Uluslararası Göç Filmleri Festivali isminde bir festival varmış. Ben de bu sene öğrendim. Sevgili dostum Özcan Geçer bana İstanbul’dan mesaj atmıştı: ‘Senin izlemeni çok istiyorum.’ Özcan’ın ne zamandır filmin yönetmeni Hakan Aytekin ile birlikte bir belgesel proje üzerinde olduğunu, çekim için dolaşmadığı yer kalmadığını biliyordum. Film hakkında tek bildiğim ise Facebook’ta karşılaştıkları bir fotoğrafın izini sürdükleriydi. Evde karantinada olduğumuz günlerdeydik, festival de zaten sanal ortamdaydı. Oturdum, izledim. Belgesel beni o gün çok duygulandırdı. Çünkü ben filmi izlerken artık İstanbul’da değildim. Filmdeki karakterlerden herhangi biri gibi memleketimi terk etmiştim.
Belgesel film 1980’lerin sonunda İdil’de çekilmiş bir fotoğrafı konu alıyor. Fotoğrafa bulunan 18 kişinin 16’sı şu anda İdil’de yaşamıyor. Arapça konuşan Süryani toplumuna ait bireylerin pek çoğu Avrupa’ya birbirlerinden başka ülkelere göç etmişler. Birçoğu bir daha aynı ortamda bulunmamış ve belki bir daha o 18 kişi hiç bir zaman aynı kareye giremeyecekler.
Ben de kendimi o gün ailemden, arkadaşlarımdan ne kadar uzak hissetmiştim… İçinde bulunduğumuz yeni dünya düzeni sebebiyle rahatça hareket edemiyorduk, ve özlemler kavuşmanın ne zaman olduğunu bilmeden, gün sayamadan daha da büyüyordu. Uçuş var mı, varsa dönüş var mı, karantina var mı derken saplandığım yere kaldığım günlerdi. Korona özlemimi de fazlasıyla yaşamama neden oluyor, en çok memleketim olarak adlandırdığım Prinkipo’yu özlüyordum.
Kaderin bir cilvesi, çok geçmeden dedemi kaybettiğimiz için İstanbul’a uçtum. Henüz arkadaşlarıma bile haber veremeden, cenazeden hemen sonra Prinkipo’ya geçerken vapurda Özcan’la karşılaştım. Bu Özcan’la İstanbul’daki günlerimdeki tek görüşmem olmayacaktı.
Adada hayat hatırladığımdan daha değişikti, bıraktığım gibi değildi. Hakkını vermek gerek, bu çoğunlukla sövdüğümüz Korona sayesindeydi. İlkin ve en önemlisi, senelerdir görmediğim arkadaşlarım adadaydılar. Yurt dışında okuyan, çalışan, hayatını kurmuş/kurmamış kim varsa tamamen veya bir süreliğine ailelerini görmeye, yazı geçirmeye adaya gelmişlerdi. Kimi Korona koşullarında işsiz kalmış, hazır iş arama süreci ve mülakatlar online ilerlerken İstanbul’a kaçayım demişti, kimi nasılsa Aralık’a kadar şirket evden çalışmamıza karar verdi yağmurlu Londra’da kalacağımıza güzel adaya gelelim demişti. Kiminin okulu seneye de online olacağını duyurunca ev kapatıp, kimi doğum yapmaya İstanbul’a gelmişti. Kimi senelerce çalıştıktan sonra canına tak etmiş ve dönmeye karar vermişti. Ama neredeyse herkes adadaydı. Adadaki diğer değişiklikler, turistlerin Korona yüzünden daha az gelmeleri, adadaki yeni nesil faytonlar gibi enteresan olgulardı ancak bu yazının konusu olmadığı için oralara girmiyorum.
Senelerdir denize gittiğimde yanımda tek tük arkadaş varken, bu yaz kimseye haber vermeden, aramadan sormadan, tıpkı çocukluğumdaki gibi elimi kolumu sallaya sallaya denize gidiyordum. Herkes oradaydı, koskocaman bir grup olmuştuk. Aylardır evden dışarı adım atmıyorken bir anda kendimize yepyeni bir flora yaratmıştık. Benim için daha enteresan olanı ise, İsrael’deki arkadaşlarımın da değişik sebeplerle adada olmalarıydı. Yani gerçekten HERKES adadaydı.
Birkaç hafta sonra (dönmem çok uzun zaman aldı ve bu da başka bir yazının konusu) bir öğleden sonra ince belli bardaklardan çaylarımızı içtikten hemen sonra aklıma Özcan’ın filmi geldi. Bu kadar insan bir daha ne zaman bir araya gelirdi ki? Eminim ki her biriyle ileride, farklı ülkelerde yaşamama rağmen pek çok defa görüşeceğim fakat bu grup bir daha ne zaman toplanır? Bu grup eski bir grup değil, o gün denize gelenlerden oluşmuş, herkesin birbirini tanıdığı kiminin daha yakın olduğu farklı yaşlardan oluşan bir grup. Tıpkı Özcan’ın filmindeki gibi… Böyle düşününce hüzünlendim ve hep beraberken bir fotoğraf çektirmek istediğimi söyledim. Çektirdik. Herkesten izin alamayacağım için fotoğrafı burada paylaşamıyorum kusura bakmayın. Anadolu Kulübü’nde büyük havuzun arka planımızda olduğu kalabalık bikinili güneşli bir poz. Çocukluğumuzdaki gibi…
Özcan’la sık sık adada karşılaşıyorduk, çünkü filmi adada göstermek gibi bir planı vardı. Bizim adada sinemalar kapandı fakat bu sene Arabacılar Meydanı’nda film gösterimi yapmaya başladılar. Bir ara orayı düşündü, sonra diğer adaları… Derken Kınalıada’da özel bir gösterim yapılacağı duyuruldu. Adalar arası vapura binmek en güzel şey değil mi zaten? Kalktım, gittim. Hatta gözlük numaralarımı değiştirmek üzere optiğe bıraktığımdan filme gözlüksüz gittim.
Bazı şeylerin gözle görülmesine gerek olmadığını, gönül gözüyle de görülebildiğini o gece yeniden anladım. İkinci izleyişimde film beni ağlattı. Bu sefer ilkinden daha çok duygulandım. Kalabalıktan mı, adadan mı… Doğrusunu söylemek gerekirse, sayılı gün sonra göç edecek olmaktandı! Evet yaklaşık bir senedir İstanbul’da değildim ama bu seferki gidişim bir göçtü.
Filmi izlerken Avrupa’nın medeni şehirlerinde yaşamalarına rağmen İdil’deki mutluluğu bulamayan, o arkadaşlığı, komşuluğu mumla arayan kişileri görünce insan bunca kişiyi yerinden eden politikalara, tutumlara daha da çok bileniyor. Ben yine de, güzel şartlarla, arkadaşlarımın ve yakın akrabalarımın olduğu bir yere göç ediyodum. Fakat İdil’den göç eden grup anladığım kadarıyla bu kadar şanslı değildi.
Belgeseli izleyen herkes eminim ki kendinden bir parça bulmuştu. Herkesin gözleri yaşlıydı. Bunun bir Süryani belgeseli değil bir Türkiye belgeseli olduğundan bahsediyordu söz alan izleyicilerden biri… Ne kadar da doğru bir tespitti.
Buraya kadar hep Özcan’ın filmi diye bahsetmişim. Filmin ismi enstANtane. Hayattaki bir anı fotoğraflayarak aslında seneler sonraya ne güzel anılar bıraktığımızın kanıtı. Ben de umuyorum ki Anadolu Kulübü’nde çektirdiğimiz bu fotoğraf tıpkı İdil’de çekilen gibi seneler sonra ağız dolusu gülümsemelerle hatırlanır. Her şeye rağmen.
Filmin bu kadar reklamını yaptıktan sonra: bu haftasonu Burgazada, Büyükada ve Heybeliada’da gösterimleri olacak. Rezervasyon yaptırmayı unutmayın.
Uluslararası Göç Filmleri Festivali isminde bir festival varmış. Ben de bu sene öğrendim. Sevgili dostum Özcan Geçer bana İstanbul’dan mesaj atmıştı: ‘Senin izlemeni çok istiyorum.’ Özcan’ın ne zamandır filmin yönetmeni Hakan Aytekin ile birlikte bir belgesel proje üzerinde olduğunu, çekim için dolaşmadığı yer kalmadığını biliyordum. Film hakkında tek bildiğim ise Facebook’ta karşılaştıkları bir fotoğrafın izini sürdükleriydi. Evde karantinada olduğumuz günlerdeydik, festival de zaten sanal ortamdaydı. Oturdum, izledim. Belgesel beni o gün çok duygulandırdı. Çünkü ben filmi izlerken artık İstanbul’da değildim. Filmdeki karakterlerden herhangi biri gibi memleketimi terk etmiştim.
Belgesel film 1980’lerin sonunda İdil’de çekilmiş bir fotoğrafı konu alıyor. Fotoğrafa bulunan 18 kişinin 16’sı şu anda İdil’de yaşamıyor. Arapça konuşan Süryani toplumuna ait bireylerin pek çoğu Avrupa’ya birbirlerinden başka ülkelere göç etmişler. Birçoğu bir daha aynı ortamda bulunmamış ve belki bir daha o 18 kişi hiç bir zaman aynı kareye giremeyecekler.
Ben de kendimi o gün ailemden, arkadaşlarımdan ne kadar uzak hissetmiştim… İçinde bulunduğumuz yeni dünya düzeni sebebiyle rahatça hareket edemiyorduk, ve özlemler kavuşmanın ne zaman olduğunu bilmeden, gün sayamadan daha da büyüyordu. Uçuş var mı, varsa dönüş var mı, karantina var mı derken saplandığım yere kaldığım günlerdi. Korona özlemimi de fazlasıyla yaşamama neden oluyor, en çok memleketim olarak adlandırdığım Prinkipo’yu özlüyordum.
Kaderin bir cilvesi, çok geçmeden dedemi kaybettiğimiz için İstanbul’a uçtum. Henüz arkadaşlarıma bile haber veremeden, cenazeden hemen sonra Prinkipo’ya geçerken vapurda Özcan’la karşılaştım. Bu Özcan’la İstanbul’daki günlerimdeki tek görüşmem olmayacaktı.
Adada hayat hatırladığımdan daha değişikti, bıraktığım gibi değildi. Hakkını vermek gerek, bu çoğunlukla sövdüğümüz Korona sayesindeydi. İlkin ve en önemlisi, senelerdir görmediğim arkadaşlarım adadaydılar. Yurt dışında okuyan, çalışan, hayatını kurmuş/kurmamış kim varsa tamamen veya bir süreliğine ailelerini görmeye, yazı geçirmeye adaya gelmişlerdi. Kimi Korona koşullarında işsiz kalmış, hazır iş arama süreci ve mülakatlar online ilerlerken İstanbul’a kaçayım demişti, kimi nasılsa Aralık’a kadar şirket evden çalışmamıza karar verdi yağmurlu Londra’da kalacağımıza güzel adaya gelelim demişti. Kiminin okulu seneye de online olacağını duyurunca ev kapatıp, kimi doğum yapmaya İstanbul’a gelmişti. Kimi senelerce çalıştıktan sonra canına tak etmiş ve dönmeye karar vermişti. Ama neredeyse herkes adadaydı. Adadaki diğer değişiklikler, turistlerin Korona yüzünden daha az gelmeleri, adadaki yeni nesil faytonlar gibi enteresan olgulardı ancak bu yazının konusu olmadığı için oralara girmiyorum.
Senelerdir denize gittiğimde yanımda tek tük arkadaş varken, bu yaz kimseye haber vermeden, aramadan sormadan, tıpkı çocukluğumdaki gibi elimi kolumu sallaya sallaya denize gidiyordum. Herkes oradaydı, koskocaman bir grup olmuştuk. Aylardır evden dışarı adım atmıyorken bir anda kendimize yepyeni bir flora yaratmıştık. Benim için daha enteresan olanı ise, İsrael’deki arkadaşlarımın da değişik sebeplerle adada olmalarıydı. Yani gerçekten HERKES adadaydı.
Birkaç hafta sonra (dönmem çok uzun zaman aldı ve bu da başka bir yazının konusu) bir öğleden sonra ince belli bardaklardan çaylarımızı içtikten hemen sonra aklıma Özcan’ın filmi geldi. Bu kadar insan bir daha ne zaman bir araya gelirdi ki? Eminim ki her biriyle ileride, farklı ülkelerde yaşamama rağmen pek çok defa görüşeceğim fakat bu grup bir daha ne zaman toplanır? Bu grup eski bir grup değil, o gün denize gelenlerden oluşmuş, herkesin birbirini tanıdığı kiminin daha yakın olduğu farklı yaşlardan oluşan bir grup. Tıpkı Özcan’ın filmindeki gibi… Böyle düşününce hüzünlendim ve hep beraberken bir fotoğraf çektirmek istediğimi söyledim. Çektirdik. Herkesten izin alamayacağım için fotoğrafı burada paylaşamıyorum kusura bakmayın. Anadolu Kulübü’nde büyük havuzun arka planımızda olduğu kalabalık bikinili güneşli bir poz. Çocukluğumuzdaki gibi…
Özcan’la sık sık adada karşılaşıyorduk, çünkü filmi adada göstermek gibi bir planı vardı. Bizim adada sinemalar kapandı fakat bu sene Arabacılar Meydanı’nda film gösterimi yapmaya başladılar. Bir ara orayı düşündü, sonra diğer adaları… Derken Kınalıada’da özel bir gösterim yapılacağı duyuruldu. Adalar arası vapura binmek en güzel şey değil mi zaten? Kalktım, gittim. Hatta gözlük numaralarımı değiştirmek üzere optiğe bıraktığımdan filme gözlüksüz gittim.
Bazı şeylerin gözle görülmesine gerek olmadığını, gönül gözüyle de görülebildiğini o gece yeniden anladım. İkinci izleyişimde film beni ağlattı. Bu sefer ilkinden daha çok duygulandım. Kalabalıktan mı, adadan mı… Doğrusunu söylemek gerekirse, sayılı gün sonra göç edecek olmaktandı! Evet yaklaşık bir senedir İstanbul’da değildim ama bu seferki gidişim bir göçtü.
Filmi izlerken Avrupa’nın medeni şehirlerinde yaşamalarına rağmen İdil’deki mutluluğu bulamayan, o arkadaşlığı, komşuluğu mumla arayan kişileri görünce insan bunca kişiyi yerinden eden politikalara, tutumlara daha da çok bileniyor. Ben yine de, güzel şartlarla, arkadaşlarımın ve yakın akrabalarımın olduğu bir yere göç ediyodum. Fakat İdil’den göç eden grup anladığım kadarıyla bu kadar şanslı değildi.
Belgeseli izleyen herkes eminim ki kendinden bir parça bulmuştu. Herkesin gözleri yaşlıydı. Bunun bir Süryani belgeseli değil bir Türkiye belgeseli olduğundan bahsediyordu söz alan izleyicilerden biri… Ne kadar da doğru bir tespitti.
Buraya kadar hep Özcan’ın filmi diye bahsetmişim. Filmin ismi enstANtane. Hayattaki bir anı fotoğraflayarak aslında seneler sonraya ne güzel anılar bıraktığımızın kanıtı. Ben de umuyorum ki Anadolu Kulübü’nde çektirdiğimiz bu fotoğraf tıpkı İdil’de çekilen gibi seneler sonra ağız dolusu gülümsemelerle hatırlanır. Her şeye rağmen.
Filmin bu kadar reklamını yaptıktan sonra: bu haftasonu Burgazada, Büyükada ve Heybeliada’da gösterimleri olacak. Rezervasyon yaptırmayı unutmayın.
Paylaş: