Kaynak: T24, Tuba Çandar
Şimdi artık ada bir renginden daha yoksun; biraz daha solgun…
Ben Adalıyım. Adada doğmadım, ama adada büyüdüm. Yazlıkçı olarak değil; yazıyla güzüyle, kışıyla baharıyla adayı dolu dolu yaşadım. Çocukluğumu adada geçirdim. İlkokula orada başladım, orada bitirdim. Avusturya Lisesi’ni kazanınca, ilk iki yılını vapurla adadan gidip gelerek okudum. Vapurlar çalıştığı sürece İstanbul’un lodosunda sallanmaktan gocunmadım, sisinde kaybolmalara doyamadım.
Halkiliyim ben. Heybeliliyim… Adaların ikincisidir benimkisi. En denizcisidir. Deniz Harp Okulu’ydu benim adama damgasını vuran… Belki o yüzden en az sayfiye olanıydı adaların. Bizim de yazlıkçılarımız vardı elbette. Ama biz yazın geldiğini denizcilerin siyahlarını çıkarıp kolalı beyazlarına girmelerinden anlardık. Adanın Türk esnafı dükkânlarının önüne attıkları taburelerinden “Balıklar karaya vurmuş!” diye seslenirdi birbirine o zaman. Rum esnaftan ise itirazlar yükselirdi, “Olur mu vire, martıdır o geçenler!” Teğmen adaylarının bandolu mızıkalı resmi geçidi başladığında çoluk çocuk hepimiz peşlerine takılırdık. Biraz daha büyüyüp serpildiğimizde yolun kenarına dizilip, önümüzden geçmelerini hülyalı bakışlarla izlemekle yetinmeye başladık.
Ruhban Okulu ve Patrik Athenagoras
Bir de Heybeliada Ruhban Okulu’muz vardı, başka adalarda olmayan. O zamanlar kapısına kilit vurulmamıştı daha. Subay aileleri olarak ziyaret ettiğimizde, ilk fırsatta büyüklerimizin elinden kurtularak loş koridorlarında kaybolmaya bayılırdık. O koridorların kokusunu hiç unutmadım. Siyah cübbeleri içindeki Ruhban Okulu öğrencileri beyaz üniformalı Deniz Harp Okulu öğrencilerinden daha ciddi ve asık suratlı gözükürdü gözümüze. Ama Patrik Athenagoras çok farklıydı. Bir yaz günü upuzun sakalıyla vapurdan indiğinde, küçük kardeşimin “Dede!” diye bağırarak cüppesinin uzun eteklerine yapışması karşısında, hiç kızmamıştı meselâ. Dahası, refakatindekilerin telâşına aldırmadan durup bizi sevmiş, cebinden çıkardığı şekerlerden vermiş; neden sonra siyah faytonuna binip gitmişti.
Patrik Hazretleri’nin faytonu siyahtı. Deniz Harp Okulu komutanınınki de öyle… Bizimkiler ise rengârenkti. Tavanlarının kenarından simli püsküller sarkardı. Faytoncular yarışırdı birbiriyle, benimki daha güzel olsun, daha çok müşteriyle dolsun, diye. Dayanamaz atlarını da süslerlerdi. Kırmızı kurdeleler, minik çanlarla… Atlarına iyi bakarlar, nazara karşı mavi boncuklar asarlardı. Yolculuğun sonunda, paralarını almadan önce atların yanağını okşayıp teşekkür etmeleri âdettendi.
O faytonlarla atların kokusunu hiç unutmadım. İskeleden çıkar çıkmaz sağa doğru kıvrılıp, yazlık sinemaya varmadan hemen önce daha rıhtımda burnunuza gelirdi o koku. Adalı olmak, biraz da o kokuya aşina olmak, o kokuyu sevmekti. Tıpkı biraz ilerde karşınıza çıkacak çamların kokusunu olduğu gibi…
Sonra büyüdüm. Ve adadan ayrıldım. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşadım da, sevdalısı olduğum adada bir daha yaşayamadım. Adada bir karış toprağa sahip olamadım ama, babamı orada toprağa koydum.
Ben adadan çıksam da adayı çıkarmadım hayatımdan. İstanbul’da denizin bitmediği yıllarda oradan başka yerde yüzmedim. Kar kış demedim kendimle buluşmak için hep orayı seçtim. Acılarımı dindirme, yaralarımı sarma zamanlarımda hep oraya koştum. Ve adam hep aynı kalsın, hiç değişmesin istedim.
Önce Rumlar Gönderildi
Ama değişti. Önce Rumlar gönderildi. Adanın çarşısı eksildi; cıvıltısı kesildi. Komşu evlerdeki dantelli örtüler, yaldızlı likör takımları, ceviz konsollar eskicilere düştü. Sonra Ruhban Okulu kapatıldı. Adanın heybetli heybesinin içi boşaldı. Tepeleri suskun kaldı. Sonra da Deniz Harp Okulu taşındı. O zaman artık deniz de küstü. Adanın balığı azaldı, denizanası çoğaldı, midyesi yenmez oldu.
Sonunda yitip gidenler kervanına adanın faytonları da katıldı. Faytona kurulup iskeleden evine varmak, çam ormanları arasında ada turu yapmak hayal oldu. Adanın ruhu daha da soldu.
Faytonların bitişi birden bire olmadı. Önce yitip giden atlar zamanı yaşandı.
Açgözlü faytoncu mafyasının elinde yazları hoyratlıkla kullanılan atlar sakatlanıyor; kışları bakımları yapılmadığı için hastalanıyor ve ormana salınarak ölüme terk ediliyordu. Denizin dibinde at ölüleri görüntüleniyordu.
Atlar ölmemeliydi. “Atlar ölmesin”di.
Sosyal medya harekete geçtiğinde artık çok geçti. Kimse kimseyi dinlemez oldu. Atlara niye iyi bakılmıyor, diye soranlara kötü gözle bakıldı. Bunlar niye telef oluyor, sorusunun cevabı aranmadı. Adanın tepesinde pislik ve uyuşturucu yuvalarına dönüşmüş ahırlar temizlenmedi; kaçak ahırlar denetlenmedi. Tekelleşmiş faytoncu mafyasına teslim olunmuştu. Sorunlarla baş etmek zordu; sorunu yasaklamak kolay… “Yapmayın, etmeyin” diyen adalılar susturuldu. Adalı olmayan belediye başkanlarının kararıyla faytonlar kaldırıldı.
Şimdi artık ada bir renginden daha yoksun; biraz daha solgun… Alay edercesine renkli, çiçekli böcekli, pilli ya da elektrikli o tuhaf yaratıkları adaya sokarak faytonların yerini doldurmaya çalışmayın lütfen! O rengi geri getiremezsiniz. Adanın ruhunu daha da fazla incitmiş olursunuz, o kadar.
Kaynak: T24, Tuba Çandar
Şimdi artık ada bir renginden daha yoksun; biraz daha solgun…
Ben Adalıyım. Adada doğmadım, ama adada büyüdüm. Yazlıkçı olarak değil; yazıyla güzüyle, kışıyla baharıyla adayı dolu dolu yaşadım. Çocukluğumu adada geçirdim. İlkokula orada başladım, orada bitirdim. Avusturya Lisesi’ni kazanınca, ilk iki yılını vapurla adadan gidip gelerek okudum. Vapurlar çalıştığı sürece İstanbul’un lodosunda sallanmaktan gocunmadım, sisinde kaybolmalara doyamadım.
Halkiliyim ben. Heybeliliyim… Adaların ikincisidir benimkisi. En denizcisidir. Deniz Harp Okulu’ydu benim adama damgasını vuran… Belki o yüzden en az sayfiye olanıydı adaların. Bizim de yazlıkçılarımız vardı elbette. Ama biz yazın geldiğini denizcilerin siyahlarını çıkarıp kolalı beyazlarına girmelerinden anlardık. Adanın Türk esnafı dükkânlarının önüne attıkları taburelerinden “Balıklar karaya vurmuş!” diye seslenirdi birbirine o zaman. Rum esnaftan ise itirazlar yükselirdi, “Olur mu vire, martıdır o geçenler!” Teğmen adaylarının bandolu mızıkalı resmi geçidi başladığında çoluk çocuk hepimiz peşlerine takılırdık. Biraz daha büyüyüp serpildiğimizde yolun kenarına dizilip, önümüzden geçmelerini hülyalı bakışlarla izlemekle yetinmeye başladık.
Ruhban Okulu ve Patrik Athenagoras
Bir de Heybeliada Ruhban Okulu’muz vardı, başka adalarda olmayan. O zamanlar kapısına kilit vurulmamıştı daha. Subay aileleri olarak ziyaret ettiğimizde, ilk fırsatta büyüklerimizin elinden kurtularak loş koridorlarında kaybolmaya bayılırdık. O koridorların kokusunu hiç unutmadım. Siyah cübbeleri içindeki Ruhban Okulu öğrencileri beyaz üniformalı Deniz Harp Okulu öğrencilerinden daha ciddi ve asık suratlı gözükürdü gözümüze. Ama Patrik Athenagoras çok farklıydı. Bir yaz günü upuzun sakalıyla vapurdan indiğinde, küçük kardeşimin “Dede!” diye bağırarak cüppesinin uzun eteklerine yapışması karşısında, hiç kızmamıştı meselâ. Dahası, refakatindekilerin telâşına aldırmadan durup bizi sevmiş, cebinden çıkardığı şekerlerden vermiş; neden sonra siyah faytonuna binip gitmişti.
Patrik Hazretleri’nin faytonu siyahtı. Deniz Harp Okulu komutanınınki de öyle… Bizimkiler ise rengârenkti. Tavanlarının kenarından simli püsküller sarkardı. Faytoncular yarışırdı birbiriyle, benimki daha güzel olsun, daha çok müşteriyle dolsun, diye. Dayanamaz atlarını da süslerlerdi. Kırmızı kurdeleler, minik çanlarla… Atlarına iyi bakarlar, nazara karşı mavi boncuklar asarlardı. Yolculuğun sonunda, paralarını almadan önce atların yanağını okşayıp teşekkür etmeleri âdettendi.
O faytonlarla atların kokusunu hiç unutmadım. İskeleden çıkar çıkmaz sağa doğru kıvrılıp, yazlık sinemaya varmadan hemen önce daha rıhtımda burnunuza gelirdi o koku. Adalı olmak, biraz da o kokuya aşina olmak, o kokuyu sevmekti. Tıpkı biraz ilerde karşınıza çıkacak çamların kokusunu olduğu gibi…
Sonra büyüdüm. Ve adadan ayrıldım. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşadım da, sevdalısı olduğum adada bir daha yaşayamadım. Adada bir karış toprağa sahip olamadım ama, babamı orada toprağa koydum.
Ben adadan çıksam da adayı çıkarmadım hayatımdan. İstanbul’da denizin bitmediği yıllarda oradan başka yerde yüzmedim. Kar kış demedim kendimle buluşmak için hep orayı seçtim. Acılarımı dindirme, yaralarımı sarma zamanlarımda hep oraya koştum. Ve adam hep aynı kalsın, hiç değişmesin istedim.
Önce Rumlar Gönderildi
Ama değişti. Önce Rumlar gönderildi. Adanın çarşısı eksildi; cıvıltısı kesildi. Komşu evlerdeki dantelli örtüler, yaldızlı likör takımları, ceviz konsollar eskicilere düştü. Sonra Ruhban Okulu kapatıldı. Adanın heybetli heybesinin içi boşaldı. Tepeleri suskun kaldı. Sonra da Deniz Harp Okulu taşındı. O zaman artık deniz de küstü. Adanın balığı azaldı, denizanası çoğaldı, midyesi yenmez oldu.
Sonunda yitip gidenler kervanına adanın faytonları da katıldı. Faytona kurulup iskeleden evine varmak, çam ormanları arasında ada turu yapmak hayal oldu. Adanın ruhu daha da soldu.
Faytonların bitişi birden bire olmadı. Önce yitip giden atlar zamanı yaşandı.
Açgözlü faytoncu mafyasının elinde yazları hoyratlıkla kullanılan atlar sakatlanıyor; kışları bakımları yapılmadığı için hastalanıyor ve ormana salınarak ölüme terk ediliyordu. Denizin dibinde at ölüleri görüntüleniyordu.
Atlar ölmemeliydi. “Atlar ölmesin”di.
Sosyal medya harekete geçtiğinde artık çok geçti. Kimse kimseyi dinlemez oldu. Atlara niye iyi bakılmıyor, diye soranlara kötü gözle bakıldı. Bunlar niye telef oluyor, sorusunun cevabı aranmadı. Adanın tepesinde pislik ve uyuşturucu yuvalarına dönüşmüş ahırlar temizlenmedi; kaçak ahırlar denetlenmedi. Tekelleşmiş faytoncu mafyasına teslim olunmuştu. Sorunlarla baş etmek zordu; sorunu yasaklamak kolay… “Yapmayın, etmeyin” diyen adalılar susturuldu. Adalı olmayan belediye başkanlarının kararıyla faytonlar kaldırıldı.
Şimdi artık ada bir renginden daha yoksun; biraz daha solgun… Alay edercesine renkli, çiçekli böcekli, pilli ya da elektrikli o tuhaf yaratıkları adaya sokarak faytonların yerini doldurmaya çalışmayın lütfen! O rengi geri getiremezsiniz. Adanın ruhunu daha da fazla incitmiş olursunuz, o kadar.
Paylaş: