Varlık Vergisi 11 Kasım 1942’de TBMM tarafından kabul edildi. Türkleştirme politikalarının acımasız örneklerinden biri olarak tarihe geçen Varlık Vergisi’nin kabul edilişinin 77. yıldönümünde Nurten Yalçın Erüs’ün ‘Şair, Edip, Dürüst Tüccar Leon Bahar’ı Takdimimdir’ isimli kitabı raflarda yerini aldı. Ankaralı bir Yahudi olan Yuda Leon Bahar, İstanbul Sultanhamam’da tüccarlık yaparken Varlık Vergisi’ni veremeyip Aşkale’deki çalışma kampına sürgün edilmişti. Bahar’ın o dönem eşine, kızına ve bürokratlara yazdığı mektuplardan yola çıkıp belgesel bir roman yazan Nurten Yalçın Erüs’le Leon Bahar’ı ve Varlık Vergisi’ni konuştuk.
Kitap nasıl ortaya çıktı? Kitaptaki mektuplara nasıl ulaştınız?
Paris Sorbonne’da farklı ülkelerden öğrencilerden oluşan bir sınıftaydım. Hocamız bizden ülkelerde kayda geçen vergi tarihiyle ilgili notlar istedi. Ben de gayrimüslimlere uygulanan Varlık Vergisi’ni sundum fakat o dönemde pek fazla kaynağa erişemedim. Ekim 1999’da yüksek lisansı bitirip Türkiye’ye döndüğümde tekrar gazeteciliğe başladım. O günlerde ‘Salkım Hanımın Taneleri’ adlı film vizyona girmişti. Film, Yılmaz Karakoyunlu’nun kitabından esinlenerek çekilmişti. Filmin Varlık Vergisi üzerine hazırlandığını gördüm. Ekonomi gazetecisi olduğum için iş insanlarıyla yakın temasım vardı. Gençlere çok önem veren Alarko Holding’in ortaklarından Üzeyir Garih’le de hem gazetecilik hem de yüksek lisans döneminde tanışıklığımız olmuştu. Türkiye’ye döndüğümde kendisini ziyaret ettim. Türkiye’nin ekonomik gidişatı üzerine röportaj yaptık. Röportaj bittikten sonra kendisiyle sohbetimizde, “Filmi izlediniz mi? Ailenizden gidenler oldu mu?” diye sordum. Kendisi izlediğini söyledi fakat yaşanan olay hakkında anlatımda bulunmadı. O konuda daha çok ortağı İshak Alaton konuşuyordu o dönem. Üzeyir Bey yerinden kalkıp, çalışma odasına gitti ve elinde sararmış bir kağıtla geldi. “Benim babamın kuzininin kızından gelen bir belge. Bu kişi tuhafiyeciydi ve Aşkale’ye sürgüne gitti. Ailemden sürgüne giden tek kişi bu. Bu kişi (Leon Bahar) kuzinimin eşidir” dedi. Belge 1942 yılında yazılmıştı. ‘Salkım Hanımın Taneleri’ adlı kitabı da okumuştum. Dolaylı anlatımlarla konu ilerliyordu. Şimdi elimde gerçek bir belge vardı. Belge, Leon Bahar’ın kızı tarafından Üzeyir Garih’e verilmişti. O dönem Platin Dergisi’nde çalışıyordum. Dergide Rıdvan Akar, Ayhan Aktar gibi bu konuyla ilgilenen kişilerle konuştuktan sonra Varlık Vergisi haberi yaptım. Bu haber ilgiyle karşılandı. NTV Tarih dergisi, haberi kapaktan kullandı. Haberin devamı için çok sayıda gayrimüslimin kapısını çaldım. O dönemde Hrant Dink’e de gittim. Kendisi “Elimde yeni bir şey yok. Olsa verirdim. Herkes kendi mahallesinde tutuyor bu konuyu” dedi. Belgeyi Üzeyir Garih’e veren Leon Bahar’ın kızı Tamar Bahar bana teşekkür etti. Kendisiyle görüşmeye başladık ve dost olduk. Bu işe olan ilgimi ve çabamı sessizce izledi. 1 Ağustos benim doğum günüm. O gün beni akşam yemeğine davet etti. Kendisine “Elimde bir tane belge var. Devamını getiremiyorum” dedim. O akşam Tamar hanım bir sandıkla geldi. Bana dedi ki “Nurtenciğim, ben senin ne yapmak istediğini biliyorum. Ben tarihi hiç sevmem, çünkü Türkiye’deki tarih beni ileri götürmüyor. Bunlar annemin bana emanet ettiği mektuplar. Senin aradığın bunlar.” Mektuplar Fransızca, dilekçeler Türkçe yazılmış. Hepsi, Leon’un eşi Jenny’ye sürgünde yazdığı mektuplardı. Kitap için ilk etapta mektupları çevirdim. Sonra çok uzun bir ara verdim. 2017 yılının Ağustos ayında “artık zamanı” dedim ve profesyonel hayatı bırakarak, kitabımı yazmaya başlamak istedim. Bütün hayalim kitabı Tamar ile yapacağımız uzun sohbetler ışığında, onun rehberliğiyle tamamlamaktı. Ancak olmadı. 25 Ağustos’ta Tamar Hanım’ı aniden kaybettik. Artık konu istekten çıkmış, bir sorumluluğa dönüşmüştü. Kitabı yazmaya başladım ve 10 ayın sonunda tamamlayarak yayıneviyle anlaştım. Kitapta Rıfat Bali ve Rıdvan Akar’a teşekkürlerimi ilettim. Onlar bu literatürü fazlasıyla geliştirdiler. Hatta kendi kitaplarında benim öykümden alıntılara da yer verdiler. Daha o zamanlar kitap çalışmasına başlamamıştım. Bir kişiye ait kapsamlı bir arşivin biyografik roman olarak yayımlanması bu çalışmayı farklı kılan bir unsur oldu.
Kaç tane mektup var?
30’dan fazla mektup var. Mektuplar ortalama üçer, dörder sayfadan oluşuyor. El yazısıyla, Fransızca kaleme alınmış mektuplar… Mektupların dışında dönemin başbakanına, cumhurbaşkanına, bakanlarına yazılmış dilekçeler de var. Tüm yönleriyle kuvvetli bir insan hikâyesi var.
Leon Bahar’ı sizden dinleyebilir miyiz?
Leon, Ankaralı bir Yahudi. Çocuk yaşta babasını kaybediyor. Hayatına yön veren abisi Vitali. Okulunu babasını kaybettikten sonra yarım bırakıyor. Abisi, Ankara Yeğenbey Caddesi’nde tuhafiye işi yapıyor. Leon da kendisine yardım ediyor. Bir süre sonra Leon, İstanbul’a geliyor ve burada bir matbaada işe başlıyor. Edebiyata oldukça meraklı biri. Kitap okumayı çok seviyor. Kendi çabasıyla Fransızcayı ve keman çalmayı öğreniyor. Hayali şair ve edip olmak. Dört beş yıl matbaada çalıştıktan sonra yeniden abisiyle çalışmaya başlıyor. Çorap, pardesü ve gömlek satıyor. Zamanla İstanbul’da irtibat bürosu açıyor ve çevre ediniyor. Dönemin önde gelen ailelerinden Garih ailesinin İtalyan Lisesi’nde okuyan kızı Jenny ile flört etmeye başlıyor ve sonra evleniyor. 1932’de Tamar, 1940’ta Suzan doğuyor. 1941’de gayrimüslimlerin askere alındığı ‘Yirmi Kur’a İhtiyatlar Olayı’ ile 15 ay Kandıra’ya gidiyor. Oradan döndükten beş ay sonra da Varlık Vergisi kararı çıkıyor. Kendisi verginin tamamını ödeyemiyor. Abisi elindekileri satarak kendi borcunu ödüyor. Leon ikinci kafileyle Aşkale’ye gidiyor. Önceki kafilede yer alan ünlü avukatlar Şekip Adut ve Gad Franko ile dost oluyor. Türkçeyi etkin kullanışı ve yazı kabiliyeti Leon’un orada bir tür lider olmasını sağlıyor. Hak arama mücadelesini avukatlarla birlikte sürdürüyor, bunu eşine yazdığı mektuplar ve bir örneği bugüne kalan dilekçelerden anlıyoruz. Mektupları çok çeşitli duygularla bezeli; aşk, hasret, dostluk, keder, hayalkırıklığı, isyan, direniş ve umut…
Leon Bahar’ın kamptaki en yakın dostu Himayak adında bir Ermeni. Aralarında nasıl bir dostluk vardı?
Ortak noktaları var. Himayak da edebiyata çok tutkun. Gazete kupürlerini orada tek tek tarıyorlar ve ajans muhabiri gibi çalışıyorlar. Himayak, Leon’dan yaşça büyük. Himayak’ın köklerine ulaşamadım. Leon, Himayak’ın kızı Anahit ile de ahbap oluyor. Kitapta Anahit’in Leon’a yazdığı iki mektup var. Leon 1943 yılının Aralık ayında kamptan dönüyor. Fakat böbreklerinde ciddi sorunlar meydana geliyor ve çok uzun yaşamıyor. 1948 yılında hayatını kaybediyor. Onun Ulus Musevi Mezarlığı’ndaki mezarının kitabesini Himayak yazıyor. Kitabede şu yazıyor:
“Saygı Değer Ey Zuvvar Bu Kitabe Bu Mezar Eder Sizden İntizar Teveccühkâr Bir Nazar Çünkü Oldu Yuda Bahar Şair Edip Dürüst Tüccar İyi Koca Müşfik Baba Samimi Dost ve Akraba Ruhen Cömert Cesur Asil Bir İnsanı Ehli Kâmil Zahir Oku Bu Saf Ruha İçten Gelen Bir Fatiha”
Bir Ermeni, bir Yahudi için herkesten Fatiha istiyor. Bu beni çok etkiledi. Bu topraklarda adil bir şekilde, barış içinde ve kardeşçe yaşamak için mayamızda neler saklı, bunu anlatan çok anlamlı bir kitabe, bana göre. Dolayısıyla kitabın kurgusunda Himayak’a bolca yer verdim. Çünkü Aşkale ve Sivrihisar’da Leon’un en yakın dostu o. Himayak’ın kızı Leon’u amcası olarak görüyor. Bunlar bana umut veren şeyler oldu. Bu olay Türkiye için bir utanç. Bu olayları hep kendi mahallemizde mi anlatacağız, onu da sorgulamak gerekir. Bana kahramanım Leon Bahar bu fırsatı verdi. Kendi dilinden bu olaya çok yönlü bakma; hem duygu hem de muhakeme gücüyle tarihi bir meseleyi ortaya koyma imkânı verdi.
Peki mektupların içeriğinde neler var?
Leon dinine çok bağlı biri değil. Fakat umutsuzluk ve çaresizlik batağına saplandığı anda her fani gibi dine sarılıyor. Schopenhauer’in dediği gibi dinler de ateşböcekleri gibidir. Parlayabilmek için karanlığı beklerler. Kitapta bir bölümde Aşkale bir Açıkhava ibadethanesine dönüşüyor. Koca bir merada kimisi İncil’i, kimisi Tevrat’ı çıkarıyor. Leon, mektuplarında dini günleri hatırlıyor, ama dinle ilişkisi pratik yapma seviyesinde değil, daha çok kültürel bir hadise. Anadolu’ya çok yakın. Hem çok bulunmuş iş dolayısıyla hem de dostlar edinmiş. Adapazarı onun için özel bir yer. O dönem Adapazarı’nda bir deprem oluyor. Tüccar dostu Fehim Bey’den haber alabilmek için yırtınıyor. Bu kitap o dostluğu da anlatıyor. Her şeye rağmen dostluk ve iyi duyguları yaşatabilen bir karakter Leon. Gerçek hayatta da böyle bir insan.
Kızı ile yakın dostluğunuz vardı. Kendisi 16 yaşında babasını kaybetmiş. Size babasını nasıl anlatırdı?
Kendisi babasının alıp götürüldüğü anı hatırlamıyor fakat Robert Kolej’de öğrenciyken öğretmeninin gelip “Baban salıverildi, bugün izinlisin” dediğini hatırlıyor. Kendi dünyasında babasının yaşadıklarına yer vermemiş. Ben mektupları okudukça çok heyecanlandı. 1943 yılı Aralık ayında kamptan dönüyor Leon. Son yıllarını hastalıkla geçiriyor. Leon’un kızı Tamar’a bir vasiyeti var. Vasiyeti şöyle: “Hâlâ nefes alabiliyorken sana iki şey söyleyeceğim. İyi dinle. Hem nasihat hem vasiyetimdir. Kardeşin yeterince büyüyünce ona bunları benim namıma naklediver, benim başkaca size bırakacak bir mirasım yok. Hayattan ne öğrendiysem onu nakletmek boynumun borcudur. Birincisi insanları hep sev, parayı tutmasan da olur ama insan tut yanında. O çok mühimdir. Sonra aileni, dostlarını iyi tanı, onları sev ve vazgeçme. Hem sev hem ver. Bu ikisi birbiriyle kardeştir. Hem vermek, almaktan iyidir. Buna inan. Sev, sıkı sıkı sarıl ve almaya değil vermeye bak kızım. İkincisi, Türkçeyi iyi öğren. Eğer bu memlekette yaşayacaksan hangi dili öğrenirsen öğren, senin dilin Türkçedir. Türkçe konuşmaya, Türkçe yazmaya ehemmiyet ver. Benim geleneğimi sürdür evladım…” Kendisi kuvvetli bir muharrir. Tüccarlığın dışında tam bir dil aşığı.
Sizi hangi mektuplar daha çok etkiledi?
Çok fazla var. Fikrimin berraklaşmasını ve netleşmesini sağlayan mektuplar çok fazla. Türkiye’de bu tür netameli mevzularla ilgili bir sıkışmışlık var. Her konudaki tarafgirliğimiz bu konuda da çok can yakıcı. Tarihi bir hikâyeyi tanık olmadan anlamamız kolay değil. ‘Post-truth’ yani hakikat ötesi denen bir şey var. Bu çağımızın da geçmişimizin de tuzağı. Öyle olanı mı öyle olmasını istediğimizi mi bağırıyoruz? Konuşmuyoruz bağırıyoruz. Bu mektupların içinde yakarış da var. Ağırlıklı olarak “Niçin devletimiz bizi eş-eşit görmüyor? Bu bize yapılan bir kötülüktür, zulümdür” diyor Leon çok haklı olarak. Eşiyle yazışmalarında şunlar da var: “Dünya bir kaostan geçiyor. Çok zor dönemlerden geçiyoruz ve bizim hükümetimiz dünyadaki kötülüklerden buna layık gördü. Daha beteri de olabilirdi. Avrupa’daki kardeşlerimizi, Yunanistan’da açlıktan ölen insanları en basit Fransa’daki kardeşini düşün.” Jenny’nin ailesinin bir bölümü Fransa’da ve her an canlarına kasteden tehdit dolu bir ortamda. Kendisi bu muhakemeyi yapmış. “Elimizden işimizi aşımızı aldılar ama canımız hâlâ bizimle” diyor. Bu olayın tanıklarından biri bunları söyledikten sonra benim iki şey deme hakkım var: Birincisi bu ayıptır, utançtır ve bu insanlardan özür dilememiz gerekiyor. Adalet dün olduğu gibi bugün de bizim sorunumuzdur, diyebiliyorum. Ama diğer taraftan yine Leon’un o günün şartlarını dikkate alarak yaptığı muhakeme ile diyebiliyorum ki; bu muhakeme meseleyi affettirmese de anlamamıza yardımcı oluyor. Dönemin şartlarına göre de muhakeme etmek lazımdır, diyorum. Bu tanıklıklar bana bunları söyleme hakkı veriyor. Bütününden etkilendim diyebilirim. Mektuplar adeta bugüne bir mesaj olarak yazılmış. Benim eklediğim bir şey olmadı, ben sadece olayın kurgusunu yaptım. Kitabı okuyan şunu da düşünecektir: Tarihi, o tarihin içinden geçenlerin yani gerçek sahiplerinin üstünden okumak, anlamak lazım. Onlar ne hissettiyse oradan görmek lazım. Ben anlatıyorum; gerçeği alan var, gerçeğe kapalı olan var, bir de gerçeği başka taraftan gören var. İşte bu sonuncuya çalışabilirsin. “Bir de bunu dinle” diyebilirsin. Onu demek yerine genelde biz “gerçek budur” diye haykırıyoruz. O zaman da kendi mahallemizde konuşuyoruz. Onu anlatmanın yolunu bulmamız lazım. Aydın sorumluluğu anlatma biçimini inşa etmekten de geçiyor, bana göre.
“Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki Japonya kadar volkaniktir”
Çok muhterem Bay Leon Bahar, İtiraf edebilirim ki günlerce mektubunuzun tesiri altında kaldım. Bu da ikinci bir şaheser oldu. Her okuyuşumda başka bir mana, başka bir çeşni, başka bir fikir buluyorum. Her satırında, her ibaresinde ayrı bir inşa beliriyor. Böyle bir mektuba cevap yazmak hakikaten mesuliyetli iş. Epeyce bir cesarete muhtaç. Ben bu işe teşebbüs etmekle küstahlık yapmış olduğumu anlıyorum. Sayın Bay Leon, bizler öyle bir memlekette yaşıyoruz ki, Japonya kadar volkaniktir ve ne zaman püsküreceği de meçhuldür. Bu püskürme neticesinde de biz kazazedeler meydandayız, bizler için bu gibi vaziyetler birinci veya ikinci defa değildir. Fakat burada bir sual meydana çıkar, madem ki arazi volkanik, niçin burada duruluyor, niçin daha sakin bir memlekete gidilmiyor? Japonları göz önünde tutalım, her felakete nasıl bir haişle göğüs geriyorlar, nasıl bir cenkleşme ile nefislerini müdafaa ediyorlar. Felaket insanı pişkinleştirir. Tecrübekâr eder, olgunlaştırır. Bizler bunun da metanetle sonuna varacağız, buna da azimle karşı koyacağız. Her şey geçecek, her iş düzelecek; yalnız bu imtihan esnasında sizler orada sıhhatinizi koruyacak ve bizler de burada yuvalarımızın dağılmamasına ve eski bağların kuvvetlenmesine, zincir haline gelmesine uğraşacağız. Babamı çok severim, bu sevgiyi size nasıl tarif edeyim bilmem ki… Her evlat babasını sever, onu eşsiz zanneder, bunun aksi anormal olur. Fakat benim babam hakikaten emsalsiz adamdır. Babama her zaman her şey için medyunum. Her baba kendi evladını yedirip içirmek bakımından büyütür, giydirir, gezdirir fakat ender olarak ona karakter enjekte eder. Demek istiyorum ki, çocuğun maneviyatını yükseltmeye gayret eder, ahlakını tesis eder. Bazıları cahil olurlar, bazılarının da tuttuğu yol yanlış olur. Binaenaleyh babam vazifelerinin en başında son söylediğim prensibi göz önünde tutmuştur. Muhterem Beyefendi, babamın, sizin gibi eşsiz, asil ve seviyeli bir dost bulacağını keşfetmiştim, hatta bundan emindim. Sizin gibi bir zat bizlere şeref verir. Sayın Bay Leon, sizin gibi bir şahsiyetle tanıştığım için kendimi bahtiyar addeder ve hakkımda taşıdığınız duygu ve düşünceleriniz için size teşekkür etmeyi kendime borç sayarım. Derin saygı ve hürmetlerimi sunarım efendim.
Anahit Agopyan 11.7.1943
Hukuk ve devlet
Olayın gidişatı ve hükümetin davranış biçimi mantık ve bilinç yolundan iyice saptı. Bir yandan, durup dinlenmeden dünyanın bundan böyle insan hürriyetine dayalı prensipler üzerine yeniden kurulacağından, hümanizmden bahsediliyor. Ama diğer yandan da masumların ve zavallıların üzerine gidiliyor, saldırılıyor. Hümanist dünya görüşünün hangi prensip ve inançlar üzerine kurulduğuna bakar mısın? Güçlünün güçsüzü yeneceği malumdur. Onlara göre, kişilerin masum olup olmadıkları hiç mühim değil… Onların tek derdi, milletin önünde güçlü olduklarını göstermek, zayıflardan başlayarak önlerine kim gelirse gelsin ezebileceklerini ispat etmek. İnsani bir zayıflıktan, alçaklıktan başka bir şey değil bu. Ama biz zavallılar ne yapabiliriz ki? Askeri bir düzende disiplinin zorla dayattığı şartların geçici bir süreç olduğunu düşünebilir insan. Oysa, sivil bir devlette ve sivil bir hayatta bu kadar trajik, bu kadar kötü bir hadisenin olabileceğini rüyamda görsem inanmazdım. Ama oldu işte. Demek ki medeniyetin temel prensipleri ve bunları yazan filozoflar dünyayı kandırıp duruyorlar. Sessiz sedasızca kandıracakları yeni kurbanlar için hazırlık yapıyorlar. Bu seferki ihanet fırtınası bizi vurdu. Eğer güçlü ve sabırlı olmayı başarırsak, bir gün mutlaka hukuk galip gelecektir.
Kaynak: Agos, İşhan Erdinç
Varlık Vergisi 11 Kasım 1942’de TBMM tarafından kabul edildi. Türkleştirme politikalarının acımasız örneklerinden biri olarak tarihe geçen Varlık Vergisi’nin kabul edilişinin 77. yıldönümünde Nurten Yalçın Erüs’ün ‘Şair, Edip, Dürüst Tüccar Leon Bahar’ı Takdimimdir’ isimli kitabı raflarda yerini aldı. Ankaralı bir Yahudi olan Yuda Leon Bahar, İstanbul Sultanhamam’da tüccarlık yaparken Varlık Vergisi’ni veremeyip Aşkale’deki çalışma kampına sürgün edilmişti. Bahar’ın o dönem eşine, kızına ve bürokratlara yazdığı mektuplardan yola çıkıp belgesel bir roman yazan Nurten Yalçın Erüs’le Leon Bahar’ı ve Varlık Vergisi’ni konuştuk.
Kitap nasıl ortaya çıktı? Kitaptaki mektuplara nasıl ulaştınız?
Paris Sorbonne’da farklı ülkelerden öğrencilerden oluşan bir sınıftaydım. Hocamız bizden ülkelerde kayda geçen vergi tarihiyle ilgili notlar istedi. Ben de gayrimüslimlere uygulanan Varlık Vergisi’ni sundum fakat o dönemde pek fazla kaynağa erişemedim. Ekim 1999’da yüksek lisansı bitirip Türkiye’ye döndüğümde tekrar gazeteciliğe başladım. O günlerde ‘Salkım Hanımın Taneleri’ adlı film vizyona girmişti. Film, Yılmaz Karakoyunlu’nun kitabından esinlenerek çekilmişti. Filmin Varlık Vergisi üzerine hazırlandığını gördüm. Ekonomi gazetecisi olduğum için iş insanlarıyla yakın temasım vardı. Gençlere çok önem veren Alarko Holding’in ortaklarından Üzeyir Garih’le de hem gazetecilik hem de yüksek lisans döneminde tanışıklığımız olmuştu. Türkiye’ye döndüğümde kendisini ziyaret ettim. Türkiye’nin ekonomik gidişatı üzerine röportaj yaptık. Röportaj bittikten sonra kendisiyle sohbetimizde, “Filmi izlediniz mi? Ailenizden gidenler oldu mu?” diye sordum. Kendisi izlediğini söyledi fakat yaşanan olay hakkında anlatımda bulunmadı. O konuda daha çok ortağı İshak Alaton konuşuyordu o dönem. Üzeyir Bey yerinden kalkıp, çalışma odasına gitti ve elinde sararmış bir kağıtla geldi. “Benim babamın kuzininin kızından gelen bir belge. Bu kişi tuhafiyeciydi ve Aşkale’ye sürgüne gitti. Ailemden sürgüne giden tek kişi bu. Bu kişi (Leon Bahar) kuzinimin eşidir” dedi. Belge 1942 yılında yazılmıştı. ‘Salkım Hanımın Taneleri’ adlı kitabı da okumuştum. Dolaylı anlatımlarla konu ilerliyordu. Şimdi elimde gerçek bir belge vardı. Belge, Leon Bahar’ın kızı tarafından Üzeyir Garih’e verilmişti. O dönem Platin Dergisi’nde çalışıyordum. Dergide Rıdvan Akar, Ayhan Aktar gibi bu konuyla ilgilenen kişilerle konuştuktan sonra Varlık Vergisi haberi yaptım. Bu haber ilgiyle karşılandı. NTV Tarih dergisi, haberi kapaktan kullandı. Haberin devamı için çok sayıda gayrimüslimin kapısını çaldım. O dönemde Hrant Dink’e de gittim. Kendisi “Elimde yeni bir şey yok. Olsa verirdim. Herkes kendi mahallesinde tutuyor bu konuyu” dedi. Belgeyi Üzeyir Garih’e veren Leon Bahar’ın kızı Tamar Bahar bana teşekkür etti. Kendisiyle görüşmeye başladık ve dost olduk. Bu işe olan ilgimi ve çabamı sessizce izledi. 1 Ağustos benim doğum günüm. O gün beni akşam yemeğine davet etti. Kendisine “Elimde bir tane belge var. Devamını getiremiyorum” dedim. O akşam Tamar hanım bir sandıkla geldi. Bana dedi ki “Nurtenciğim, ben senin ne yapmak istediğini biliyorum. Ben tarihi hiç sevmem, çünkü Türkiye’deki tarih beni ileri götürmüyor. Bunlar annemin bana emanet ettiği mektuplar. Senin aradığın bunlar.” Mektuplar Fransızca, dilekçeler Türkçe yazılmış. Hepsi, Leon’un eşi Jenny’ye sürgünde yazdığı mektuplardı. Kitap için ilk etapta mektupları çevirdim. Sonra çok uzun bir ara verdim. 2017 yılının Ağustos ayında “artık zamanı” dedim ve profesyonel hayatı bırakarak, kitabımı yazmaya başlamak istedim. Bütün hayalim kitabı Tamar ile yapacağımız uzun sohbetler ışığında, onun rehberliğiyle tamamlamaktı. Ancak olmadı. 25 Ağustos’ta Tamar Hanım’ı aniden kaybettik. Artık konu istekten çıkmış, bir sorumluluğa dönüşmüştü. Kitabı yazmaya başladım ve 10 ayın sonunda tamamlayarak yayıneviyle anlaştım. Kitapta Rıfat Bali ve Rıdvan Akar’a teşekkürlerimi ilettim. Onlar bu literatürü fazlasıyla geliştirdiler. Hatta kendi kitaplarında benim öykümden alıntılara da yer verdiler. Daha o zamanlar kitap çalışmasına başlamamıştım. Bir kişiye ait kapsamlı bir arşivin biyografik roman olarak yayımlanması bu çalışmayı farklı kılan bir unsur oldu.
Kaç tane mektup var?
30’dan fazla mektup var. Mektuplar ortalama üçer, dörder sayfadan oluşuyor. El yazısıyla, Fransızca kaleme alınmış mektuplar… Mektupların dışında dönemin başbakanına, cumhurbaşkanına, bakanlarına yazılmış dilekçeler de var. Tüm yönleriyle kuvvetli bir insan hikâyesi var.
Leon Bahar’ı sizden dinleyebilir miyiz?
Leon, Ankaralı bir Yahudi. Çocuk yaşta babasını kaybediyor. Hayatına yön veren abisi Vitali. Okulunu babasını kaybettikten sonra yarım bırakıyor. Abisi, Ankara Yeğenbey Caddesi’nde tuhafiye işi yapıyor. Leon da kendisine yardım ediyor. Bir süre sonra Leon, İstanbul’a geliyor ve burada bir matbaada işe başlıyor. Edebiyata oldukça meraklı biri. Kitap okumayı çok seviyor. Kendi çabasıyla Fransızcayı ve keman çalmayı öğreniyor. Hayali şair ve edip olmak. Dört beş yıl matbaada çalıştıktan sonra yeniden abisiyle çalışmaya başlıyor. Çorap, pardesü ve gömlek satıyor. Zamanla İstanbul’da irtibat bürosu açıyor ve çevre ediniyor. Dönemin önde gelen ailelerinden Garih ailesinin İtalyan Lisesi’nde okuyan kızı Jenny ile flört etmeye başlıyor ve sonra evleniyor. 1932’de Tamar, 1940’ta Suzan doğuyor. 1941’de gayrimüslimlerin askere alındığı ‘Yirmi Kur’a İhtiyatlar Olayı’ ile 15 ay Kandıra’ya gidiyor. Oradan döndükten beş ay sonra da Varlık Vergisi kararı çıkıyor. Kendisi verginin tamamını ödeyemiyor. Abisi elindekileri satarak kendi borcunu ödüyor. Leon ikinci kafileyle Aşkale’ye gidiyor. Önceki kafilede yer alan ünlü avukatlar Şekip Adut ve Gad Franko ile dost oluyor. Türkçeyi etkin kullanışı ve yazı kabiliyeti Leon’un orada bir tür lider olmasını sağlıyor. Hak arama mücadelesini avukatlarla birlikte sürdürüyor, bunu eşine yazdığı mektuplar ve bir örneği bugüne kalan dilekçelerden anlıyoruz. Mektupları çok çeşitli duygularla bezeli; aşk, hasret, dostluk, keder, hayalkırıklığı, isyan, direniş ve umut…
Leon Bahar’ın kamptaki en yakın dostu Himayak adında bir Ermeni. Aralarında nasıl bir dostluk vardı?
Ortak noktaları var. Himayak da edebiyata çok tutkun. Gazete kupürlerini orada tek tek tarıyorlar ve ajans muhabiri gibi çalışıyorlar. Himayak, Leon’dan yaşça büyük. Himayak’ın köklerine ulaşamadım. Leon, Himayak’ın kızı Anahit ile de ahbap oluyor. Kitapta Anahit’in Leon’a yazdığı iki mektup var. Leon 1943 yılının Aralık ayında kamptan dönüyor. Fakat böbreklerinde ciddi sorunlar meydana geliyor ve çok uzun yaşamıyor. 1948 yılında hayatını kaybediyor. Onun Ulus Musevi Mezarlığı’ndaki mezarının kitabesini Himayak yazıyor. Kitabede şu yazıyor:
“Saygı Değer Ey Zuvvar
Bu Kitabe Bu Mezar
Eder Sizden İntizar
Teveccühkâr Bir Nazar
Çünkü Oldu Yuda Bahar
Şair Edip Dürüst Tüccar
İyi Koca Müşfik Baba
Samimi Dost ve Akraba
Ruhen Cömert Cesur Asil
Bir İnsanı Ehli Kâmil
Zahir Oku Bu Saf Ruha
İçten Gelen Bir Fatiha”
Bir Ermeni, bir Yahudi için herkesten Fatiha istiyor. Bu beni çok etkiledi. Bu topraklarda adil bir şekilde, barış içinde ve kardeşçe yaşamak için mayamızda neler saklı, bunu anlatan çok anlamlı bir kitabe, bana göre. Dolayısıyla kitabın kurgusunda Himayak’a bolca yer verdim. Çünkü Aşkale ve Sivrihisar’da Leon’un en yakın dostu o. Himayak’ın kızı Leon’u amcası olarak görüyor. Bunlar bana umut veren şeyler oldu. Bu olay Türkiye için bir utanç. Bu olayları hep kendi mahallemizde mi anlatacağız, onu da sorgulamak gerekir. Bana kahramanım Leon Bahar bu fırsatı verdi. Kendi dilinden bu olaya çok yönlü bakma; hem duygu hem de muhakeme gücüyle tarihi bir meseleyi ortaya koyma imkânı verdi.
Peki mektupların içeriğinde neler var?
Leon dinine çok bağlı biri değil. Fakat umutsuzluk ve çaresizlik batağına saplandığı anda her fani gibi dine sarılıyor. Schopenhauer’in dediği gibi dinler de ateşböcekleri gibidir. Parlayabilmek için karanlığı beklerler. Kitapta bir bölümde Aşkale bir Açıkhava ibadethanesine dönüşüyor. Koca bir merada kimisi İncil’i, kimisi Tevrat’ı çıkarıyor. Leon, mektuplarında dini günleri hatırlıyor, ama dinle ilişkisi pratik yapma seviyesinde değil, daha çok kültürel bir hadise. Anadolu’ya çok yakın. Hem çok bulunmuş iş dolayısıyla hem de dostlar edinmiş. Adapazarı onun için özel bir yer. O dönem Adapazarı’nda bir deprem oluyor. Tüccar dostu Fehim Bey’den haber alabilmek için yırtınıyor. Bu kitap o dostluğu da anlatıyor. Her şeye rağmen dostluk ve iyi duyguları yaşatabilen bir karakter Leon. Gerçek hayatta da böyle bir insan.
Kızı ile yakın dostluğunuz vardı. Kendisi 16 yaşında babasını kaybetmiş. Size babasını nasıl anlatırdı?
Kendisi babasının alıp götürüldüğü anı hatırlamıyor fakat Robert Kolej’de öğrenciyken öğretmeninin gelip “Baban salıverildi, bugün izinlisin” dediğini hatırlıyor. Kendi dünyasında babasının yaşadıklarına yer vermemiş. Ben mektupları okudukça çok heyecanlandı. 1943 yılı Aralık ayında kamptan dönüyor Leon. Son yıllarını hastalıkla geçiriyor. Leon’un kızı Tamar’a bir vasiyeti var. Vasiyeti şöyle:
“Hâlâ nefes alabiliyorken sana iki şey söyleyeceğim. İyi dinle. Hem nasihat hem vasiyetimdir. Kardeşin yeterince büyüyünce ona bunları benim namıma naklediver, benim başkaca size bırakacak bir mirasım yok. Hayattan ne öğrendiysem onu nakletmek boynumun borcudur. Birincisi insanları hep sev, parayı tutmasan da olur ama insan tut yanında. O çok mühimdir. Sonra aileni, dostlarını iyi tanı, onları sev ve vazgeçme. Hem sev hem ver. Bu ikisi birbiriyle kardeştir. Hem vermek, almaktan iyidir. Buna inan. Sev, sıkı sıkı sarıl ve almaya değil vermeye bak kızım. İkincisi, Türkçeyi iyi öğren. Eğer bu memlekette yaşayacaksan hangi dili öğrenirsen öğren, senin dilin Türkçedir. Türkçe konuşmaya, Türkçe yazmaya ehemmiyet ver. Benim geleneğimi sürdür evladım…”
Kendisi kuvvetli bir muharrir. Tüccarlığın dışında tam bir dil aşığı.
Sizi hangi mektuplar daha çok etkiledi?
Çok fazla var. Fikrimin berraklaşmasını ve netleşmesini sağlayan mektuplar çok fazla. Türkiye’de bu tür netameli mevzularla ilgili bir sıkışmışlık var. Her konudaki tarafgirliğimiz bu konuda da çok can yakıcı. Tarihi bir hikâyeyi tanık olmadan anlamamız kolay değil. ‘Post-truth’ yani hakikat ötesi denen bir şey var. Bu çağımızın da geçmişimizin de tuzağı. Öyle olanı mı öyle olmasını istediğimizi mi bağırıyoruz? Konuşmuyoruz bağırıyoruz. Bu mektupların içinde yakarış da var. Ağırlıklı olarak “Niçin devletimiz bizi eş-eşit görmüyor? Bu bize yapılan bir kötülüktür, zulümdür” diyor Leon çok haklı olarak. Eşiyle yazışmalarında şunlar da var: “Dünya bir kaostan geçiyor. Çok zor dönemlerden geçiyoruz ve bizim hükümetimiz dünyadaki kötülüklerden buna layık gördü. Daha beteri de olabilirdi. Avrupa’daki kardeşlerimizi, Yunanistan’da açlıktan ölen insanları en basit Fransa’daki kardeşini düşün.” Jenny’nin ailesinin bir bölümü Fransa’da ve her an canlarına kasteden tehdit dolu bir ortamda. Kendisi bu muhakemeyi yapmış. “Elimizden işimizi aşımızı aldılar ama canımız hâlâ bizimle” diyor. Bu olayın tanıklarından biri bunları söyledikten sonra benim iki şey deme hakkım var: Birincisi bu ayıptır, utançtır ve bu insanlardan özür dilememiz gerekiyor. Adalet dün olduğu gibi bugün de bizim sorunumuzdur, diyebiliyorum. Ama diğer taraftan yine Leon’un o günün şartlarını dikkate alarak yaptığı muhakeme ile diyebiliyorum ki; bu muhakeme meseleyi affettirmese de anlamamıza yardımcı oluyor. Dönemin şartlarına göre de muhakeme etmek lazımdır, diyorum. Bu tanıklıklar bana bunları söyleme hakkı veriyor. Bütününden etkilendim diyebilirim. Mektuplar adeta bugüne bir mesaj olarak yazılmış. Benim eklediğim bir şey olmadı, ben sadece olayın kurgusunu yaptım. Kitabı okuyan şunu da düşünecektir: Tarihi, o tarihin içinden geçenlerin yani gerçek sahiplerinin üstünden okumak, anlamak lazım. Onlar ne hissettiyse oradan görmek lazım. Ben anlatıyorum; gerçeği alan var, gerçeğe kapalı olan var, bir de gerçeği başka taraftan gören var. İşte bu sonuncuya çalışabilirsin. “Bir de bunu dinle” diyebilirsin. Onu demek yerine genelde biz “gerçek budur” diye haykırıyoruz. O zaman da kendi mahallemizde konuşuyoruz. Onu anlatmanın yolunu bulmamız lazım. Aydın sorumluluğu anlatma biçimini inşa etmekten de geçiyor, bana göre.
“Öyle bir memlekette yaşıyoruz ki Japonya kadar volkaniktir”
Çok muhterem Bay Leon Bahar,
İtiraf edebilirim ki günlerce mektubunuzun tesiri altında kaldım. Bu da ikinci bir şaheser oldu. Her okuyuşumda başka bir mana, başka bir çeşni, başka bir fikir buluyorum. Her satırında, her ibaresinde ayrı bir inşa beliriyor.
Böyle bir mektuba cevap yazmak hakikaten mesuliyetli iş. Epeyce bir cesarete muhtaç. Ben bu işe teşebbüs etmekle küstahlık yapmış olduğumu anlıyorum.
Sayın Bay Leon, bizler öyle bir memlekette yaşıyoruz ki, Japonya kadar volkaniktir ve ne zaman püsküreceği de meçhuldür.
Bu püskürme neticesinde de biz kazazedeler meydandayız, bizler için bu gibi vaziyetler birinci veya ikinci defa değildir. Fakat burada bir sual meydana çıkar, madem ki arazi volkanik, niçin burada duruluyor, niçin daha sakin bir memlekete gidilmiyor?
Japonları göz önünde tutalım, her felakete nasıl bir haişle göğüs geriyorlar, nasıl bir cenkleşme ile nefislerini müdafaa ediyorlar. Felaket insanı pişkinleştirir. Tecrübekâr eder, olgunlaştırır.
Bizler bunun da metanetle sonuna varacağız, buna da azimle karşı koyacağız. Her şey geçecek, her iş düzelecek; yalnız bu imtihan esnasında sizler orada sıhhatinizi koruyacak ve bizler de burada yuvalarımızın dağılmamasına ve eski bağların kuvvetlenmesine, zincir haline gelmesine uğraşacağız.
Babamı çok severim, bu sevgiyi size nasıl tarif edeyim bilmem ki… Her evlat babasını sever, onu eşsiz zanneder, bunun aksi anormal olur. Fakat benim babam hakikaten emsalsiz adamdır. Babama her zaman her şey için medyunum. Her baba kendi evladını yedirip içirmek bakımından büyütür, giydirir, gezdirir fakat ender olarak ona karakter enjekte eder. Demek istiyorum ki, çocuğun maneviyatını yükseltmeye gayret eder, ahlakını tesis eder. Bazıları cahil olurlar, bazılarının da tuttuğu yol yanlış olur. Binaenaleyh babam vazifelerinin en başında son söylediğim prensibi göz önünde tutmuştur.
Muhterem Beyefendi, babamın, sizin gibi eşsiz, asil ve seviyeli bir dost bulacağını keşfetmiştim, hatta bundan emindim. Sizin gibi bir zat bizlere şeref verir. Sayın Bay Leon, sizin gibi bir şahsiyetle tanıştığım için kendimi bahtiyar addeder ve hakkımda taşıdığınız duygu ve düşünceleriniz için size teşekkür etmeyi kendime borç sayarım. Derin saygı ve hürmetlerimi sunarım efendim.
Anahit Agopyan
11.7.1943
Hukuk ve devlet
Olayın gidişatı ve hükümetin davranış biçimi mantık ve bilinç yolundan iyice saptı. Bir yandan, durup dinlenmeden dünyanın bundan böyle insan hürriyetine dayalı prensipler üzerine yeniden kurulacağından, hümanizmden bahsediliyor. Ama diğer yandan da masumların ve zavallıların üzerine gidiliyor, saldırılıyor. Hümanist dünya görüşünün hangi prensip ve inançlar üzerine kurulduğuna bakar mısın? Güçlünün güçsüzü yeneceği malumdur. Onlara göre, kişilerin masum olup olmadıkları hiç mühim değil… Onların tek derdi, milletin önünde güçlü olduklarını göstermek, zayıflardan başlayarak önlerine kim gelirse gelsin ezebileceklerini ispat etmek. İnsani bir zayıflıktan, alçaklıktan başka bir şey değil bu. Ama biz zavallılar ne yapabiliriz ki? Askeri bir düzende disiplinin zorla dayattığı şartların geçici bir süreç olduğunu düşünebilir insan. Oysa, sivil bir devlette ve sivil bir hayatta bu kadar trajik, bu kadar kötü bir hadisenin olabileceğini rüyamda görsem inanmazdım. Ama oldu işte. Demek ki medeniyetin temel prensipleri ve bunları yazan filozoflar dünyayı kandırıp duruyorlar. Sessiz sedasızca kandıracakları yeni kurbanlar için hazırlık yapıyorlar. Bu seferki ihanet fırtınası bizi vurdu. Eğer güçlü ve sabırlı olmayı başarırsak, bir gün mutlaka hukuk galip gelecektir.
Leon Bahar, 7.11.1943
Paylaş: