Geçmiş Zaman Hikayeleri Göze Çarpanlar

Darbe Günlerinde Kadıköylü Küçük Sara -5-

Kaynak: Sara Yanarocak

Adnan Menderes

1960 yılı, henüz çok küçük olmama rağmen beni doğrudan değilse de bayağı etkilemişti. 27 Mayıs 1960 gününün sabahı, henüz dört buçuk yaşındaydım. Aniden evimiz temelinden sarsılmaya başladı ve kulakları tırmalayan çok güçlü bir ses evin pencerelerinden içeriye doldu. Hava sıcaktı ve camlar açıktı. Ben hemen pencereye koştum ve sokağımızdan, ucunda uzun bir burnu olan fil gibi bir aracın geçtiğini gördüm. Ardından da ikincisi ve üçüncüsü geçiyordu. Annem fırladı ve hemen camları kapattı. Bana bu araçların tank olduğunu ve askerlere ait olduğunu anlattı. Radyo açıktı, tok bir erkek sesi, o sabah ordunun hükümete ve devlet idaresine el koyduğunu, Başbakan Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın tutuklandıklarını, bütün Demokrat Parti Milletvekillerinin de tevkif edildiklerini anlatıyordu. Gece yarısından itibaren bütün ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Radyoda o gün aralıksız olarak Harbiye askeri bando marşları çalıyordu. Annem, babam ve teyzem haberleri hiç kaçırmadan birlikte takip ediyorlardı.

Ben önemli şeylerin olduğunu sezinliyor, ama olanların önemini tabii ki tam olarak kavrayamıyordum. Bizimkiler aralarında alçak sesle konuşuyordu. Sık sık Menderes ve İnönü adlarını duyuyordum, ama işin önemini kavramam mümkün değildi. Pencereye yapışmış, merakla sokakta olanlara bakıyordum. Orgeneral Refik Yılmaz’ın evinin, üst kattaki balkonuna ucu sopalı, çok büyük bir bayrak asılmıştı. Evinin önünde iki üç tane askeri cip vardı. Askerler kapısında nöbet tutuyorlardı. Sanırım onun forsu yüzünden, bizim sokak arasından tanklar geçip, caddeye çıkmışlardı. Zaten birkaç gün sonra, bu olayların hemen ardından da, Orgeneral Refik Yılmaz, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti.

Karşı sıramızda, daha aşağıda oturan General Kerim Es, aynı gün içinde, iki kolunda iki erle rütbeleri sökülmüş bir halde, bitkin bir vaziyette dışarıya çıkarılmış, bindirildiği bir askeri ciple götürülmüştü. Ailesi perdeleri sıkı sıkı kapatmış, sessizliğe gömülmüştü. Annem Paşaya ve ailesine de çok üzülmüştü, çünkü onların ailemizle çok yakın bir dostlukları vardı. Annem cesaret edip hiçbir şey soramıyordu Her şey bir sır perdesi altındaydı.

Evdekiler “Zavali de Menderes” (Zavallı Menderes) diyorlardı, radyoda hala çok net hatırladığım;

“Olur mu böyle olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Kahrolası diktatörler,
Bu dünya size kalır mı?”

diye marş gibi bir şarkı sürekli olarak çalınıyordu .

Paşa Kerim Es uzunca bir süre tutuklu kaldıktan sonra, serbest bırakılmış, Demokrat Parti’li olduğu için emekliye ayrılmıştı. Ondan sonraki yıllarda içine kapanmış, kimse ile görüşmez olmuştu. Birkaç yıl sonra da sessizce vefat etmişti.

Sivil halk için yaşam, yavaş yavaş normale dönerken, her gün eve alınan Hürriyet Gazetesi didik didik okunuyordu. Annem olanlara ve tutuklu devlet büyüklerine yapılan muameleleri okurken çok üzülürdü. Bir kere felçli olan anneannem Sara, gözlüklerini takıp gazeteyi okurken “Ken es este Gursel? (Bu Gürsel kimdir?) diye sorup, artık Cumhurbaşkanı olan, Orgeneral Cemal Gürsel’in resmini gösteriyordu. Sesi hala kulağımda. Ayrıca çok net olarak her gece radyodan naklen yayınlanan “Yassıada Mahkemeler”i çok iyi hatırlıyorum. Babam bir sandalye alarak büfenin önünde oturur, radyonun hemen dibinde mahkemeleri dinlerdi. Ben de sanki çok anlıyormuşum gibi hemen minik hasır koltuğumu alıp yanına yerleşir ve konuşulanları dinlerdim. Her mahkemede, Baş Hakim Salim Başol, aynı sözleri tekrarlardı; “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerine alındılar. Müdafiler hazır”. Bunları dinleyen babam her seferinde içini çeker, suratını buruştururdu. Baş Savcı ise haykırarak konuşan ve ağır ithamlarda bulunan Altay Egesel’di.

O mahkemelerin aylarca sürdüğünü hatırlıyorum. O yıllarda bizimkiler her hafta Şevket Rado’nun genel yayın yönetmenliğini yaptığı ”Hayat” mecmuasını satın alırlardı. O mecmuada her hafta Yassıada Mahkemeler hakkında yazılar ve fotoğraflar yayınlanırdı. Ben henüz okula gitmediğim için, sadece uzun uzun fotoğraflara bakardım. Menderes’in ceza evi resimleri, üstü çıplak, dili dışarıda doktor kontrolleri, Celal Bayar’ın düşünceli ve durgun pozları, ”Köpek Davası”, ”Bebek Davası” mahkemelerinin fotoları, Menderes’in sevgilisi soprano Ayhan Aydan’ın resimleri ve mahkemesinin fotoları hala gözümün önünde. Babam her yılbaşı haftası, “Hayat” fasiküllerini, özel olarak satın alınan cilt kapaklarıyla birlikte ciltletirdi. Ben okula başladıktan 2-3 yıl sonra bu ciltleri yavaş yavaş okuyup hepsini dibine kadar bitirmiştim. İlkokul yıllarımda bu “Hayat” mecmualarının ciltlerini ve ansiklopedileri okumaya bayılırdım. Madde madde, 6 ciltlik Hayat Ansiklopedisi’ni de okumuştum. Özellikle 60 devriminin girdisini çıktısını çok iyi öğrenmiştim. Hatta şöyle bir şey okuduğumu hatırlıyorum, cezaevinde tutuklu iken, Menderes içini çekerek Bayar’a; “Ne yapalım, kısmet” demiş, Bayar ise onu “Kısmet değil, İsmet” diye cevaplamış.

Sonunda aylar süren mahkemeler, nihai karara vararak, sabık Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 70 yaşlarında olmasından ötürü müebbet hapsine, sabık Başbakan Adnan Menderes, sabık Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve sabık Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın asılmak suretiyle infazlarına karar vermişti. Bütün Demokrat Parti Milletvekilleri ve önemli taraftarları, çeşitli hapis cezalarına mahkum edilmişlerdi. 17 Eylül 1961 sabahı, üç idam mahkumu, İmralı Adası’nda infaz edilmişlerdi. Onların o resimlerini de hiç unutamam. Menderes, üzerinde beyaz bir önlükle, elleri arkasından bağlı iki yanında inzibat subayları ile ölüme giderken ve idam edildikten sonra, ipte asılı, can vermiş, boynunda idam hükmü yazan bir kağıt asılmış… Annem bu resimlere bakarken hüngür hüngür ağlıyor, teyzem de onun bileklerini kolonya ile ovuyordu. Annem çok hassas bir insandı. Özellikle 2. çocuğu olan Sarika’yı kaybettikten sonra, en ufak bir üzüntü bile onu günlerce hasta ederdi. Teyzem ona bir şey olmasın diye adeta çırpınırdı. O gün bizim evi sessizlik bürümüştü. Benim bile gıkım çıkmıyordu. Elbette ki çocuklar kendi ailelerinin bir aynası olduğu için, ben de olan bitenle çok yakından ilgiliydim.

Şimdi size bizi o dönemde doğrudan ilgilendiren bir olayı anlatmak istiyorum. Bizimkilerin daha henüz ben dünyaya gelmeden evvel, yaşadıkları Hacı Şükrü Sokağı’ndan, harika bir Türk ailesi ile yakın dostlukları vardı. Baba Ömer Levent o dönemin deyişiyle, ”İnhisarlar İstanbul Bölgesi Müdürü”idi (Tekel İdaresi). Eşi Muazzez hanım yeşil gözlü, orta boylu, incecik, çok zarif, soylu bir hanımefendi idi. Filmlerde gördüğümüz, Osmanlının son dönemlerine yetişmiş asil bir Türk kadınıydı. Aile herkese ve kendi içlerinde bile birbirlerine ”siz” diyerek hitap ederlerdi. Ömer Bey, uzun boylu, önleri dökülmüş beyaz saçları olan beyaz pos bıyıklı, sürekli gülümseyen, iyi kalpli bir insandı. Kızları Aytaç çok zayıf, biraz hastalıklı, (sanırım skolyozu vardı), kamburumsu, hafifçe sekerek yürüyen bir kızdı. Ablamdan 10 yaş kadar büyüktü. Oğulları Aytunç çok kibar ve terbiyeli bir gençti. İstanbul Teknik Üniversite’sinde, Gemi Mühendisliği bölümünde okuyordu. Sonradan mimar/mühendis olarak mezun olmuştu.

Bu 60 devrimi ile birlikte insanların politik görüşleri de ortaya çıkmıştı. Yahudi toplumu, sırasıyla yaşanan ve Yahudileri derinden vuran ve mahva sürükleyen, 1934: ”Trakya olayları”, 1942: “20 sınıf Nafıa Kur’aları (Las Vente Klasas) ve aynı yıl, tüm azınlıklara ve Dönmelere konulan “Varlık Vergisi”, Yahudi cemaatinin manen ve maddeten yıkıldıkları felaket yılları idi. O yüzdendir ki, 7 Ocak 1946’da kurulan, kurulduğu yıl yapılan seçimlerde azınlıkta kalıp, 4 yıl sonra yapılan seçimlerde, 1950’ de 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren, Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili seçimle iktidarı kazanmış Demokrat Parti’ye oy vermişlerdi. Bizimkiler de Demokrat Parti’ye oy verenlerdendi. Levent ailesi ise, hakikaten Atatürk’çü ve laik, liberal insanlar olduklarından ve Cumhuriyet Halk Partisi ile ilgili kötü anıları olmadığından, koyu Halk Partili bir aile idiler. Hatta o dönemde yapılan bir kampanya ile, altın nikah halkalarını devlete bağışlamışlar ve onlara verilen bakır halkaları parmaklarına geçirmişlerdi. Bir Pazar sabahı çocuklarıyla bize gelmişler ve ellerindeki halkaları gururla bizimkilere göstermişlerdi. Kahveler içilirken yaptıkları politika sohbetinde, babam Demokrat Partililere reva görülen davranışları hiç beğenmediğini ve yakıştırmadığını söylerken, Leventler çok kibar olduklarından suskunluklarını korumuşlar ve birkaç dakika sonra gitmek üzere müsaade isteyip, ayağa kalkmışlardı.

Onlar gidince annemin babama bağırdığını hatırlıyorum. Sonra içeri gitmişler uzun uzun tartışmışlardı. Annem çok tedirgindi, gerçekten de birkaç gün sonra Muazzez hanım bize gelmiş, kahve içerlerken anneme, büyük kızları Aytaç’ın babama çok kızdığını ve onu yetkili makamlara ihbar etmek istediğini söylemişti. Muazzez hanım çok üzgündü. Kızlarına mani olmaya çalıştıklarını, bizlerle ne kadar yakın olduklarını ve sevdiklerini anlatıyordu. Sonunda giderken; ”İda’cığım, bir süre görüşmeyelim. Biz Aytaç’ı yatıştıracağız. Daha sonra yeniden bir araya geleceğiz inşallah” diyerek, öpüşüp ayrıldı. Annem korkudan ölüyordu. O devirler, bu konularda çok acımasızdı. Annemler fısır fısır konuşuyorlardı. Babam hala hayretler içindeydi, annem ise korkuyla karışık, hayal kırıklığı yaşıyordu. Sanırım birkaç ay daha geçti. Bir gün Muazzez hanım tekrar bize geldi ve Aytaç’ı ikna ettiklerini ve artık tekrar görüşebileceğimizi sevinçle müjdeledi.” Önümüzdeki pazar günü saat 11’ de sizi kahveye bekliyoruz” dedi. Annem, babam, ablam ve ben, o pazar onlara gittik. Ailenin o yıllarda, Bahariye’ de Canan Sokak’ta kendilerine ait iki katlı bir evleri vardı. Biz zili çalınca anne kapıyı açtı, Ömer Bey, gülümseyen bir yüzle kollarını açtı ve babama sıkı sıkı sarıldı. İki çocukları hızla merdivenlere koşup üst kata çıktılar. Ben çok şaşırmıştım çünkü onların evine bayılırdım. Aytaç’ın odası küçüklüğünden kalan bebeklerle doluydu. Bebek için kocaman bir ahşap beşiği bile vardı. Benim bunlarla oynamama izin verirdi. Ben davranınca annem kolumdan çekmiş ve beni yanına çivilemişti. Sesim çıkmıyordu. Halbuki bütün aile, ablamla bana bayılırlardı ve çok şımartırlardı. Ablam de şaşkındı çünkü çocuklar ona çok ilgi gösterirlerdi. Oysa şimdi yukarı kaçmışlardı. O gün alçak sesli, kahkahasız ama nazik bir ağırlayışla geçti. Buzlar çözülüyordu. Sonra yavaş yavaş dostluk kaldığı yerden devam etti ama, kalplerin yarası kapansa da, izleri kalıyordu ne de olsa.

Annem ve babam İda ve Hayim Sarfetti ile – Bahariye 1961

Bu yazımı ilginç bir anıyla bitirmek istiyorum. Sanırım 1966 yılıydı. Levent’ler bir cumartesi günü tam takım bizim eve geldiler. Aytunç yedek subay olmuştu ve üniformasıyla gelmişti. Asker selamı verip şapkasını çıkarmış ve eve girmişlerdi. Gerçekten yakışıklıydı. Oturdular, ikramlar falan, ben artık koca kız olmuştum. Sohbete bile katılıyordum. Onlara piyano çalmamı istemişlerdi. Kahveler gelince, Ömer Bey babama dönüp ”Hayim’ciğim bizler hepinizi çok seviyoruz. Sizinle daha da yakınlaşmak istiyoruz. O yüzden Venezya kızımızı Allah’ın emri peygamberin kavliyle oğlumuz Aytunç’a istiyoruz” dedi. Ben oturduğum yerde dondum. Hiç kıpırdamıyorum ama gözlerimle herkesin suratını tarıyorum. Annem ve teyzem şokta, 17 yaşındaki ablamın gözler şaşkınlıktan kocaman açılmış, Levent’ler gülümsüyor, Aytunç mest. Babam kahve fincanını yavaşça sehpanın üzerine koydu, alçak sesle, biraz anneye, biraz da babaya hitap ederek; ”Sevgili Levent Bey (babam ona böyle hitap ederdi), inanın ki bu teklifiniz bizlere çok şeref verdi, fakat siz de biliyorsunuz ki, biz farklı dinlere mensubuz. Geleneklerimiz, dini vecibelerimiz farklı. Çok istesek de uyuşamayız. Doğacak olan çocuklar da, ne olduklarını tam bilemezler. Keşke aynı dinden olsaydık da, Aytunç bizim evladımız olsaydı” dedi. Babamın sözleri bir süre boşlukta asılı kaldı. Muazzez Hanım çantasından çıkardığı beyaz mendiliyle gözlerini sildi. Ömer Bey gülümsedi ve “Peki. Ne yapalım, demek ki kısmet değilmiş” dedi. Annem onlar gittikten sonra, tüm ağırlığını ortaya koyarak, ”Venezya, artık onların evine, bir daha sefere bizimle beraber gelmeyeceksiniz, Sara da gitmeyecek. Böylece mesafe koyduğumuzu anlayacaklar “dedi. Sonraki yıllarda önce Aytaç, sonra Aytunç ve sonra da ablam evlenip çoluk çocuk sahibi oldular. Arada sırada yine görüşüldü ama eski muhabbet kalmadı. Levent’ler bizimkilerden epeyce daha büyük oldukları için, önce baba, sonra da anneleri gitti. Arada bir hala telefonlaşıp hal hatır sorulurdu. Çok sonra önce babam, ardından da annem gidince, o aile ile olan bağlar tamamen bitti ve kayboldu.

Benim bu anılardan geriye kalan tek düşüncem, bizimkilerin ve Levent’lerin ne denli sadık ve güzel insanlar olmasıdır. Bu denli sancılı dönemlere rağmen, bizimkilerin bağışlayıcı tutumları ve onların kötü bir olayı kontrol edip yumuşatmaları, hatta akrabalık bile kurmak istemeleri çok değerli ve kıymetli bir şeydi…