Kaynak: Diken, Murat Sevinç
Kamusal alanda Tolstoy okumaya kalkanların başı derde girer mi bilemiyorum, ancak ‘savaş’ ve ‘barış’ sözcüklerinin aynı anda ‘sakıncalı’ kabul edildiği bir dönemden geçiyoruz. ‘İlginç’ diyemem, çünkü daha önce de benzeri yaşanan deneyimlerden biri bu. Sürpriz değil. Zaten ‘sürpriz’, Türkiye için uygun bir sözcük sayılmaz. Herkes olması gereken yerde, olması gerekenin yanında ve söylemesi gerekenleri, kendisinden beklenenleri dile getiriyor.
Birkaç yıl önce Barış Süreci’nde ‘ali’ diyenler, bugün aynı iştah ve küp doldurma telaşıyla ‘veli’ diyebiliyor. Üç gün sonra devir değişse, aynı insanlar yeniden ‘barış’ söylevlerine başlayacaklardır, kuşku yok.
Birileri, sosyal medyada düşüncelerini beğenmediği ‘diğerlerini’ ihbar ediyor. Muhbirlik (sayın muhbir vatandaş!) eskiden de vardı kuşkusuz, ancak ne olursa olsun mahcup olunacak, hafif tabirle ‘yadırganan’ bir tercihti. Bugün ise yeni rejimin ihtiyaç duyduğu insan kaynağına uygun biçimde, gururla icra ediliyor. Her şeye rağmen bir ‘değer’ olduğu düşünülen ‘utanma’ duygusu dahi şu dönemde fazla geldi belli ki. Yük oldu. Gerçi mahcubiyet bir yüktür tabii, ama insanlaşabilme ülküsü o yükü omuzlamayı gerektirir. Yeni ideal yurttaş, tüm yüklerinden kurtuldu, hafifledi.
Yazmanın, konuşmanın, aklı başında bir şeyler söylemeye çalışmanın anlamını yitirdiği, çabalayanların duyulmadığı, küfre boğulduğu, hakaret ve tehdit sağanağı altında ‘ürkütüldüğü’ bir dönem. Toplumlar, ülkeler yaşıyor bazen, göz göre göre, bile isteye…
Bugün böyle bir yazı planlamıyordum. Ancak gün içinde seyrettiğim bir videoda, aslında daha önce tanık olduğum ve yetiştiğim muhit itibariyle yabancısı sayılmayacağım bazı ifadeleri işitmek, biraz da koşullar ve ruh hali nedeniyle sanırım, tahammül edilmez göründü. Okuduğunuz satırların nedeni işittiklerime kızgınlık. Ölçüsünü tarif edemeyeceğim, bıkkınlığın, mide bulantısının, yorgunluğun eşlik ettiği bir kızgınlık.
Kamuoyunda ‘Cüppeli’ namıyla ve iktidara yakınlığıyla bilinen bir ‘Müslüman din adamı’, haftalık vaazında, Türkiye’nin sınır ötesi ‘operasyonunu’ konu etmiş. Bu arada, siz bakmayın ‘operasyon’ dediğime, Numan Kurtulmuş ‘savaş’ olarak adlandırdı.
Ancak ben aynı kavramı kullanıp başımı derde sokamam, ‘ileri demokrasi’ dediysek o kadar da değil! Bizler, kendi dünyamızda, bizden başka hiç kimsenin ciddiye almadığı sözcüklerle, inanışlarla, kanaatlerle, kendi yazdığımız tarih içinde, nasıl mutlu olacaksak öyle düşünmek isteyip bunu başararak yaşamaya alışmış bir halkın mensuplarıyız nihayetinde!
İşte o cüppeli şahıs, vaazında bu konuyu işlemiş. Türkiye ahalisinin ortalamasına mahsus bir ‘aşmışlıkla’ yapmış bunu. Her konuya vakıf, kendinden emin, hiç tereddüt etmeden. ‘Siviller’ hakkında söyledikleri, sınırda poz veren muhteris Barolar Birliği başkanının düşüncelerine yakın. İkisinin cüppelerini değiştirseniz, bir süre fark edilmeyebilir!
TV’lere çıkarılmaya doyulamayan bu ‘din adamı’, askerin başarısı için cemaat mensuplarını duaya davet ettiği konuşmasında özetle diyor ki; siviller konusunun sürekli gündeme getirilmesi, ‘teröristler’ sivil kıyafetle halkın arasına karışıp kurtulsun diyeymiş. Böylece eğer vurulurlarsa, ‘Türkiye sivilleri vuruyor’ propagandası yapılabilecekmiş. Peki kim yapacakmış bunu? ‘Operasyona yol veren’ ABD. Dünya ve Türkiye’de siyasal İslamcılığın büyük destekçisi olan ABD.
Şöyle devam ediyor vaazına: “Bir tane çapulcu zındık, Ermeni döllerinden bir tane, ne üniforması olan kaldı, ne sancağı var, ne bayrağı var… hani çıksanıza erkekseniz, ne erkeği bunlar ya… bunlar etek bile giydiler yani…”
Bunları söyler söylemez, muhtemelen aklına HDP önünde bekleyen anneler geliyor ve eklemek zorunda hissediyor: “Rabbim zorla tutulanları halas eylesin. Çünkü bir de kaçırılan var, zorla tutulan var, kandırılanlar var. Allah onları da bunların elinden halas eyleyip teslim olmalarını muvaffak eylesin… Bunların elinde kalmak, Allah muhafaza, dünyadayken cehennemde kalmak yani, Yahudi’nin elinde kalmaktır bu, başka bir şey değil, Yahudi’nin zulmüne boyun eğmektir…”
Nasıl, yeterli mi? Yaklaşık kırk saniyede, önce ‘Ermeni dölü’ demek, ardından ‘etek’ vs. ile bir güzel cinsiyetçilik yapıp kadını aşağılamak ve Yahudileri de boş geçmemek.
Tanırım bu yüz ifadesini. O yayvan sözcükleri, ırkçı ithamları. Dile getirilenin doğruluğuna dönük sarsılmaz inancı. Kuşku duymamış, kafası hiç karışmamışların insanı çileden çıkaran mütecaviz özgüvenini, çok iyi bilirim.
Bilirim bilmesine de, yine de dayanamıyor işte insan. Pervasızlığı seyredemiyor. Susamıyor. Bu heriflerin konforla yaşadığı, ağız dolusu ırkçılıklarının nefesler dolusu ‘amin’ ile karşılandığı toprakta, Demirtaş gibisine ya da bizlere ‘bölücü’ vs diyerek zırvalıyorlar ya, ona tahammül edemiyorum sanırım. Yoksa, malzemeyi tanımamaktan, başka bir şey umduğumdan değil tepkim. Aman… Her neyse…
Türkiye’de ‘nefret söyleminin’ suç haline getirilmesine oldum olası karşı çıktım. Hâlâ karşıyım. Demokratik kurumlar, demokratik sistemlerde işlevseldir. Nefret söylemini Türkiye’de suç haline getirirseniz, olan yine muhaliflere olur. Aman ha!
Hal böyleyken, verili hukuksal durumda da, öyle “Savcıları göreve çağırıyorum” filan gibi heyecanlı ve boş laflar edecek değilim. Yargımızın aşırı bağımsız hallerinden haberdarım takdir edersiniz. Ayrıca konunun ‘hukuksal’ yanının tali olduğunu düşünüyorum doğrusu.
Beni daha çok ilgilendiren, konuşan ‘din adamının’ rahatlığı. Dehşet verici cümleleri kurarkenki doğallığı, özgüveni. Yoksa bunu yargılasan ne olur, yargılamasan ne olur. Karşısına oturmuş ‘amin’ diyenlere, seçim öncesinde ziyaret edenlere, peşine takılan binlerce müridine ne diyeceğiz?!
Ermeniyim, Yahudiyim, Kürdüm ve etek giyiyorum.
Diyeceğim budur.
Kahır notu: Bir otobüs muavini olan Şirin Tosun adlı genç, Adapazarı’nda Kürtçe konuştuğu için saldırıya uğradı, başından vuruldu, kırk gün tedavi gördüğü hastanede vefat etti. 19 yaşındaydı.
[…] 7. Cübbeli Ahmet Hoca vaazında ‘Dünyadayken cehennemde’ olmayı, ‘Yahudi zulmüne boyun eğmek‘ olarak tanımlamıştı. […]