Kraliçe Victoria’nın torununun kızı olan Battenberg Prensesi Alice 25 Şubat 1885’te Windsor Kalesi’nde doğar ve Birleşik Krallık’ta, Alman İmparatorluğu’nda ve Akdeniz’de büyür. İleri derecede işitme engellidir. Çok iyi bir dudak okuyucusu olan Prenses Alice, genç kız olduğunda, üç yabancı dili dudak okuyarak anlayıp konuşabilmiştir.
Akıcı konuşması ve hızlı dudak okuması sayesinde sosyal hayatı yaşamada sıkıntı yaşamaz.
17 yaşındayken katıldığı, Kral VII. Edward’ın taç giyme töreninde, Yunanistan Veliaht Prensi Andrew’le birbirlerine ilk görüşte aşık olurlar. 1903 yılında da evlenirler. Böylece Alice, Yunanistan Kraliyet Ailesine katılmış olur.
On yıl içinde dört kız çocuğu doğurur. 1922’de de, Yunanistan – Türkiye savaşı sırasında tek oğlu Prens Philip’i doğurur.
İyiliksever prenses, savaş sırasında Yunan cephesinde revirler kurar ve bizzat hemşirelik yapar. 1913’te annesine yazdığı mektupta, baktığı hastaların durumunu anlatırken, savaşın zorluklarını ve psikolojik yıkımlarını anlatır. Ancak yaşamın sarsıcı yanları onun için yeni başlamaktadır.
Savaşın sonunda Türkiye’deki gibi Yunanistan’da da cumhuriyetin ilan edilmesiyle, kraliyet ailesi Yunanistan’dan sürülür.Bunun sonucunda bir İngiliz donanmasına ait gemiyle, Paris’e sürgüne giderler. Sürgünün başlarında güçlü durmaya çalışan aile, zamanla kaybedilen itibarın ağır duygusal çöküntüsünü hissetmeye başlar.
Avrupa’daki çoğu kraliyet ailesiyle kan bağı olan Prenses Alice ve Prens Andrew, kalabalık aile toplantılarına davet edildiklerinde, artık masanın orta yerinde değil de, kenar kısımlarında ayrılan yerlere oturtulmaya başlarlar. Masada kimsenin dudağını okuyamayan Alice, uzaktan duyduğu her kahkahayı üzerine alınmaya başlar. Akrabalarının kendisi ve ailesiyle dalga geçtiğini düşünmekten kendini alamaz.
Kırılan gururu giderek içine kapanmasına ve dine sarılmasına neden olur.
Bu arada tam bir playboy olan kocası karısının sorunlarıyla ilgilenmez. Hatta karısını çeşitli kadınlarla aldattığı söylenir. Kendi giyim kuşamı ve görünüşüyle alakadar olan Prens, prensesi ihmal etmeye başlar. Prensesin ruhsal sorunları artmaya başlar.
Prenses Alice, sürgünde Rum Ortodoks Kilisesine kaydolur ve Ortodoksluğu seçer. Bundan sonra Alice’in kendine kurduğu dünyada sadece İsa vardır. Kendini dine adar. 1930’lu yıllara gelindiğinde Alice yılların stres ve çalkantısıyla o zamanki adıyla “sinirsel yıkım” olan psikolojik sorunlar yaşamaya başlar. İsa ile irtibat halinde olduğunu, onunla konuştuğunu anlatır. Derken konuşmaların tonu değişir. İsa ile flörtleştiklerini ve kendisine imzalı bir fotoğrafını verdiğini söylediğinde, Alice için akıl hastanesinin yolu görülür.
Berlin yakınlarındaki psikanalitik Kliniği “Schloss Tegel’e” yatırılır. Bu klinikte psikanaliz deneyleri de yapılmaktadır.
Alice’de bu deneklerden biridir. Sigmund Freud, Kliniği ziyaret eder ve Alice ile bizzat ilgilenir. Freud, Alice’e “paranoid şizofreni” tanısı koyar.
Freud’un uyguladığı tedavi, kendi görüşleri ile de çelişmektedir. Akıl hastalıklarının tedavisinde bilinçaltına inilmesini , tıbbi uygulamalar yapılmamasını söylemektedir. Bir süre sonra Alice ‘sağlığına kavuşmuş’ olarak ailesinin yanına gönderilir.
Ancak ailesi, Alice’in iyileştiğine emin değildir ve akıl hastalığı teşhisi silinmez bir damga gibidir. Onu yanlarından uzaklaştırıp, kontrol altında tutmanın daha doğru olacağını düşünmektedirler. Bir müddet sonra bu kararlarını uygulamaya koyarlar. Alice, İsviçre’deki “Belle Vue” kliniğine kapatılır. Burası zengin ve saygın ailelere mensup hastaların kaldığı bir akıl hastanesidir. Aynı zamanda hapishane görevi de gören ve ailenin onayı dışında, hastaların salınmadığı bu klinikte, Alice tam üç yıl geçirir. Bu zaman zarfında ailesi dağılmaya başlar.
Kocası Prens Andrew, kendine başka bir hayat arkadaşı seçerek güney Fransa’ya taşınır. Evlilikleri yasal olarak bitmese de fiilen sonlanmıştır.
Kızlarının üçü Nazi subayları ile evlenirken, Oğlu Philip İngiltere’deki akrabalarının himayesinde, Deniz Harp Akademisine yazdırılır. İsviçre’de kaldığı günlerde kızlarından biri, ailesiyle birlikte geçirdiği uçak kazasında hayatını kaybeder. Özel izin ile klinikten çıkan Alice, geri döndüğünde kendisini akıl hastanesine kapatanların, özlemini çektiği ailesi olduğunu öğrenir ve güveni sarsılır. Kızının kaybından kısa bir süre sonra, annesinin izni ile klinikten çıkartılır. Alice artık ailesinin yanına dönmez. Sonraki beş yıl boyunca kendisinden haber alınamaz.
Yunanistan’a girişine izin verilene kadar, Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki küçük otellerde konaklar. 1938’de Atina’ya geri döner. Tek hayali yıllardır özlemini çektiği oğlu Prens Philip ile birlikte aynı çatı altında yaşamaktır.
1938’de oğluna yazdığı mektupta, tuttuğu iki katlı daireden bahseder ve birlikte yaşamayı çok istediğini yazar. Ancak ailenin tamamı Philip’in, gelecek vaat eden bir subay olarak İngiltere’de kalmasını, Yunanistan’da belirsiz bir hayata dönmesini istemez. Alice bir kez daha oğlundan ayrı kalır. 1941 Nisan’ın da Almanlar Yunanistan’ı işgal eder.
Alice’in üç kızı Nazi subayları ile evli, tek oğlu İngiliz donanmasındadır. Eskiden, kraliçe olduğu kentte kuşatma altında, sıkışıp kalmıştır ve yalnızdır. Ne var ki mücadeleci ruhu boş durmaz. İngiltere’deki akrabalarından, zar zor gelen yardımlarla halk için aşevi kurar. 1943’e gelindiğinde durum iyice kötüdür. Naziler, Yunanistan’da bulunan Yahudilerin tahliyesine başlarlar. Selanik’te toplanan 600 bin Yahudi’den bazıları kaçarak Atina’ya gelirler. Prenses Alice, tanıdığı Yahudi Kohen ailesini bir yıl Atina’nın göbeğinde ki rezidansının en üst katında saklar. Bununla da kalmaz. Bir kaç Yahudi ailesine daha yardım eder. Savaş günlerinde Alice, bir yandan aş evinde halkı doyurmaya, bir yandan da evinde ki dostlarını korumaya çalışır. Evi Naziler tarafından aranmaya gelindiğinde, zekice işitme engelini kullanır. 1944’te Atina özgürlüğüne kavuşur.
Alice’de, oğlu Prens Philip’in Prenses Elizabeth ile evlilik törenine katılmak için İngiltere’ye gider. Dört kızının düğününe katılmasına izin verilmeyen Alice’in, bir anne olarak gördüğü tek düğün oğlunun düğünüdür. Nikahtan hemen sonra 63 yaşındaki Prenses Alice, yine ortadan kaybolur. Bir sonraki ortaya çıkışı tüm aileyi şok eder. Kraliçe Elizabeth’in 1953’te taç giyme töreninde, kameralar şaşaalı giysiler içindeki kraliyet ailesine odaklanmışken, gri rahibe elbiseleri içinde tören yürüyüşü yapan, biri göze çarpar. Bu prenses Alice’tir.
Aradan geçen zamanda rahibe olmuş, elindeki son kraliyet mücevherlerini satarak, Atina’nın kenar mahallerinden birinde, bugün bile hala sosyal bir merkez olarak kullanılan ‘The Sisterhood of Martha and Mary’ adlı bir organizasyon kurarak, yetimhane açmıştır.
1967’de Yunanistan’da tekrar askeri darbe olur. Prenses Alice bir kez daha ülkeden sürgün edilir. Ancak bu defa ülkeyi terk etmeyi reddetmektedir. Prens Philip, Yunan makamları ile yazışarak, annesinin sınır dışına çıkarılmasını engeller. Karısı Kraliçe Elizabeth de, özel bir uçak göndererek, kayınvalidesinin doğduğu topraklara geri dönmesini sağlar. Bunun sonucunda Buckingham Sarayında, küçük bir odaya yerleşen Prenses Alice, hayatı boyunca savaşlar, akıl hastaneleri ve aile politikaları yüzünden ayrı kaldığı oğlu ile, nihayet aynı çatı altında yaşamaya başlar. Saraya yerleştikten iki yıl sonra, 5 Aralık 1969’da hayatını kaybeder.
Yaşamı süresince, bütün maddi varlığını, ihtiyaç sahipleri ile paylaşan Alice, öldüğünde geriye sadece üç çift elbise bırakmıştır. Çılgınlıklarla dolu hayatın sonunda da, çok ilginç bir vasiyet bırakır. Kudüs’te Zeytin Dağına gömülmek istemiştir.
20 yıl yapılan görüşmeler sonunda tabutu, 1988’de Zeytin Dağında kurulu olan Rus Ortodoks Kilisesine taşınır. Kısa süre sonra Prens Philip, annesinin mezarını ziyaret için İsrail’e gider. Bu İngiliz Kraliyet ailesinin, İsrail’e yaptığı ilk ziyaret olarak tarihe geçer. Bu ziyarette Prens Philip’e, İsrail Devleti tarafından, annesine verilen “The Righteous Among the Nations” nişanı takdim edilir. Çünkü bu nişan sadece Holokost sırasında “Hayat Kurtaran Kahraman kişilere verilen bir ödüldür.
Kaynaklar: Yad Vashem ve Haaretz
Çeviri ve derleme: Reneta Sibel Yolak
Kraliçe Victoria’nın torununun kızı olan Battenberg Prensesi Alice 25 Şubat 1885’te Windsor Kalesi’nde doğar ve Birleşik Krallık’ta, Alman İmparatorluğu’nda ve Akdeniz’de büyür. İleri derecede işitme engellidir. Çok iyi bir dudak okuyucusu olan Prenses Alice, genç kız olduğunda, üç yabancı dili dudak okuyarak anlayıp konuşabilmiştir.
Akıcı konuşması ve hızlı dudak okuması sayesinde sosyal hayatı yaşamada sıkıntı yaşamaz.
17 yaşındayken katıldığı, Kral VII. Edward’ın taç giyme töreninde, Yunanistan Veliaht Prensi Andrew’le birbirlerine ilk görüşte aşık olurlar. 1903 yılında da evlenirler. Böylece Alice, Yunanistan Kraliyet Ailesine katılmış olur.
On yıl içinde dört kız çocuğu doğurur. 1922’de de, Yunanistan – Türkiye savaşı sırasında tek oğlu Prens Philip’i doğurur.
İyiliksever prenses, savaş sırasında Yunan cephesinde revirler kurar ve bizzat hemşirelik yapar. 1913’te annesine yazdığı mektupta, baktığı hastaların durumunu anlatırken, savaşın zorluklarını ve psikolojik yıkımlarını anlatır. Ancak yaşamın sarsıcı yanları onun için yeni başlamaktadır.
Savaşın sonunda Türkiye’deki gibi Yunanistan’da da cumhuriyetin ilan edilmesiyle, kraliyet ailesi Yunanistan’dan sürülür.Bunun sonucunda bir İngiliz donanmasına ait gemiyle, Paris’e sürgüne giderler. Sürgünün başlarında güçlü durmaya çalışan aile, zamanla kaybedilen itibarın ağır duygusal çöküntüsünü hissetmeye başlar.
Avrupa’daki çoğu kraliyet ailesiyle kan bağı olan Prenses Alice ve Prens Andrew, kalabalık aile toplantılarına davet edildiklerinde, artık masanın orta yerinde değil de, kenar kısımlarında ayrılan yerlere oturtulmaya başlarlar. Masada kimsenin dudağını okuyamayan Alice, uzaktan duyduğu her kahkahayı üzerine alınmaya başlar. Akrabalarının kendisi ve ailesiyle dalga geçtiğini düşünmekten kendini alamaz.
Kırılan gururu giderek içine kapanmasına ve dine sarılmasına neden olur.
Bu arada tam bir playboy olan kocası karısının sorunlarıyla ilgilenmez. Hatta karısını çeşitli kadınlarla aldattığı söylenir. Kendi giyim kuşamı ve görünüşüyle alakadar olan Prens, prensesi ihmal etmeye başlar. Prensesin ruhsal sorunları artmaya başlar.
Prenses Alice, sürgünde Rum Ortodoks Kilisesine kaydolur ve Ortodoksluğu seçer. Bundan sonra Alice’in kendine kurduğu dünyada sadece İsa vardır. Kendini dine adar. 1930’lu yıllara gelindiğinde Alice yılların stres ve çalkantısıyla o zamanki adıyla “sinirsel yıkım” olan psikolojik sorunlar yaşamaya başlar. İsa ile irtibat halinde olduğunu, onunla konuştuğunu anlatır. Derken konuşmaların tonu değişir. İsa ile flörtleştiklerini ve kendisine imzalı bir fotoğrafını verdiğini söylediğinde, Alice için akıl hastanesinin yolu görülür.
Berlin yakınlarındaki psikanalitik Kliniği “Schloss Tegel’e” yatırılır. Bu klinikte psikanaliz deneyleri de yapılmaktadır.
Alice’de bu deneklerden biridir. Sigmund Freud, Kliniği ziyaret eder ve Alice ile bizzat ilgilenir. Freud, Alice’e “paranoid şizofreni” tanısı koyar.
Freud’un uyguladığı tedavi, kendi görüşleri ile de çelişmektedir. Akıl hastalıklarının tedavisinde bilinçaltına inilmesini , tıbbi uygulamalar yapılmamasını söylemektedir. Bir süre sonra Alice ‘sağlığına kavuşmuş’ olarak ailesinin yanına gönderilir.
Ancak ailesi, Alice’in iyileştiğine emin değildir ve akıl hastalığı teşhisi silinmez bir damga gibidir. Onu yanlarından uzaklaştırıp, kontrol altında tutmanın daha doğru olacağını düşünmektedirler. Bir müddet sonra bu kararlarını uygulamaya koyarlar. Alice, İsviçre’deki “Belle Vue” kliniğine kapatılır. Burası zengin ve saygın ailelere mensup hastaların kaldığı bir akıl hastanesidir. Aynı zamanda hapishane görevi de gören ve ailenin onayı dışında, hastaların salınmadığı bu klinikte, Alice tam üç yıl geçirir. Bu zaman zarfında ailesi dağılmaya başlar.
Kocası Prens Andrew, kendine başka bir hayat arkadaşı seçerek güney Fransa’ya taşınır. Evlilikleri yasal olarak bitmese de fiilen sonlanmıştır.
Kızlarının üçü Nazi subayları ile evlenirken, Oğlu Philip İngiltere’deki akrabalarının himayesinde, Deniz Harp Akademisine yazdırılır. İsviçre’de kaldığı günlerde kızlarından biri, ailesiyle birlikte geçirdiği uçak kazasında hayatını kaybeder. Özel izin ile klinikten çıkan Alice, geri döndüğünde kendisini akıl hastanesine kapatanların, özlemini çektiği ailesi olduğunu öğrenir ve güveni sarsılır. Kızının kaybından kısa bir süre sonra, annesinin izni ile klinikten çıkartılır. Alice artık ailesinin yanına dönmez. Sonraki beş yıl boyunca kendisinden haber alınamaz.
Yunanistan’a girişine izin verilene kadar, Avrupa’nın çeşitli yerlerindeki küçük otellerde konaklar. 1938’de Atina’ya geri döner. Tek hayali yıllardır özlemini çektiği oğlu Prens Philip ile birlikte aynı çatı altında yaşamaktır.
1938’de oğluna yazdığı mektupta, tuttuğu iki katlı daireden bahseder ve birlikte yaşamayı çok istediğini yazar. Ancak ailenin tamamı Philip’in, gelecek vaat eden bir subay olarak İngiltere’de kalmasını, Yunanistan’da belirsiz bir hayata dönmesini istemez. Alice bir kez daha oğlundan ayrı kalır. 1941 Nisan’ın da Almanlar Yunanistan’ı işgal eder.
Alice’in üç kızı Nazi subayları ile evli, tek oğlu İngiliz donanmasındadır. Eskiden, kraliçe olduğu kentte kuşatma altında, sıkışıp kalmıştır ve yalnızdır. Ne var ki mücadeleci ruhu boş durmaz. İngiltere’deki akrabalarından, zar zor gelen yardımlarla halk için aşevi kurar. 1943’e gelindiğinde durum iyice kötüdür. Naziler, Yunanistan’da bulunan Yahudilerin tahliyesine başlarlar. Selanik’te toplanan 600 bin Yahudi’den bazıları kaçarak Atina’ya gelirler. Prenses Alice, tanıdığı Yahudi Kohen ailesini bir yıl Atina’nın göbeğinde ki rezidansının en üst katında saklar. Bununla da kalmaz. Bir kaç Yahudi ailesine daha yardım eder. Savaş günlerinde Alice, bir yandan aş evinde halkı doyurmaya, bir yandan da evinde ki dostlarını korumaya çalışır. Evi Naziler tarafından aranmaya gelindiğinde, zekice işitme engelini kullanır. 1944’te Atina özgürlüğüne kavuşur.
Alice’de, oğlu Prens Philip’in Prenses Elizabeth ile evlilik törenine katılmak için İngiltere’ye gider. Dört kızının düğününe katılmasına izin verilmeyen Alice’in, bir anne olarak gördüğü tek düğün oğlunun düğünüdür. Nikahtan hemen sonra 63 yaşındaki Prenses Alice, yine ortadan kaybolur. Bir sonraki ortaya çıkışı tüm aileyi şok eder. Kraliçe Elizabeth’in 1953’te taç giyme töreninde, kameralar şaşaalı giysiler içindeki kraliyet ailesine odaklanmışken, gri rahibe elbiseleri içinde tören yürüyüşü yapan, biri göze çarpar. Bu prenses Alice’tir.
Aradan geçen zamanda rahibe olmuş, elindeki son kraliyet mücevherlerini satarak, Atina’nın kenar mahallerinden birinde, bugün bile hala sosyal bir merkez olarak kullanılan ‘The Sisterhood of Martha and Mary’ adlı bir organizasyon kurarak, yetimhane açmıştır.
1967’de Yunanistan’da tekrar askeri darbe olur. Prenses Alice bir kez daha ülkeden sürgün edilir. Ancak bu defa ülkeyi terk etmeyi reddetmektedir. Prens Philip, Yunan makamları ile yazışarak, annesinin sınır dışına çıkarılmasını engeller. Karısı Kraliçe Elizabeth de, özel bir uçak göndererek, kayınvalidesinin doğduğu topraklara geri dönmesini sağlar. Bunun sonucunda Buckingham Sarayında, küçük bir odaya yerleşen Prenses Alice, hayatı boyunca savaşlar, akıl hastaneleri ve aile politikaları yüzünden ayrı kaldığı oğlu ile, nihayet aynı çatı altında yaşamaya başlar. Saraya yerleştikten iki yıl sonra, 5 Aralık 1969’da hayatını kaybeder.
Yaşamı süresince, bütün maddi varlığını, ihtiyaç sahipleri ile paylaşan Alice, öldüğünde geriye sadece üç çift elbise bırakmıştır. Çılgınlıklarla dolu hayatın sonunda da, çok ilginç bir vasiyet bırakır. Kudüs’te Zeytin Dağına gömülmek istemiştir.
20 yıl yapılan görüşmeler sonunda tabutu, 1988’de Zeytin Dağında kurulu olan Rus Ortodoks Kilisesine taşınır. Kısa süre sonra Prens Philip, annesinin mezarını ziyaret için İsrail’e gider. Bu İngiliz Kraliyet ailesinin, İsrail’e yaptığı ilk ziyaret olarak tarihe geçer. Bu ziyarette Prens Philip’e, İsrail Devleti tarafından, annesine verilen “The Righteous Among the Nations” nişanı takdim edilir. Çünkü bu nişan sadece Holokost sırasında “Hayat Kurtaran Kahraman kişilere verilen bir ödüldür.
Paylaş: