“6 Eylül’ü yaşadığımda 9 yaşındaydım. O zamanki adıyla Emlak Caddesi’nde oturuyorduk. Kamyonların içinde bağıran adamlar hatırlıyorum. Bağırıyorlardı: “Kıbrıııs Türk’tüüür. Bayraklarınızı asıııın. Işıkları yakın.”
Tam karşımızda bir Rum’a ait mobilya dükkânı vardı, camlarını nasıl kırdıklarını gördüm. Koltukları bıçaklarla yırttılar.
Babam o gün işten erken gelmişti ve telefona sarılmıştı. Belli ki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Dükkândaki[2] nöbetçiyle konuşuyordu; “Kaç kişiler Aziz?”, “Hemen kepenkleri kapat!”, “Kepenkleri kırıyorlarsa korumaya çalışma” Ve sessizlik… Ertesi gün babamla Beyoğlu’na gittik. Beyoğlu’nun durumunu gördüm.
Sonra, Türkiye’den gittik. Giderken bana tamamen gittiğimizi söylemediler. Biz her sene seyahate giderdik. Bana demişlerdi ki; “Hadi seyahate gidiyoruz, yanına bir oyuncağını al.” Ben de bir bebek aldım ve bu kadar. Bütün çocukluğum burada kaldı. Hepsini bıraktım.
Eşimi; Musa’yı[3] tanıyınca, buraya dönmeye karar verdim. Ondan sonra, gelince insanları tanımaya başladım ve gördüm ki çok iyi insanlar var. İtalyanca derler ki; “Tutto il mondo è paeze”; bütün dünya bir köydür. Yani insanlar dünyanın her yerinde aynıdır, iyileri de var kötüleri de…”[4]
Tam da anlatıcı Lydia Franco Albukrek’in söylediği gibi kadınların da iyileri ve kötüleri var.
6-7 Eylül Olaylarındaki kötü kadın görüntülerinden hareket ile başlayalım söze… Ellerinde sopalar, ayaklarında topuklu ayakkabılar olan bu kadınlar, yıkımda yalnız değiller. Erkekler var. Bugüne kadar derlenen/aktarılan 6-7 Eylül Olaylarının tanık anlatılarında da, daha ziyade saldırgan olarak, erkeklerden oluşan gruplar tarif ediliyor.
Örneğin: “Kırdılar hepsini. Bütün bakkalları, tavernaları, vitrinleri, o kürkler, mücevherler yerde. Tabii yağmacılık da oldu… Hiç görmediğimiz insanlardı, böyle insanlar yoktu İstanbul’da. İki metre kadar böyle, çarıklı. Bıyıklı, böyle bıyıklı.”[5]
Bıyıklılar yeryüzünde alışık olduğumuz savaş, yıkım, yağma, şiddet görüntülerinde hep ön planda duruyor. Bu yüzden; “Kadın Yok Savaşın Yüzünde” isimli kitabında araştırmacı-yazar Svetlana Aleksiyeviç savaşa katılmış onlarca kadın ile söyleştikten sonra şöyle söylüyor:
Biz “Savaş hakkında bildiğimiz her şeyi “erkek sesinden” dinlemişiz. Hepimiz savaşa ilişkin erkek tasavvurlarının ve erkek duyumlarının mahkûmuyuz. Erkek sözlerinin. Kadınlar susuyor. [6]
Bu fotoğraflarda ve yıkımda yer alan kadınlar da belli ki sessiz kalmış. İsimlerini, kim olduklarını, ideolojilerini, saldırı motivasyonlarını bilemiyoruz. 64 yıl boyunca bu kadınlara dair yapılan bir araştırmaya rastlamıyoruz.
Fakat elbette bu kadınların erkeklerle birlikte -ve daha ziyade erkeklerin- verdikleri mağduriyet hakkında araştırmalar yapıldı, tanıklıklar dinlendi. Belgeseller çekildi, fotoğraflar yayınlandı.
Peki bu fotoğraflar neyi anlatıyordu? 6-7 Eylül 1955’te ne olmuştu?
Konu hakkında Amerikan ve İngiliz devlet arşivlerinde önemli bir çalışma yapan araştırmacı Dilek Güven durumu şöyle özetliyor:
“6 Eylül 1955’te devlet radyosu, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı bir saldırı yapıldığı haberini duyurdu, bu haber İstanbul Ekspres Gazetesi’nde yayıldı. Günün ilerleyen saatlerinde çeşitli öğrenci birliklerinin ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin çağrısı doğrultusunda, Taksim meydanında protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başladılar. Kısa sürede Taksim civarındaki gayrimüslimlerin geleneksel ikamet ve iş çevresi olarak bilinen Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi bölgeler, çeşitli araç ve gereçlerle donanmış olarak gelip iş yerlerini, evleri, okulları, kiliseleri ve mezarlıkları tahrip eden insan yığınlarının akınına uğradı. Aynı biçimde Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek gibi daha uzak semtlerde; kentin Asya kıtasında yer alan Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi semtlerinde ve hatta Adalar’da şiddet olayları meydana geldi. Bu saldırılara aşağı yukarı 100 bin kişinin katıldığı düşünülmektedir.” [7]
Söz konusu 100.000 kişi yani saldırganlar, dönemin fotoğraflarından da görüleceği üzere, suç aletleri ile beraber Türk bayrağı, Mustafa Kemal Atatürk ve Celal Bayar’ın büst ve fotoğraflarını taşıyorlardı. Bunun dışında, CHP Malatya Milletvekili olan Nüvit Yetkin’in TBMM’de açıkça dile getirdiği üzere, 6-7 Eylül saldırıları için ciddi bir hazırlık yapılmıştı ve otomobillerin içinde ayaklanmayı sevk ve idare eden ekip başları ve onların ellerinde listeler mevcuttu. Ayrıca rivayetlere göre, olayların başlamasından önce muhtarlardan gayrimüslimlere ait ev ve iş yeri adresleri istenmişti [8] ve polislerin arasında da gayrimüslimlere ait ev ve iş yerlerini gösterenler vardı.[9]
Kentin her yerindeki yağmalar belirli bir yöntemle gerçekleştiriliyordu.[10] Yıkımın bir düzeni vardı ve tanık alıntılarında ortaya çıktığı üzere, saldırganlara verilmiş “öldürmeyeceksin” emri mevcuttu. [11] Bir başka deyişle, öldür emri verilmemişti. Müsaade edilen, göz yumulan ve desteklenen sadece saldırı ve yağma idi. Saldırganlar, dükkânlar söz konusu olduğunda önce vitrinleri taşlayarak parçalıyor ya da vitrinlerin önündeki demir parmaklıkları kaynak makineleri veya tel makasları yardımıyla açıyorlardı. Sonrasında, saldırılan yer küçük bir imalathaneyse alet ve makineler ya içeride ya da dışarı çıkartılarak sokağın ortasında paramparça ediliyordu. Evlerin önce camlarına taş atılıyor, sonra giriş kapıları baltalar ve demir çubuklarla kırılıyordu. Eve girdikten sonra ise içeride ne varsa parçalanıyor, camdan dışarı atılıyordu.[12] İbadethanelerde, kutsal eşyalar tahrip ediliyor ve din görevlilerine saldırılıyordu. Bazı kiliselerdeki saldırılar, çan çalınarak, mum yakılarak; Emilia Pandelera’nın ifadesi ile “sözde ayin yaparak” gerçekleştiriliyordu.[13] Mezarlıklarda mezar taşları kırılıyor, mezarlıklardan çıkartılan iskeletler parçalanıp, yakılıyordu[14]
Tüm bu tahribat bir şekilde fotoğraflanabilmişti. Örneğin 2015 yılında Marina Kalumenos’un aile arşivini gazeteci Serdar Korucu’ya açması üzerine, Ekümenik Patriklik özel fotoğrafçısı Dimitros Kalumenos’un 6- 7 Eylül’de çektiği fotoğraflar yayınlandı.
Fakat bunların dışında, özellikle kadın bedeni üzerinde fotoğraflanmayacak kadar korkunç yıkıntılar da mevcuttu. Evlerde özellikle Rum kadınlara tecavüz edilmişti. Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tedavi olmayan ve bu durumu gizlemiş olanların varlığı ile sayının tespiti mümkün olmamakla beraber daha yüksek olduğu düşünülmekteydi, düşünülmektedir.[15]
Savaşlarda gerçekleştirilen tecavüz vakıalarında olduğu gibi, 6-7 Eylül Olaylarındaki tecavüz vakıalarını da yalnızca; ‘erkek cinsinin haz alma aracı olarak kadın bedenini rızaya aykırı olarak kullanması’ şeklinde tanımlamak mümkün değil. Zira, söz konusu tecavüzlerde, mağdur kadınların vücut bütünlüğüne ve ruhlarına yönelik ciddi bir saldırının yanında, bir çeşit iktidar mücadelesi verildiği de söylenmektedir. Fiili olarak kadın bedeni yağmalanmakta ve bununla beraber saldırganlar tarafından, kadının ait olduğu kişiye, gruba, topluma iktidarın tecavüz edenin elinde olduğunu göstermek de amaçlanmaktadır.[16]
Kullanılan bu korkunç iktidar, olaylar sırasında Ortodoks Kilisesi’nin kutsal kadınlarına; azizelere adanmış olan kiliselerin de tahrip edilmesine sebep olmuştu: Meryem Ana Cihannüma Kilisesi (Ortaköy), Panayia Evangelistria Rum Ortodoks Kilisesi (Boyacıköy), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Tarabya), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Büyükdere), Kandilli Meryemana Kilisesi, Büyükada Meryemana Kilisesi, Balıklı Meryemana Manastırı, Belgratkapı Panayia Rum Ortodoks Kilisesi (Yedikule), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Samatya), Altımermer Panayia Rum Ortodoks Kilisesi (Şehremini), Aya Elpida Rum Ortodoks Kilisesi (Kumkapı), Aya Kiriaki Rum Ortodoks Kilisesi (Kumkapı), Panayia Rum Ortodoks Kilisesi (Edirnekapı), Panayia Suda Rum Ortodoks Kilisesi (Eğrikapı), Panayia Balinu Rum Ortodoks Kilisesi (Ayvansaray), Meryemana Rum Ortodoks Kilisesi (Balat – Fener- Vefa), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Hasköy).[17]
Yaratıcı olanın yok edilmesinde ikonalar da kullanılmıştı. Saldırganlar kutsal kabul edilen bu değerleri yere fırlatmak ve kırmanın dışında figürlerin gözlerini oyma gereği de duymuşlardı.[18]
Bununla beraber, okullar da ciddi şekilde zarar görmüştü. Örneğin Madam Dimitra, “çok kötü günler yaşandı” diyerek anımsadığı 6-7 Eylül’den söz ederken şunu tekrarlıyordu: “Benim ilkokul diplomam bile yok. O kadar fena şeyler yaptılar ki…”[19]
Dimitra’nın ilkokulu olan Galata Rum Okulu da ABD belgelerindeki kayıtlara göre tahrip edilen mekânlardan birisi. Şu anda yaşadığı Balıklı Rum Hastanesi ise yakılmak istenen yerlerden biri. Hastaneyi ateşe vermek isteyen 3 kadın; Hidayet Özbakır, Nursen Özbakır, Hilmiye Çalışkan yakalanıp tutuklanıyor. [20]
Ancak ateş düştüğü yeri yakıyor.
6-7 Eylül ve hatta devamında yaşanan yangını/talanı, sanatçı Hera Büyüktaşçıyan bir “deprem” olarak tanımlıyor ve 2015 yılında bu konuyla ilgili ürettiği bir işe atıf yaparak şöyle söylüyor:
“6-7 Eylül’ün benim için hem kendi aile külliyatımda hem toplumsal bellekte uzun soluklu bir depreme eşdeğer. Anneannemin anlatımıyla, pencerelerinden yüzlerce eşyayla beraber fırlatılan halılar, zihnimde yaşanan bu sarsıntının en belirgin örnekleri arasında yer etti. Halı, üzerine bastığımız, yeryüzünün soğuk gerçekliği ile üzerinde akan şimdiki zaman arasında bir sınır oluşturan, yaşantılarımızın gündelik kaydını bünyesinde toplayan bir bellek külliyatı.
Öznel olduğu kadar kollektif anlatıların toplandığı bir zemin. 6 – 7 Eylül Olayları aidiyet dediğimiz o genel, ortak zeminin ayağımızın altında sarsılarak çekilip alınması gibi. Buraya ait değilsiniz dedirtilir gibi içindekileri dışarı boşalan – boşaltılan – kusturulan evler, dükkanlar, okullar, mezarlıklar…
Anneannemin pencereden fırlatılan rulo halindeki halı anlatımı bana bastığımız yerin tekinsizliğini hissettirirken, diğer yandan 2015 yılında SALT Beyoğlu’ndaki ‘’Yüzyılların Yüzyılı‘’ sergisi için ürettiğim bir işe de vesile oldu.”[21]
Hera Büyüktaşçıyan, Madam Dimitra’nın okuluna büyük emek veren kadınlardan birisi. Eğitim faaliyetine son veren okula Hazine’nin el koymasından sonra, okul binası 2012 yılında Rum cemaatine iade edildi.[22] Galata Rum Okulu bu tarihten itibaren geçmişten gelen mirası korumaya odaklanarak sanatçı Hera Büyüktaşçıyan ve okulun bağlı olduğu vakfın başkanı Meri Komorasano’nun emekleri ile kültür, sanat, eğitim mekânı oldu ve çok sayıda sergiye ev sahipliği yaptı. Yani başka yollarla da olsa, yaşamaya ya da daha doğru bir ifade ile; her şeye rağmen kadın emeği ile yaşatılmaya çalışılmaya devam ettirildi.
Tıpkı Taksim’de yer alan Zapyon Okulu gibi. Zapyon Okulu 6-7 Eylül’de çok ciddi şekilde zarar gören mekânlardan birisi olmuş; yerle bir edilmişti. Tanık anlatılarından birine göre saldırganlar; okulun kurucusu Konstantin Zappas’ın heykelini indirmişler yerine Atatürk’ün fotoğrafını asmışlardı.[23]
Dönemin Demokrat Parti milletvekili olan Aleksandros Hacopulos, TBMM’de yapılan talanı Zapyon Okulu üzerinden örneklendirerek, emniyet teşkilatının ve aslında devletin sorumluluğunun altını çizmişti:
“Arkadaşlar; bizi en fazla üzen, maalesef itiraf mecburiyetindeyim, memleketin emniyet teşkilâtıdır. Bunu itirafta hepimiz müttefikiz. Emniyet teşkilâtı maalesef gafil avlanmış, maalesef uyumuş ve belki de; dilim söylemeye varmıyor; bâzı hâdiselere göz yummuştur. Taksim’in göbeğinde çapulcular Zapyon Lisesinin kapısını zorlarken oradan süvari polisleri geçiyor. Hâdiseyi görüyor, ne yapıyorsunuz utanmazlar, diyor ve geçiyor gidiyor.”[24]
TBMM 10. döneminde yani 6-7 Eylül 1955 tarihinin içinde yer aldığı dönemde mecliste yalnızca dört kadın yer almaktaydı: Aliye Temuçin Coşkun (Ankara), Hatice Nazlı Tlabar (İstanbul), Nuriye Pınar (İzmir) ve Edibe Sayar (Zonguldak). Meclis görüşmelerinden tutanaklara yansıdığı kadarıyla hiçbiri 6-7 Eylül hadiseleri üzerine söz almamış, telafisi adına bir teklif sunmamıştı. [25]
Söz yine erkeklerde olmuş, onlara kalmış. Fakat belki bu olaylara dair tarihin en güçlü isyanı bir kadından gelmiş:
Dönemin Patriği Athenagoras, İstanbul Valisi ve Başbakan ile temas içinde olduklarını ve hükümet yetkililerinden evleri, işyerleri, kiliseleri tamir sözü aldıklarını cemaate bildirirken, baştan aşağı siyahlar giymiş, orta yaşlı bir kadın sözü almış ve demiş ki;
“Patrik cenapları, kızım saldırganlardan biri tarafından tecavüze uğradı. Peki onu ve onunla aynı kaderi paylaşmış olan kızlarımızı nasıl tamir edeceksiniz? Yalvarıyorum size, onlar ve bizim gibi hayatları ve geçim kaynakları mahvedilen ve canları kadar sevdikleri İstanbul’da hiçbir gelecek beklentileri kalmamış inançlı insanlar için yapabileceğimiz şey dua etmek.”[26]
İstanbul’da bir gelecek beklentisi kalmaması durumu azınlıklar için ilk değildi, son da olmadı. Son yağma 6-7 Eylül’de olmadı. Tıpkı, 6-7 Eylül Olayları’ndan sonra ailesi ile İtalya’ya göçen Lydia Franco Albukrek’in kendi hikâyesindeki gibi. Lydia Franco Albukrek, eşi Musa Albukrek’in büyüdüğü evin nasıl yağmalandığını ve yıllar sonra bununla nasıl yüzleştiğini şöyle anlatıyor:
Kayınpederim ve kayınvalidem evlenince onlar için bu ev satın alınmış. Çocukları burada büyüdü. 5 katlı bir ev. Bir katta kayınpederimin muayenehanesi vardı. Diğer katlarda çocuklar gidip geliyordu. Çocuklar evlendi, kayınpederim yaşlandı. Yaşlanınca bu ev onun için artık pek pratik değildi. Merdiven inmek çıkmak zordu. Bir gün kolunu kırdı ve çocuklar dedi ki; “yeter artık bu evi kapatıyoruz.” Başka yere geçtiler, sonra kayınpederim vefat etti. Kayınvalidem de vefat etti. Sonra bir gün kayınbiraderim bu evin önünden geçiyordu ve baktı ki kapıda kilit yok. İçeri girecek, kapıyı çalıyor, sakallı bir adam açıyor kapıyı:” Ne işiniz var burada?” diyor. “Sizin ne işiniz var burada?”, “Ben burada oturuyorum.”
Polise haber verildi. Polis bu evin Albukreklerin olduğunu tespit etti. İçeriyi kontrol ettiler. Bir tek piyano yoktu. Tüm eşyalar oradaydı. Kapattılar tekrar evi.
5,6 ay sonra bir yaz günü komşu çaycı, sabah erken saatte telefon edip bize, eşime sordu: “Hayırdır Doktor Bey evi satmaya mı karar verdiniz.?” “ Yok” diyor eşim “nereden çıktı?” “E bir kamyon geldi bütün evi boşalttı. Bu eve kayyum atanmış.”
Nasıl olur, bu evin sahibi var. Daha birkaç önce tespit edildi. Ama bu arada devlet bu evi birilerine kiralamış. Avukat geldi gitti, bu adamlarla iş yapamayız, başa çıkmayız dedi. Hiçbir avukat konuyu ele almak istemedi ve bu şekilde seneler geçti. Sonra Musa biraz uğraştı ve nihayet ev çok ucuza bu adamlara satıldı. Sonra bu adamlar, bir üniversitenin rektörüne satmış, sonra otel yapılmış, şimdi de burası işte[27].
Bundan birkaç sene önce Stella Ovadya bana dedi ki; “Çukurcuma’da bir sahafta senin kayınpederine Avram Galanti’nin imzaladığı kitapları buldum, çok şaşırdım, aldım. Nasıl olur ki sattınız onları?” dedi. Dedik satmadık. “Biz nerede olduklarını bilmiyorduk, çalındı.” Durumu kardeşlere anlattım, kimse gelmek istemedi. Ben de tek başıma gittim. Dükkan dükkan dolaştım ve Fransızca kitap sormaya başladım. Çünkü kayınpederim yazardı ve aynı zamanda Tıbbıyeyi Fransa’da okumuştu. Sahaflara Fransızca kitap soruyorum bir iki tane gösteriyorlar. En sonunda sakallı bir hacı “ Bende var ama seni ilgilendirmez abla” dedi. “Neden?” dedim. “Bunlar hepsi doktor kitabı.”
Doktor kitabı dedi ve ben hemen heyecanlandım. “A ben doktorum. Belki ilgilenirim.” dedim ve beni bir depoya indirdi, kocaman bir yer, tıklım tıklım dolu. Ben önde adam arkada görüyoruz. Birden bire kayınpederimin doktor dolabını gördüm. Bacaklarım titredi. Adam arkamdan “Yürü yürü abla” diyor. Sonra kayınpederimin kocaman kütüphanesini gördüm. Adam, “ben bunların hepsini birden satacağım” dedi. Ben dedim; “şimdi hemen alamam, hastanedeki arkadaşlara sorayım, ilgilenirlerse hepsini alırız.” Peki dedi, birkaç tane aldım. Baya bir para ödedim. Bu arada adama soruyorum ; “bu kitaplar kimindi?” “Rum casusunundu, bir gecede kaçtı, çocukları da hepsini bana sattılar.”
Sonra bir gün tekrar Musa ile gittim, aynı hikâyeyi anlattı, gene birkaç kitap satın aldık. Sonra bir gün, bir Fransız hastam “Çukurcuma’dan geçerken bak ne buldum” diye geldi: Kocamın babasının askerken yazdığı mektup. “Nereden buldun?” dedim, sakallı bir adamın dükkânından. Tekrar yola koyuldum tek başıma. Baktım iki kocaman sepet içinde mektuplar, fotoğraflar. Adama merhaba dedim, beni tanımadı. Baktım sepette Musa’nın çocukluk fotoğrafları! Aile fotoğrafları, mektuplar… Diyorum bunlar kimin? Casus. Bana getirdiler. Bilmem ne… “Hayır!” dedim. Bu sefer korkmadım, kapıya yakın duruyordum. Hayır dedim, bunlar casus masus değil, benim eşimin ailesi. Babası doktordu, ev filan yerdeydi ve bunları siz çaldınız.Adam bembeyaz kesildi. Ve bana dedi ki; “sizin olan her şeyi alın. Allah belamı versin ki bana getirdiler.” “Tamam” dedim ve bir tomar aldım.
Ailedeki diğer kadınlar hiçbirini görmek bile istemedi.”[28]
Kadınların görmek, duymak, konuşmak istemediği; 6-7 Eylül tanıklıkları dâhil daha çok şey var.
[1] 03.09.2019 tarihinde İstanbul Edebiyat Evi’nde yapılan konuşmanın yazıya dökülmüş şeklidir.
[2] İstiklal Caddesi’nde bulunan Lazzaro Franco isimli mefruşat dükkânı
[9] Samim Akgönül, Türkiye Rumları, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.203
[10] Bkz. Rıfat Bali, 6-7 Eylül Olayları, Tanıklar-Hatıralar, İstanbul: Libra Yayıncılık, 2010, s. 105, s245.
[11] Bkz. Rıfat Bali, 6-7 Eylül Olayları, Tanıklar-Hatıralar, İstanbul: Libra Yayıncılık, 2010, s. 145, s190., , Samim Akgönül, Türkiye Rumları, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.206
Kaynak: Çatlak Zemin, Rita Ender
“6 Eylül’ü yaşadığımda 9 yaşındaydım. O zamanki adıyla Emlak Caddesi’nde oturuyorduk. Kamyonların içinde bağıran adamlar hatırlıyorum. Bağırıyorlardı: “Kıbrıııs Türk’tüüür. Bayraklarınızı asıııın. Işıkları yakın.”
Tam karşımızda bir Rum’a ait mobilya dükkânı vardı, camlarını nasıl kırdıklarını gördüm. Koltukları bıçaklarla yırttılar.
Babam o gün işten erken gelmişti ve telefona sarılmıştı. Belli ki yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Dükkândaki[2] nöbetçiyle konuşuyordu; “Kaç kişiler Aziz?”, “Hemen kepenkleri kapat!”, “Kepenkleri kırıyorlarsa korumaya çalışma” Ve sessizlik… Ertesi gün babamla Beyoğlu’na gittik. Beyoğlu’nun durumunu gördüm.
Sonra, Türkiye’den gittik. Giderken bana tamamen gittiğimizi söylemediler. Biz her sene seyahate giderdik. Bana demişlerdi ki; “Hadi seyahate gidiyoruz, yanına bir oyuncağını al.” Ben de bir bebek aldım ve bu kadar. Bütün çocukluğum burada kaldı. Hepsini bıraktım.
Eşimi; Musa’yı[3] tanıyınca, buraya dönmeye karar verdim. Ondan sonra, gelince insanları tanımaya başladım ve gördüm ki çok iyi insanlar var. İtalyanca derler ki; “Tutto il mondo è paeze”; bütün dünya bir köydür. Yani insanlar dünyanın her yerinde aynıdır, iyileri de var kötüleri de…”[4]
Tam da anlatıcı Lydia Franco Albukrek’in söylediği gibi kadınların da iyileri ve kötüleri var.
6-7 Eylül Olaylarındaki kötü kadın görüntülerinden hareket ile başlayalım söze… Ellerinde sopalar, ayaklarında topuklu ayakkabılar olan bu kadınlar, yıkımda yalnız değiller. Erkekler var. Bugüne kadar derlenen/aktarılan 6-7 Eylül Olaylarının tanık anlatılarında da, daha ziyade saldırgan olarak, erkeklerden oluşan gruplar tarif ediliyor.
Örneğin: “Kırdılar hepsini. Bütün bakkalları, tavernaları, vitrinleri, o kürkler, mücevherler yerde. Tabii yağmacılık da oldu… Hiç görmediğimiz insanlardı, böyle insanlar yoktu İstanbul’da. İki metre kadar böyle, çarıklı. Bıyıklı, böyle bıyıklı.”[5]
Bıyıklılar yeryüzünde alışık olduğumuz savaş, yıkım, yağma, şiddet görüntülerinde hep ön planda duruyor. Bu yüzden; “Kadın Yok Savaşın Yüzünde” isimli kitabında araştırmacı-yazar Svetlana Aleksiyeviç savaşa katılmış onlarca kadın ile söyleştikten sonra şöyle söylüyor:
Biz “Savaş hakkında bildiğimiz her şeyi “erkek sesinden” dinlemişiz. Hepimiz savaşa ilişkin erkek tasavvurlarının ve erkek duyumlarının mahkûmuyuz. Erkek sözlerinin. Kadınlar susuyor. [6]
Bu fotoğraflarda ve yıkımda yer alan kadınlar da belli ki sessiz kalmış. İsimlerini, kim olduklarını, ideolojilerini, saldırı motivasyonlarını bilemiyoruz. 64 yıl boyunca bu kadınlara dair yapılan bir araştırmaya rastlamıyoruz.
Fakat elbette bu kadınların erkeklerle birlikte -ve daha ziyade erkeklerin- verdikleri mağduriyet hakkında araştırmalar yapıldı, tanıklıklar dinlendi. Belgeseller çekildi, fotoğraflar yayınlandı.
Peki bu fotoğraflar neyi anlatıyordu? 6-7 Eylül 1955’te ne olmuştu?
Konu hakkında Amerikan ve İngiliz devlet arşivlerinde önemli bir çalışma yapan araştırmacı Dilek Güven durumu şöyle özetliyor:
“6 Eylül 1955’te devlet radyosu, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı bir saldırı yapıldığı haberini duyurdu, bu haber İstanbul Ekspres Gazetesi’nde yayıldı. Günün ilerleyen saatlerinde çeşitli öğrenci birliklerinin ve Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin çağrısı doğrultusunda, Taksim meydanında protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesi’nde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başladılar. Kısa sürede Taksim civarındaki gayrimüslimlerin geleneksel ikamet ve iş çevresi olarak bilinen Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi bölgeler, çeşitli araç ve gereçlerle donanmış olarak gelip iş yerlerini, evleri, okulları, kiliseleri ve mezarlıkları tahrip eden insan yığınlarının akınına uğradı. Aynı biçimde Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek gibi daha uzak semtlerde; kentin Asya kıtasında yer alan Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi semtlerinde ve hatta Adalar’da şiddet olayları meydana geldi. Bu saldırılara aşağı yukarı 100 bin kişinin katıldığı düşünülmektedir.” [7]
Söz konusu 100.000 kişi yani saldırganlar, dönemin fotoğraflarından da görüleceği üzere, suç aletleri ile beraber Türk bayrağı, Mustafa Kemal Atatürk ve Celal Bayar’ın büst ve fotoğraflarını taşıyorlardı. Bunun dışında, CHP Malatya Milletvekili olan Nüvit Yetkin’in TBMM’de açıkça dile getirdiği üzere, 6-7 Eylül saldırıları için ciddi bir hazırlık yapılmıştı ve otomobillerin içinde ayaklanmayı sevk ve idare eden ekip başları ve onların ellerinde listeler mevcuttu. Ayrıca rivayetlere göre, olayların başlamasından önce muhtarlardan gayrimüslimlere ait ev ve iş yeri adresleri istenmişti [8] ve polislerin arasında da gayrimüslimlere ait ev ve iş yerlerini gösterenler vardı.[9]
Kentin her yerindeki yağmalar belirli bir yöntemle gerçekleştiriliyordu.[10] Yıkımın bir düzeni vardı ve tanık alıntılarında ortaya çıktığı üzere, saldırganlara verilmiş “öldürmeyeceksin” emri mevcuttu. [11] Bir başka deyişle, öldür emri verilmemişti. Müsaade edilen, göz yumulan ve desteklenen sadece saldırı ve yağma idi. Saldırganlar, dükkânlar söz konusu olduğunda önce vitrinleri taşlayarak parçalıyor ya da vitrinlerin önündeki demir parmaklıkları kaynak makineleri veya tel makasları yardımıyla açıyorlardı. Sonrasında, saldırılan yer küçük bir imalathaneyse alet ve makineler ya içeride ya da dışarı çıkartılarak sokağın ortasında paramparça ediliyordu. Evlerin önce camlarına taş atılıyor, sonra giriş kapıları baltalar ve demir çubuklarla kırılıyordu. Eve girdikten sonra ise içeride ne varsa parçalanıyor, camdan dışarı atılıyordu.[12] İbadethanelerde, kutsal eşyalar tahrip ediliyor ve din görevlilerine saldırılıyordu. Bazı kiliselerdeki saldırılar, çan çalınarak, mum yakılarak; Emilia Pandelera’nın ifadesi ile “sözde ayin yaparak” gerçekleştiriliyordu.[13] Mezarlıklarda mezar taşları kırılıyor, mezarlıklardan çıkartılan iskeletler parçalanıp, yakılıyordu[14]
Tüm bu tahribat bir şekilde fotoğraflanabilmişti. Örneğin 2015 yılında Marina Kalumenos’un aile arşivini gazeteci Serdar Korucu’ya açması üzerine, Ekümenik Patriklik özel fotoğrafçısı Dimitros Kalumenos’un 6- 7 Eylül’de çektiği fotoğraflar yayınlandı.
Fakat bunların dışında, özellikle kadın bedeni üzerinde fotoğraflanmayacak kadar korkunç yıkıntılar da mevcuttu. Evlerde özellikle Rum kadınlara tecavüz edilmişti. Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tedavi olmayan ve bu durumu gizlemiş olanların varlığı ile sayının tespiti mümkün olmamakla beraber daha yüksek olduğu düşünülmekteydi, düşünülmektedir.[15]
Savaşlarda gerçekleştirilen tecavüz vakıalarında olduğu gibi, 6-7 Eylül Olaylarındaki tecavüz vakıalarını da yalnızca; ‘erkek cinsinin haz alma aracı olarak kadın bedenini rızaya aykırı olarak kullanması’ şeklinde tanımlamak mümkün değil. Zira, söz konusu tecavüzlerde, mağdur kadınların vücut bütünlüğüne ve ruhlarına yönelik ciddi bir saldırının yanında, bir çeşit iktidar mücadelesi verildiği de söylenmektedir. Fiili olarak kadın bedeni yağmalanmakta ve bununla beraber saldırganlar tarafından, kadının ait olduğu kişiye, gruba, topluma iktidarın tecavüz edenin elinde olduğunu göstermek de amaçlanmaktadır.[16]
Kullanılan bu korkunç iktidar, olaylar sırasında Ortodoks Kilisesi’nin kutsal kadınlarına; azizelere adanmış olan kiliselerin de tahrip edilmesine sebep olmuştu: Meryem Ana Cihannüma Kilisesi (Ortaköy), Panayia Evangelistria Rum Ortodoks Kilisesi (Boyacıköy), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Tarabya), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Büyükdere), Kandilli Meryemana Kilisesi, Büyükada Meryemana Kilisesi, Balıklı Meryemana Manastırı, Belgratkapı Panayia Rum Ortodoks Kilisesi (Yedikule), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Samatya), Altımermer Panayia Rum Ortodoks Kilisesi (Şehremini), Aya Elpida Rum Ortodoks Kilisesi (Kumkapı), Aya Kiriaki Rum Ortodoks Kilisesi (Kumkapı), Panayia Rum Ortodoks Kilisesi (Edirnekapı), Panayia Suda Rum Ortodoks Kilisesi (Eğrikapı), Panayia Balinu Rum Ortodoks Kilisesi (Ayvansaray), Meryemana Rum Ortodoks Kilisesi (Balat – Fener- Vefa), Aya Paraskevi Rum Ortodoks Kilisesi (Hasköy).[17]
Yaratıcı olanın yok edilmesinde ikonalar da kullanılmıştı. Saldırganlar kutsal kabul edilen bu değerleri yere fırlatmak ve kırmanın dışında figürlerin gözlerini oyma gereği de duymuşlardı.[18]
Bununla beraber, okullar da ciddi şekilde zarar görmüştü. Örneğin Madam Dimitra, “çok kötü günler yaşandı” diyerek anımsadığı 6-7 Eylül’den söz ederken şunu tekrarlıyordu: “Benim ilkokul diplomam bile yok. O kadar fena şeyler yaptılar ki…”[19]
Dimitra’nın ilkokulu olan Galata Rum Okulu da ABD belgelerindeki kayıtlara göre tahrip edilen mekânlardan birisi. Şu anda yaşadığı Balıklı Rum Hastanesi ise yakılmak istenen yerlerden biri. Hastaneyi ateşe vermek isteyen 3 kadın; Hidayet Özbakır, Nursen Özbakır, Hilmiye Çalışkan yakalanıp tutuklanıyor. [20]
Ancak ateş düştüğü yeri yakıyor.
6-7 Eylül ve hatta devamında yaşanan yangını/talanı, sanatçı Hera Büyüktaşçıyan bir “deprem” olarak tanımlıyor ve 2015 yılında bu konuyla ilgili ürettiği bir işe atıf yaparak şöyle söylüyor:
“6-7 Eylül’ün benim için hem kendi aile külliyatımda hem toplumsal bellekte uzun soluklu bir depreme eşdeğer. Anneannemin anlatımıyla, pencerelerinden yüzlerce eşyayla beraber fırlatılan halılar, zihnimde yaşanan bu sarsıntının en belirgin örnekleri arasında yer etti. Halı, üzerine bastığımız, yeryüzünün soğuk gerçekliği ile üzerinde akan şimdiki zaman arasında bir sınır oluşturan, yaşantılarımızın gündelik kaydını bünyesinde toplayan bir bellek külliyatı.
Öznel olduğu kadar kollektif anlatıların toplandığı bir zemin. 6 – 7 Eylül Olayları aidiyet dediğimiz o genel, ortak zeminin ayağımızın altında sarsılarak çekilip alınması gibi. Buraya ait değilsiniz dedirtilir gibi içindekileri dışarı boşalan – boşaltılan – kusturulan evler, dükkanlar, okullar, mezarlıklar…
Anneannemin pencereden fırlatılan rulo halindeki halı anlatımı bana bastığımız yerin tekinsizliğini hissettirirken, diğer yandan 2015 yılında SALT Beyoğlu’ndaki ‘’Yüzyılların Yüzyılı‘’ sergisi için ürettiğim bir işe de vesile oldu.”[21]
Hera Büyüktaşçıyan, Madam Dimitra’nın okuluna büyük emek veren kadınlardan birisi. Eğitim faaliyetine son veren okula Hazine’nin el koymasından sonra, okul binası 2012 yılında Rum cemaatine iade edildi.[22] Galata Rum Okulu bu tarihten itibaren geçmişten gelen mirası korumaya odaklanarak sanatçı Hera Büyüktaşçıyan ve okulun bağlı olduğu vakfın başkanı Meri Komorasano’nun emekleri ile kültür, sanat, eğitim mekânı oldu ve çok sayıda sergiye ev sahipliği yaptı. Yani başka yollarla da olsa, yaşamaya ya da daha doğru bir ifade ile; her şeye rağmen kadın emeği ile yaşatılmaya çalışılmaya devam ettirildi.
Tıpkı Taksim’de yer alan Zapyon Okulu gibi. Zapyon Okulu 6-7 Eylül’de çok ciddi şekilde zarar gören mekânlardan birisi olmuş; yerle bir edilmişti. Tanık anlatılarından birine göre saldırganlar; okulun kurucusu Konstantin Zappas’ın heykelini indirmişler yerine Atatürk’ün fotoğrafını asmışlardı.[23]
Dönemin Demokrat Parti milletvekili olan Aleksandros Hacopulos, TBMM’de yapılan talanı Zapyon Okulu üzerinden örneklendirerek, emniyet teşkilatının ve aslında devletin sorumluluğunun altını çizmişti:
“Arkadaşlar; bizi en fazla üzen, maalesef itiraf mecburiyetindeyim, memleketin emniyet teşkilâtıdır. Bunu itirafta hepimiz müttefikiz. Emniyet teşkilâtı maalesef gafil avlanmış, maalesef uyumuş ve belki de; dilim söylemeye varmıyor; bâzı hâdiselere göz yummuştur. Taksim’in göbeğinde çapulcular Zapyon Lisesinin kapısını zorlarken oradan süvari polisleri geçiyor. Hâdiseyi görüyor, ne yapıyorsunuz utanmazlar, diyor ve geçiyor gidiyor.”[24]
TBMM 10. döneminde yani 6-7 Eylül 1955 tarihinin içinde yer aldığı dönemde mecliste yalnızca dört kadın yer almaktaydı: Aliye Temuçin Coşkun (Ankara), Hatice Nazlı Tlabar (İstanbul), Nuriye Pınar (İzmir) ve Edibe Sayar (Zonguldak). Meclis görüşmelerinden tutanaklara yansıdığı kadarıyla hiçbiri 6-7 Eylül hadiseleri üzerine söz almamış, telafisi adına bir teklif sunmamıştı. [25]
Söz yine erkeklerde olmuş, onlara kalmış. Fakat belki bu olaylara dair tarihin en güçlü isyanı bir kadından gelmiş:
Dönemin Patriği Athenagoras, İstanbul Valisi ve Başbakan ile temas içinde olduklarını ve hükümet yetkililerinden evleri, işyerleri, kiliseleri tamir sözü aldıklarını cemaate bildirirken, baştan aşağı siyahlar giymiş, orta yaşlı bir kadın sözü almış ve demiş ki;
“Patrik cenapları, kızım saldırganlardan biri tarafından tecavüze uğradı. Peki onu ve onunla aynı kaderi paylaşmış olan kızlarımızı nasıl tamir edeceksiniz? Yalvarıyorum size, onlar ve bizim gibi hayatları ve geçim kaynakları mahvedilen ve canları kadar sevdikleri İstanbul’da hiçbir gelecek beklentileri kalmamış inançlı insanlar için yapabileceğimiz şey dua etmek.”[26]
İstanbul’da bir gelecek beklentisi kalmaması durumu azınlıklar için ilk değildi, son da olmadı. Son yağma 6-7 Eylül’de olmadı. Tıpkı, 6-7 Eylül Olayları’ndan sonra ailesi ile İtalya’ya göçen Lydia Franco Albukrek’in kendi hikâyesindeki gibi. Lydia Franco Albukrek, eşi Musa Albukrek’in büyüdüğü evin nasıl yağmalandığını ve yıllar sonra bununla nasıl yüzleştiğini şöyle anlatıyor:
Kayınpederim ve kayınvalidem evlenince onlar için bu ev satın alınmış. Çocukları burada büyüdü. 5 katlı bir ev. Bir katta kayınpederimin muayenehanesi vardı. Diğer katlarda çocuklar gidip geliyordu. Çocuklar evlendi, kayınpederim yaşlandı. Yaşlanınca bu ev onun için artık pek pratik değildi. Merdiven inmek çıkmak zordu. Bir gün kolunu kırdı ve çocuklar dedi ki; “yeter artık bu evi kapatıyoruz.” Başka yere geçtiler, sonra kayınpederim vefat etti. Kayınvalidem de vefat etti. Sonra bir gün kayınbiraderim bu evin önünden geçiyordu ve baktı ki kapıda kilit yok. İçeri girecek, kapıyı çalıyor, sakallı bir adam açıyor kapıyı:” Ne işiniz var burada?” diyor. “Sizin ne işiniz var burada?”, “Ben burada oturuyorum.”
Polise haber verildi. Polis bu evin Albukreklerin olduğunu tespit etti. İçeriyi kontrol ettiler. Bir tek piyano yoktu. Tüm eşyalar oradaydı. Kapattılar tekrar evi.
5,6 ay sonra bir yaz günü komşu çaycı, sabah erken saatte telefon edip bize, eşime sordu: “Hayırdır Doktor Bey evi satmaya mı karar verdiniz.?” “ Yok” diyor eşim “nereden çıktı?” “E bir kamyon geldi bütün evi boşalttı. Bu eve kayyum atanmış.”
Nasıl olur, bu evin sahibi var. Daha birkaç önce tespit edildi. Ama bu arada devlet bu evi birilerine kiralamış. Avukat geldi gitti, bu adamlarla iş yapamayız, başa çıkmayız dedi. Hiçbir avukat konuyu ele almak istemedi ve bu şekilde seneler geçti. Sonra Musa biraz uğraştı ve nihayet ev çok ucuza bu adamlara satıldı. Sonra bu adamlar, bir üniversitenin rektörüne satmış, sonra otel yapılmış, şimdi de burası işte[27].
Bundan birkaç sene önce Stella Ovadya bana dedi ki; “Çukurcuma’da bir sahafta senin kayınpederine Avram Galanti’nin imzaladığı kitapları buldum, çok şaşırdım, aldım. Nasıl olur ki sattınız onları?” dedi. Dedik satmadık. “Biz nerede olduklarını bilmiyorduk, çalındı.” Durumu kardeşlere anlattım, kimse gelmek istemedi. Ben de tek başıma gittim. Dükkan dükkan dolaştım ve Fransızca kitap sormaya başladım. Çünkü kayınpederim yazardı ve aynı zamanda Tıbbıyeyi Fransa’da okumuştu. Sahaflara Fransızca kitap soruyorum bir iki tane gösteriyorlar. En sonunda sakallı bir hacı “ Bende var ama seni ilgilendirmez abla” dedi. “Neden?” dedim. “Bunlar hepsi doktor kitabı.”
Doktor kitabı dedi ve ben hemen heyecanlandım. “A ben doktorum. Belki ilgilenirim.” dedim ve beni bir depoya indirdi, kocaman bir yer, tıklım tıklım dolu. Ben önde adam arkada görüyoruz. Birden bire kayınpederimin doktor dolabını gördüm. Bacaklarım titredi. Adam arkamdan “Yürü yürü abla” diyor. Sonra kayınpederimin kocaman kütüphanesini gördüm. Adam, “ben bunların hepsini birden satacağım” dedi. Ben dedim; “şimdi hemen alamam, hastanedeki arkadaşlara sorayım, ilgilenirlerse hepsini alırız.” Peki dedi, birkaç tane aldım. Baya bir para ödedim. Bu arada adama soruyorum ; “bu kitaplar kimindi?” “Rum casusunundu, bir gecede kaçtı, çocukları da hepsini bana sattılar.”
Sonra bir gün tekrar Musa ile gittim, aynı hikâyeyi anlattı, gene birkaç kitap satın aldık. Sonra bir gün, bir Fransız hastam “Çukurcuma’dan geçerken bak ne buldum” diye geldi: Kocamın babasının askerken yazdığı mektup. “Nereden buldun?” dedim, sakallı bir adamın dükkânından. Tekrar yola koyuldum tek başıma. Baktım iki kocaman sepet içinde mektuplar, fotoğraflar. Adama merhaba dedim, beni tanımadı. Baktım sepette Musa’nın çocukluk fotoğrafları! Aile fotoğrafları, mektuplar… Diyorum bunlar kimin? Casus. Bana getirdiler. Bilmem ne… “Hayır!” dedim. Bu sefer korkmadım, kapıya yakın duruyordum. Hayır dedim, bunlar casus masus değil, benim eşimin ailesi. Babası doktordu, ev filan yerdeydi ve bunları siz çaldınız.Adam bembeyaz kesildi. Ve bana dedi ki; “sizin olan her şeyi alın. Allah belamı versin ki bana getirdiler.” “Tamam” dedim ve bir tomar aldım.
Ailedeki diğer kadınlar hiçbirini görmek bile istemedi.”[28]
Kadınların görmek, duymak, konuşmak istemediği; 6-7 Eylül tanıklıkları dâhil daha çok şey var.
[1] 03.09.2019 tarihinde İstanbul Edebiyat Evi’nde yapılan konuşmanın yazıya dökülmüş şeklidir.
[2] İstiklal Caddesi’nde bulunan Lazzaro Franco isimli mefruşat dükkânı
[3] Dr. Musa Albukrek
[4] Rita Ender, İsmiyle Yaşamak, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, s 185.
[5] Rıfat Bali, 6-7 Eylül Olayları, Tanıklar-Hatıralar, İstanbul: Libra Yayıncılık, 2010, s. 145.
[6] Svetlana Aleksiyeviç, Kadın Yok Savaşın Yüzünde, İstanbul: Kafka Yayınevi, 2016, s. s12.
[7] Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s.25.
[8] TBMM ZC., Devre 10, İçtima 2, Cilt 9, 23. İnikat, 13.01.1956.
[9] Samim Akgönül, Türkiye Rumları, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.203
[10] Bkz. Rıfat Bali, 6-7 Eylül Olayları, Tanıklar-Hatıralar, İstanbul: Libra Yayıncılık, 2010, s. 105, s245.
[11] Bkz. Rıfat Bali, 6-7 Eylül Olayları, Tanıklar-Hatıralar, İstanbul: Libra Yayıncılık, 2010, s. 145, s190., , Samim Akgönül, Türkiye Rumları, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.206
[12] Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s.31.
[13] Yahya Koçoğlu, Hatırlıyorum, İstanbul, Metis Yayınları, 2003, s.113
[14] Serdar Korucu, Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6-7 Eylül 1955, İstanbul: İstos Yayınları, 2015, s 124.
[15] Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s.55.
[16] Bkz. Züleyha ÖZBAŞ, Cinsel Silah ve “Grbavica” , https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2965
[17] Dilek Güven, 6-7 Eylül Olayları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s.215-217.
[18] Serdar Korucu, Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6-7 Eylül 1955, İstanbul: İstos Yayınları, 2015 s.5
[19] Rita Ender, “Madam Dimitra’ya ‘Yenge’ Diyemeyiz”, Yengeler Cumhuriyeti, s.93.
[20] Akşam Gazetesi, 10.09.1955
[21] Hera Büyüktaşçıyan, 19.08.2019 tarihli e-posta.
[22] Bkz: http://galatarumokulu.blogspot.com/
[23] Bkz Rıfat Bali, 6-7 Eylül Olayları, Tanıklar-Hatıralar, İstanbul: Libra Yayıncılık, 2010, s.157, Serdar Korucu, Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6-7 Eylül 1955, İstanbul: İstos Yayınları, 2015 s.26
[24] TBMM ZC., Devre 10, İçtima 1, Cilt 7, 8. İnikat, 12.09.1955.
[25] Bkz: https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2_istatistik.tutanak_hazirla?v_meclis=&v_donem=&v_yasama_yili=&v_cilt=&v_birlesim=&v_sayfa=&v_anabaslik=S%D6Z%20ALANLAR&v_altbaslik=&v_mv=AL%DDYE%20TEMU%C7%DDN%20(AL%DDYE%20CO%DEKUN)&v_sb=ANKARA&v_ozet=&v_kelime=&v_bastarih=&v_bittarih= , https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2_istatistik.tutanak_hazirla?v_meclis=&v_donem=&v_yasama_yili=&v_cilt=&v_birlesim=&v_sayfa=&v_anabaslik=&v_altbaslik=&v_mv=NAZLI%20TLABAR&v_sb=&v_ozet=&v_kelime=&v_bastarih=&v_bittarih=, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2_istatistik.tutanak_hazirla?v_meclis=&v_donem=&v_yasama_yili=&v_cilt=&v_birlesim=&v_sayfa=&v_anabaslik=TAKR%DDRLER%20(%D6NERGELER)&v_altbaslik=&v_mv=NUR%DDYE%20PINAR&v_sb=%DDzmir&v_ozet=&v_kelime=&v_bastarih=&v_bittarih=, https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/td_v2_istatistik.tutanak_hazirla?v_meclis=&v_donem=&v_yasama_yili=&v_cilt=&v_birlesim=&v_sayfa=&v_anabaslik=&v_altbaslik=&v_mv=ED%DDBE%20SAYAR&v_sb=&v_ozet=&v_kelime=&v_bastarih=&v_bittarih=.
[26] Rıfat Bali, 6-7 Eylül Olayları, Tanıklar-Hatıralar, İstanbul: Libra Yayıncılık, 2010, s. 351.
[27] İstanbul Edebiyat Evi-Kıraathane isimli mekan.
[28] Lydia Franco Albukrek ile görüşme, 08.08.2019.
Paylaş: