futbolcu iken ona “CİCİ” Necdet dediklerinden, sonra sanat hayatında Cici soyadını kullanırdı. Meliha hanımın küçük oğlu da futbol oynarken hayatını kaybetmişti. Annem bu hikayeleri bildiğinden kadının suyuna gitmeye çalışırdı. Oğlu Necdet Bey haftada bir gün annesini ziyarete geldiğinde bize çıkar, annesinin şikayetlerini sıralardı. Annem adamla konuşur, onu sakinleştirirdi. Kadın banyo musluğunu bütün gün açık tutar, sular boş yere küvetine akardı. Amacı annemi üzmek, ona acı çektirmekti. Annem kapısına gider, suyunu kapatması için ona yalvarırdı, kadın ise onu göğsünden itip kapıyı yüzüne çarpardı. O yıllarda şehir suyu tazyikli olmadığından bizim kata hiç su çıkmazdı. Annem susuzluktan çıldırırdı. Sonunda babam bizim daireye bir depo yaptırmıştı. Kadın gece yatarken musluğunu kapattığı için, bizim depoya su dolmaya başlardı. Annem de gündüzleri depo suyuyla iş yapardı. Benim orta okul yıllarımda kadın artık ölüme yaklaştığını hissederek, yumuşamıştı. Hatta arada bir bize çıkar, salonda kahvesini içerken, ablamın yeni doğan bebeği Ari’ye bakar ve gülümserdi. Annem “Evlat acısı tatmış insana kötü davranılmaz, Allah affeder, ben mi affetmeyeceğim?” derdi.
Apartmanın bodrum katında oturan Madam Erifili, iki küçük kızı olan genç bir kadındı. O ve annesi başlı başına olay kadınlardı. Madam Erifili bir terziydi ve yanında iki terzi çırağı genç kız çalışırdı. Kızları Niça ve Tasula, babaları Eliya iyi insanlardı. Birçok Rum gibi, o da pasta ustasıydı. Hacı Bekir’de, pasta imalatı bölümünde çalışırdı. Şekli bozulmuş taze pastaları gece evine getirirdi. Küçük Tasula bunları derhal yalayıp yutardı. Tasula benden bir yaş küçük ve tombalak bir kızdı. 4 tane süt dişi vardı ve gerisi hala çıkmamıştı. Annem bunu da dert edinirdi. “Sara çok yemez ama süt dişleri dökülüp, yeni dişleri çıkmaya başladı, halbuki Tasula durmadan yemek yiyor, hala 4 dişi var” derdi. Çocuğu diş doktoruna götürmedikleri için annesine kızardı. Evin bir de anneannesi vardı. Bu kadının yıllar önce kocası öldüğünden, sürekl matemliydi ve siyah giyinirdi. Uzun boylu ve zayıftı, çırpı gibi bacaklarına hep kalın siyah çoraplar giyerdi. Topuzlu beyaz saçlarıyla bahçeyi süpürürken, tıpkı masallardaki süpürgeli ihtiyar cadılara benzerdi. Bir gün bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken, anne kız yukarı çıkmışlar, avaz avaz anneme bahçeye pis sular döküyor diye haykırmaya başlamışlardı. Annem resmen çarpılmıştı. Rumca ”Kirya Erifilimu, Kirya Elenimu, bak sağanak yağmur yağıyor. Ben şimdi temizlik yapmıyordum. Ben bahçeye pis su atmam, hep tuvalete dökerim. Matotheo (vallahi) dökmedim” derken, anneme baygınlık gelirdi, teyzem sinirle; “bre cadılar, gidin buradan, kardeşimi öldüreceksiniz” deyip, kapıyı yüzlerine kapatırdı. Annem koltuğa yığılır, teyzem ona su ve kolonya yetiştirirdi. Bu sahneler benim için tiyatro gibiydi. Evden çıkarken, ihtiyar kadın arkamızdan “çafuti” diye bağırırdı. Bu kelimenin ne demek olduğunu bilmezdim. Meğerse Rumca “pis Yahudi” demekmiş. Yani anlayacağınız, Rum komşularımız bize Haçlı Seferleri ilan etmişlerdi. Ne hikmettir ki annem sonunda onları da fethetmişti. 1. sınıftaki yıl sonu müsameresindeki bir rolüm için, giymem gereken pembe organza bir tuvaleti, annem ona diktirmişti. Yıllar sonra ortaokula başlayan büyük kızı Niça yukarı çıkar ve ablamdan İngilizce dersi alırdı. Sonra arka sokağımıza taşınmışlardı. Madam Erifili ablamın gelinliğini de dikmişti. Bana da birkaç parça giysi dikmişti. Bu aile sonraki yıllar Atina’ya göç etti. Bak şu Allah’ın işine, benim barışsever annem herkesle iyi ilişkiler içinde olmayı ister, kavgayı kaldıramazdı. Her halde anlattıklarımdan annemin karakterini iyi ayrımsayabiliyorsunuz.
1962 yılında ilkokula başladım. Ailemizin okulu olan Moda ilkokulunun 1-C sınıfına yazdırıldım. Numaram 213’tü. Artık büyüme yolunun ilk basamağına çıkmıştım. Çok sevinçliydim çünkü ablamın, okuma öğrendikten sonra okuyabileceğim bir yığın masal kitabı, çocuk romanları ve Mickey Mouse albümleri beni bekliyordu. Okula gitmeden önce, koyu mavi renkli bavul biçimindeki okul çantam, çeşitli kalınlıkta defterlerim, resim defterim, kalem kutum, yepyeni kurşun kalemlerim, silgim, kalemtıraşım, boncuklu sayacım, her şeyim tamamdı. Renkli kuru boyalarım çantamın başköşesindeydi. Çünkü resim yapmak benim hayatımın odak noktasıydı. Neyse, ben o sene öğlenciydim. Okulumuz çift tedrisatlıydı ve her sınıf 60 kişiydi. Okulda küme halinde otururduk. Her kümede yaklaşık 6 çocuk, sınıfta 10 küme olurdu. Benim okula başladığım yıl, bizim okulda siyah önlük, beyaz yaka biçimindeki formalar kaldırılmıştı. Kıyafet serbestti. Kullanışlı ve mütevazı kıyafetler giyilirdi. İlk gün annemle ablamdan ayrılmak bana çok zor gelmişti. Kalbim sıkışıyordu ama belli etmiyordum. İlk gün annemle ablam, bahçede, beni beklediler. İkinci gün yalnız ablam bekledi. 3. gün artık sadece çıkışta beni alacaklarını söyleyince, aldı beni bir telaş. Son zil çalıp da, annemi bahçede görünce içime güneşler doğdu. Tamam artık tedirginlik bitmişti ve okul yılları art arda geçmeye başladı. Sınıftaki en samimi arkadaşım, sarışın, mavi gözlü, tatlılar tatlısı İnci Kutay’dı. Ablam, İnci’nin ablalarından biri olan Mine’yi ve abisi Faruk’u Marmara Koleji’nden tanıdığı için, ablalarımız bizi ilk günden kaynaştırmışlardı. Onlar 5 kardeşti. Zeynep, Mine, Ömer Faruk, Nilgün ve İnci. İnci ile o kadar samimi olmuştuk ki, artık okula gitmek benim için bayramdı. Biz o sene eve telefon bağlatmıştık. Birbirimize telefon numaralarımızı vermiştik. Eve döner dönmez, yaklaşık bir saat daha telefonla konuşup, şarkılar söyler, kahkahalar atardık. İnci’nin babası ünlü tarihçi ve yazar Cemal Kutay’dı. Şair Latifi Sokağı’nda üç katlı, beyaza boyanmış ahşap bir evleri vardı. En üst kat, Cemal Bey’in özel çalışma katıydı. İnci aynı babasına benzerdi. Üç kardeş babaları gibi, sarışın mavi gözlüydü. Diğer iki abla annelerine benzerdi. Anneleri Melahat hanım, dünya iyisi, güler yüzlü bir kadındı. Bazı yaz günleri İnci’lere misafirliğe giderdik. Ablaları ablamla, annesi annemle bahçede oturup sohbet ederken, İnci ile ben kocaman bahçelerinde oyunlar oynar, kocaman madeni kanape salıncakta oturup sallanırken, minik ekler pastalar ve baton sale yerdik. Yıllar sonra Marmara Koleji’nde lise 1. sınıftayken tekrar sıra arkadaşı olmuştuk. İnci’nin gizemli bir tılsımı vardır. Onu gördüğüm anda içimde, hala sevgi çiçekleri açılır. Karşılaştığımız anda, sanki daha dün ayrılmışız gibi kaldığımız yerden devam ederiz. 2019 yılının yazında eşimle Bodrum’a gittiğimizde hemen buluştuk, doymadık yine buluştuk, bizi harika bir restoranda ağırladı, yine doyamadık, bizi evine götürdü, saatlerce kahve eşliğinde sohbete devam ettik. Eşim onunla, daha henüz benimle arkadaşlık ederken tanıştığı için, ikisi de birbirlerini çok severler. Çok başarılı bir iş kadınlığı döneminden sonra, İnci artık Bodrum’daki üç katlı taş evinde yaşıyor. Kendini sokak hayvanlarına adadı. Tüm vaktini neredeyse hayvan barınağında geçiriyor. Hayvanların, bütün insanlardan daha masum ve koşulsuz sevgi verdiğine inananlardan biri. Hatta yıllardır vejetaryen. Evinde 4 köpeği var. Çok kişilikli bir kadın ve ben onu çok çok seviyorum.
1. sınıftayken ekim ayında anneannem yaşama veda etti. O hafta yedi gün bütün kardeşler bizim evde kalmışlardı. Annem, teyzelerim Suzan ve Veneta, Avrupa yakasında yaşayan dayım Selomo bizde kalıyorlardı. İsrail’deki dayım Yosef’e telgrafla durumu bildirmişlerdi. Eskiden yurt dışına telefon bağlatmak için en az üç gün beklemek gerektiğinden, babam ona telgraf çekmişti. Şimdi düşünüyorum da herhalde küçük olduğumdan çok acı çekmemiştim. Oysa ablam günlerce kıpkırmızı ve şişmiş gözlerle dolaşmıştı. Ev o kadar kalabalıktı ki, ben olayın ciddiliğini kavrayamamıştım bile. Hayat devam ediyordu, aylar sonra, anneannemin odası hala kapalıydı ama, normal hayatımız devam ediyordu. O sene yıl sonu müsameresi yapıldı. Sesim güzel olduğu için öğretmenimiz Samime Hanım bana tam on ayrı rol vermişti. Bunun için de terziler, alışverişler gerekiyordu. Tuvaletler, elbiseler, kostümler, köylü kıyafetleri, kanatlar, taçlar derken, annem telaştan ve koşuşturmaktan, artık ağlamayı yavaş yavaş bırakmıştı. 1963 yılında yeni öğretim yılı başladığında ilk öğretmenim bebek sahibi olduğu için, bizim sınıfı okutamadı. Yeni öğretmenimiz Saadet Tekin adlı bir öğretmen oldu. O da gençti, annemle yaşıttı ama Samime Öğretmen kadar yumuşak ve tatlı değildi. Ben çok çalışkan olduğum için, hangi öğretmen olsa ben yine parlayabilirdim. Nedir ki bu öğretmen çok sertti. Erkek çocukları çok döverdi. Bu beni çok rahatsız ederdi. Devlet okulu olduğu için sınıfta oldukça fakir çocuklar da vardı. Bazıları Anadolu kökenli, köylü çocuklarıydı. Sanırım öğretmenimiz bu çocuklardan fazla haz etmezdi. Bir de bu çocukların aileleri oldukça cahil olduklarından, çocuklar oldukça eksikli çocuklardı. Dersleri iyi değildi. Çabuk öğrenemezlerdi. Üst başları bile farklıydı. Şimdi düşünüyorum da aslında önlük giyildiği zaman sınıfta en azından bir örneklilik oluşurmuş. Kimsenin önlüğünün altında ne giydiği belli olmazdı. Oysa biz önlük giymiyorduk. Ben o yaşımda bu ince noktaları ayrımsayıp, dertlenirdim. Ben kendimi bu çocuklara yardım etmeye ve onlarla hoş beş etmeye azami gayret ederdim. Ödevlerine yardım ederdim. Her türlü imkana sahip olduğum için suçluluk hissine kapılırdım. Beşinci sınıf bitene kadar, böyle farklı duyguları içimde barındırarak okulu bitirdim.
Moda İlkokulu’nun öğretim stili, hayatımda önemli bir disiplin edinmeme ön ayak oldu. Bizim okulumuz Kadıköy’de ilklerin temsilcisiydi. Dördüncü sınıfa başladığımız dönem, okula yeni bir eğitim sistemi getirilmişti. Fen bilgisi ve sosyal bilgileri içeren dersler için, her konu hakkında araştırma yapmak üzere yeni kümelere ayrılırdık. Yani sürekli olarak hep aynı arkadaşlarla oturmamız söz konusu değildi. Her konuda farklı arkadaşlarla kümeler oluşturur, konuların ana başlıklarını tasarlar ve paylaştığımız konular hakkında evimizde ve okulda ansiklopedilerden araştırmalar yapıp raporlar hazırlardık. Daha sonra bu raporları, küme halinde arkadaşlarımıza sunar ve onların konu hakkındaki sorularına cevap verirdik. Bu çok ciddi bir meseleydi, belki de ben çok ciddiye alırdım. Hata yapmak benim için affedilmez bir şeydi. Böylece ekip çalışmasının ve ayrıca bireysel olarak araştırmacılığın bilincine daha 9-10 yaşlarımızda varmıştık. Bu alışkanlık beni daha sonra araştırmacı- yazar olmaya yönlendirdi. 30 yıldan bu yana Şalom Gazetesi’nde, araştırmacı/yazar olarak yazı yazıyorum.
Sınıfımızda çok güzel çocuklar vardı. Sanki yarı yarıya iki sınıftan oluşmuştu. Çalışkanların hepsi de aynı taraftaydı. O günlerimin en etkileyici arkadaşları İnci, Defne ve Gündeş’ti. Defne ve Gündeş anneanneleriyle yaşarlardı. Babaları şehir dışında çalıştıkları için anneannelerinin yanındaydılar. İkisi de piyano çalarlardı. Birbirimizin evlerine misafirliğe gittiğimizde piyano çalardık. Çok çalışkan ve sınıfın popüler kızlarındandık. Ayrıca Mase ve Itırcık adlı kız arkadaşlarım da çok şeker kızlardı. Mase ve ben, sınıfta Müslüman olmayan tek çocuklardık. Mase Makedonyalı Rum kökenliydi. Çok şirin bir kızdı. Öğretmen birimize sesleneceği zaman “Mase Sara” derdi. İkimiz birden ayağa kalkardık, o da gülerdi. Biz iki kız Müslüman olmadığımız için, onun bilinçaltında fişliydik her halde. 2017 senesinde mezuniyetimizin 50. yılında bir araya geldik. Ben İsrael’den, Mase Atina’dan, Murat İngiltere’den, Oktay Paris’ten, Nilgün Münih’ten, İnci ve Zerrin Bodrum’dan gelmişlerdi buluşmaya. Anlaşılan bazıları ise onca yıldan sonra, bu buluşmayı gelmeye değer bulmamışlardı. Oğlanların saçları ağarmış, kızların da tabii ama, biz saçlarımız boyalı olduğu için zevahiri kurtarmıştık. Öpüşmeler, sarılmalar, çocuk ve torun resimleri… gözyaşları… ertesi yıl gelebilenlerle bu sefer Büyükada’da buluştuk. Sınıfımızın tatlı ve yaramaz Yaman Vuran’ı, meğerse Büyükada Anadolu Kulübü’nün “La Vie” adlı kafesini işleten Yaman’mış. Minicik Yaman, uzun boylu kocaman Yaman olmuştu. Bizim Emre Gönen ise, Bilgi Üniversitesi’nin rektör danışmanıydı, ama aynı Emre’ydi. Nazik, kibar ve soylu. Diğer bir soylu Cem Güvendiren’le, Modalı yeşim gözlü, canciğer arkadaşımla o gün sarıldık ve ağlaştık. Heyecandan yüreklerimiz kabarmıştı. O gün, İnci, Nilgün, Tülin, Itırcık, Atiye, Mase, hem güldük hem ağladık. Yedik içtik, şarap kadehlerini coşkuyla tokuşturduk. Yaman “La Vie” Cafe’de bizi müthiş ağırladı, Hatta dönüşte bizi deniz taksiyle Bostancı’ya kadar gönderdi. Canım 5-C, 51 sene sonra beraberdik. Hayatta olmayanları sevgiyle andık. Kim bilir bir gün tekrar buluşuruz belki… Turgay, Ethem, Nadir, Hasan, Cahit, Defne, Haluk, Zafer, Sinan, Alpaslan, Serdar, Gökhan, Seha, iki Çiğdem, Birnur, Süreyya, Saadet, Satiye, Gülşen, Kevser, Ruhsar, Nevser, Ayşe, Sema, Oya, Hülya ve daha niceleri, hepinizi özlemle kucaklıyorum.
Yazı dizisinin diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
*Yazının başlığı yazarın onayıyla değiştirilmiştir.
Paylaş: