Arşiv Göze Çarpanlar

Rosa Luxemburg ve ‘Sevgiliye Mektuplar’

Kaynak: Ahval, Esra Yalazan

Ani bir fırtınanın ardından boşalan yağmurun mandalina ağaçlarını yıkayışını izlerken okudum mektuplarını. Sonbaharın ilk serin rüzgarıyla savrulan kuru dallar, dökülen çürük meyvelerin rayihasıyla ruhu başka bir aleme taşıyan o kekremsi koku, şimşek çakımlarının sesini bastıran yırtıcı kuş çığlıkları, geçmiş ve gelecek ufkunun silikleştiği hayali bir bahçeye çağırdı.

Tarihin keskin sınırları, kelimelerin büyüsüyle şimdiki zamanın içinde usulca eriyip kadim hikaye anlatıcılarının dilinde yumuşayan sihirli bir anlatıya dönüştü sanki.

Yüz kırk sekiz yıl evvel doğmuş bir kadının, düşünürün, eylemcinin, devrimcinin, yazarın sevgilisine yazdığı mektupları bir arkadaşım yanlışlıkla masamda unutmuş gibi algılamamın sebebi açıklığı ve samimiyetiydi sanırım.

Üzerlerindeki tarihler, dönemin siyasi çalkantılarını, olayları aktardığı bölümler çıkarıldığında, pekala dün yazıldığı düşünülebilecek o mektup sesinde, okuyanları “iç dünyasının” derinliğine davet eden bir tını var.

John Berger, “Korkusuz, kırılmaz, tutkulu ve kibar bir kadın. İşçileri ve kuşları severdi. Aksayan ayağına rağmen dans ederdi. Onunla ilgili her şey büyüleyici ve gerçek” diye tarif ettiği Rosa Luxemburg için mektup formunda yazdığı makaleye ona seslenerek başlıyordu;

“Rosa! Seni çocukluğumdan beri tanıyorum. Karl Liebknecht’le birlikte Alman Komünist Partisine dönüşecek oluşumu kurmanızdan birkaç ay sonra, 1919’un Ocak ayında seni döve döve öldürdüklerinde olduğun yaşın iki misli yaştaydım. Sık sık okuduğum bir sayfadan gelirsin – bazen de yazmaya çalıştığım bir sayfadan – ve başını geri atarak gülümsersin. Ne tek bir sayfaya sığarsın ne de seni tekrar tekrar koydukları hapishane hücrelerine”.

O yazının girişi, Luxemburg’un hikayesi ve trajik sonuyla henüz tanışmamış olanlar için bir girizgah sadece. Dediği gibi onun hikayesini tek bir sayfaya sığdırmak mümkün değil.

‘Sevgiliye Mektuplar’ı ve biyografisini yayına hazırlayan (Bir Yaşam) Elzbieta Ettinger, Luxemburg’un sevgilisi, yoldaşı, dostu ve her şeyi olan Leo Jogiches’e yazdığı mektupların başındaki uzun anlatıya, ilişkilerini özetleyen bir ifadeyle başlamış:

“Onlar birbirine aitti; öyle olmak istediklerinden değil, başka türlü olamadıklarından. Birlikte geçirdikleri mutlu anlar eşsiz güzellikteydi. Kavgalarında acımasızdılar. Ayrıldıklarında hala birbirlerini seviyorlardı. Yalnızca yenilgiyi kabul ettiler”.

Bu yorum, onun hayatını, kitaplarını, makalelerini, eylemlerini, notlarını ve mektuplarını çok iyi analiz etmiş bir yazara ait olmasına rağmen iddialı görünebilir ilk bakışta. Ancak Luxemburg’un 1893-1906 arasında Jogiches’e yadığı mektupları okuyanlar yazara hak verecektir.

Onun gibi efsanevi bir politik figürün ve zihinsel dünyasının gerisindeki adamın mektuplaşmalarını, salt sevgiden, tutkudan, cinsellikten ya da kavuşamamaktan ibaret bir “aşk hikayesiyle” sınırlamak mümkün mü?

Öncelikle ilgimi çeken, onları sosyalizmde birleştiren “dünyayı yeniden kurma güdüsü” ya da Luxemburg’un “eşsiz” uluslararası işçi sendikası idealini sevgilisiyle hayata geçirme mücadelesi değildi doğrusu. Hemen her ilişkide görülebilecek türden insanlık hallerinin yanısıra tutkulu bir çatışma alanının merkezinde, kendi tabiatlarının itici gücüyle yaşadıkları kesif çaresizlik hissiydi cazip olan.

Onları birbirlerine bağlayan ve ortak hayallerine rağmen farklı hayatlara savrulmalarına neden olan o “başka türlü olamama” hali, en zor ve imkansız koşullarda bile iki insanı bir arada tutmaya yetiyorsa eğer, o bağ tek bir nedenle açıklanamayacak kadar efsunludur. Ettinger de benzer bir çağrışıma işaret ediyor:

“Aralarındaki tek bağın “ortak davaları” olduğunu söylemek ilişkilerini küçümsemek olur. Cinsel bir tutku olarak nitelemek ise yetersiz kalır. Eğer sosyalizm her ikisi için de bu denli çekici olmasa, belki de bir anlık bir bakıştan öteye gidemezdi bu ilişki”. Ancak görünen o ki bu ortak idealin de yetmediği kaotik bir duygu çatışmasına mahkum etmişler kendilerini. Özellikle Luxemburg.

Bu mektuplarda Rosa’nın başta bahsettiğim açıklığı – kendini Luxemburg’u yaratan adam olarak gören Jogiches’e rağmen  – gündelik hayatın yerine koydukları yazışma tutkusunun neden ve nasıl devam ettiği hakkında iyi fikir veriyor. Bu ilişkide siyasi mücadelesinden daha zorlu bir savaş verdiği anlaşılan Luxemburg’un mektuplarında, değişen kadın-erkek rollerinin her aşamasına tanık olmak mümkün. Anne/baba-çocuk, hoca-öğrenci, usta-çırak, seven-sevilen, dişi-erkek ve diğer tanıdık değişimler. Onlarınkinde çarpıcı olan – hatta belki sürprizli – kendini siyasal çalışmalarına adamış, bir dava adamı olan Jogiches’in despotluğuna sonuna kadar farklı yöntemlerle itiraz eden Rosa’nın inatçı direnişi;

“Mektuplarında İşçi Davası dışında tek bir sözcük bile yok” sitemlerinden on yıl sonra hala “Polonya Sosyalist Partisi’ne ilişkin tartışmalarla dolu altı sayfalık mektubunu açıp da içinde gündelik hayata ilişkin tek bir sözcük bulamayınca içimde bir şeyler yıkılıyor” yazmış Luxemburg. Ortak çalışmanın çatışmaya dönüştüğü yer tam da burasıydı sanırım.

Peki sevdiği kadın aracılığıyla tarihi değiştirmek isteyen bir adam, onun diğer kadınlar gibi sevilme arzusuna, ortak bir ev hayaline neden sürekli itiraz etmişti? Bu sorunun görünen ve hiç bilinemeyecek olan muhtelif sebepleri var. Yazarın söylediği gibi onunla hem gurur duyması hem de başarılarını kıskanması, Joghiches’in hiç geçmeyen “ruhsal intihar” eğilimi, özgür bırakmakla sahip çıkmak arasındaki dengesizlik, böyle bir hayalin asla istedikleri gibi gerçekleşmeyeceğine olan inançları, birbirlerini ve kendilerini yaraladıkları zaman hissettikleri acıyla büyüyen suçluluk duygusu… Ama belki de Ettinger’in derinden sezdiği şu sebepte saklıydı gerçek;

“Joghiches’in iç dünyasını kıskanıyordu, onun kendisinin bilemeyeceği, giremeyeceği bir dünyası olmasına dayanamıyordu. ‘Bir yabancıyım ben’ diye isyan ediyordu”.

Her fırsatta kendisini acımasızca eleştiren birine yakın durabilmek için kendi deyişiyle “yaşam taklidi bir şey”e mahkum olan mücadeleci ve merhametli bir kadın. Ve onu hayatından uzakta tutmak için bahaneler üreten, duygularını herhangi bir biçimde ifade etmekten kaçınan ketum bir “dava adamı”. Bundan daha can sıkıcı, yaralayıcı ne olabilir diye düşünürken biraz üzülüyor, öte yandan müstehzi bir tebessümle mektuplarını okumaya devam ediyordum. Leo’nun Rosa’yla kurduğu “ilişki” biçimi, bugünden bakıldığında bile eyleme geçememiş karanlık arzularla boğulan o tanıdık erkek profiliyle epey örtüşüyor çünkü:

“Luxemburg’un tüm dikkatini kendi üstünde hissediyordu ama ne zaman ve ne kadar olacağını o ölçecek, o saptayacaktı. Kendi topraklarına girilmesine hiçbir zaman izin vermedi. Onu avucunun içinde tutabilmek için Luxemburg bağımlı olmalıydı”.

Her ikisinin de Zürich Üniversitesinde öğrenci oldukları 1890-1897 yılları boyunca ayrı evlerde ama istediklerinde birbirlerini görebilecekleri uzaklıkta yaşamalarının, 1907’deki kesin ayrılıklarına rağmen devam eden yazışmaların ve hatta son ana kadar uzanan “uzak yakınlığın” hakiki sebebini Luxemburg’un tartışmaya alan açmayan dürüst ifadelerinde buldum.

Bu kitapta yüze yakın mektup var ama muhtemelen çok daha fazlası o dönemin koşullarında kayboldu. Eğer Jogiches’in mektuplarını okuma şansımız olsaydı bu puslu “resim” değişir miydi? Sanmıyorum.

Cinsiyet ayrımı, sınıf, ırk ya da millet ayırımı konusunda gayet net olan Luxemburg, mektupların çoğunda kişisel meselesini de oldukça “dişi”, biraz vahşi ama berrak bir dille ifade etmiş: “Bazen senin gerçekten taştan yapılmış olduğunu düşünüyorum. Bir kez olup bittikten, beni sevdiğini – ismen ve cismen – gösterdikten sonra, beni seviyormuş gibi davranmaya başladın. Ama ta içinde, hiçbir şey  duymuyorsun; sevmek için doğal, içgüdüsel bir dürtü yok sende”. (Paris, Mart 1895)

Tamamına bakıldığında Rosa’nın “Berlin’de erkeklerin taptığı sıradan kadınlar” gibi sevilme, normal bir ev hayatı talebi hiç bitmemiş. Bu talepler bazen sızlanma gibi algılansa da teselliyle eleştiri arasında gidip gelen dikenli hakimiyeti onun son ana kadar – cezaevi yılları dahil – birlikte yaşayacaklarına dair umudunu ayakta tutmuş.

Luxemburg, bir konuşmasında İmparator II. Wilhelm’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanıyor. (İlk hapishane tecrübesi 1904) O sürece dair Ettinger’in yorumu,  bu ilişkinin çıplak fotoğrafı aynı zamanda: “Rosa’nın Jogiches’in ruhsal intiharına karşı verdiği mücadele onu imparatorluğa karşı giriştiği savaştan daha çok yıpratıyordu”.

Ama buna rağmen ondan vazgeçmemesinin nedenlerinden biri sevilen “O insan” için yazma tutkusu sanki. Bu kısmını yazma eylemini hayatlarından vazgeçecek kadar çok sevenler daha iyi anlayacaktır. Sevilenin yokluğunu dolduracak hayaller biriktirme duygusu anlaşılır. Bahsettiğim, yazanın sadece ruhunu değil düşünsel hayatını da felç eden zehirli bir takıntı;

“Sevdiceğim, mektubunla beni öyle çok sevindirdin ki. En az altı kez okudum…Sen de biliyorsun değil mi, yaptığım her şeyde aklımda sen varsın. Her zaman. Bir yazı yazdığımda ilk düşüncem, görünce ne kadar beğeneceğin”.

Ve temelinde sevmek ve sevilmek ve onun yan etkileri olan bu “savaşın” önemli unsurlarından biri tamamen farklı mizaçlara sahip iki insanın ipolitik çatışmaları elbette:

“Sana Zürih’te tekrar tekrar söylediğim gibi Rus devrimi konusundaki tutumunu korkunç ve iğrenç buluyorum. Artık kabul etmek sorundasın ki, tembel tembel oturup hiçbir şeyi beğenmemek, yalnızca sızlanıp her şeyi eleştirmek anlamsız. Sana her yaklaşan Rus’a bir tekme atıp uzaklaştırman hiçbir zaman hoşuma gitmedi”.

Luxemburg’un buna benzer çıkışlarına rağmen tutukluluğu sırasında, onu her daim sığındığı karanlıktan çıkması için anne şefkatiyle teselli ettiği de anlaşılıyor:

“Özgürlüğüme kavuşur kavuşmaz, kendi kendime söz veriyorum, hayatı en uç noktasına kadar yaşayacağım ve sen orada, bunca zenginliğin orta yerinde oturmuş, çöldeki Aziz Anthony misali yabani bal ve keçiboynuzuyla yetiniyorsun”. Yabanlaşıyorsun ve ben hapisten çıktığımda, senin Nasralı (İlk Hristiyanlara özgü) donuk kanın, benim Yunan deli kanıma karşı amansız bir savaş vermek zorunda kalacak”.

Onları birbirilerinin en “ilkel” köklerine tutunmaları sağlayan güdü koşullara rağmen kendileri olmaktan hiç vazgeçmemeleriydi galiba. Luxemburg’un hayatını unutulmaz bir biyografiyle taçlandıran Ettinger’e göre Leo, Rosa’nın zihinsel ve siyasal alterego’suydu. Hayatında başka hiç kimsenin onun gibi yerini alamadığını söylüyor. 

Jogiches Berlin’e döndüğünde otele yerleşmesine rağmen Luxemburg’un evinde çalışıyormuş. Anahtarlarını vermemiş. Dramatik sahneler de yaşanmış. Sevgilisini öldürmekle tehdit etmiş. Rosa bir tabanca edinmek zorunda kalmış. Ancak her şeye rağmen iki yıl aradan sonra Luxemburg ona imzasız mektuplar göndermeye devam etmiş.

Mektupları okurken ona değil de yalnızlığının üzerine kapanan ama her şeye rağmen umudunu yitirmeyen Rosa’nın sadece yazmaktan hoşlandığı için en uygun “muhatap” olarak Jogiches’i seçmiş olma ihtimali de zihnimi epey meşgul etti. Malum, anlamayacak olana yazmak tutkulu bir kadına, yazara aynı hazzı vermez. Tam da bu nedenle ayrıldıktan sonra ‘Sevgili yoldaş’ diye başlayan mektuplar yazması ondan vazgeçtiğini de göstermez.

Ama siyasetten vazgeçmek istediği zamanlar olmuş: “Siyaset, ahmakça, ilkel bir tapınma bence, zihinsel kuduz hastalığına yakalanmış, zaten kendi takınaklarının kurbanı olan insanlardan varlıklarının tümünü onun uğruna kurban etmelerini istiyor. Eğer Tanrı’ya inansaydım, kendi kendimize eziyet ediyoruz diye bizi fena halde cezalandıracağına yürekten inanınırdım. Kucaklarım R.” (Berlin,1905)

Rosa Luxemburg, 15 Ocak 1919’da öldürüldü. Cesedi Berlin’de bir kanala atıldı ve üç ay sonra parçalanmış halde bulundu. Katilleri bir süre sonra Hitler’in taburlarına katıldılar. Jogiches, başına gelecekleri bildiği halde şehri terk etmeyi reddetmiş. “Kavuşamadığı” sevgilisinin katillerini ararken iki ay sonra öldürüldü.

Luxemburg,1914’de halkı başkaldırıya teşvik suçundan yargılandığında, bir hitabet şaheseri olan konuşmasıyla duruşma salonunu bir sosyal mitinge dönüştürdüğü söyleniyor. Savunmasında sözlerini bitirirken, kaçma olasılığına karşı tutuklanmasını talep eden savcıya dönerek; “Bense sizin kaçacağınıza inanıyorum. Sosyal Demokratlar kaçmaz, eylemlerinin yanı başında durur ve sizin kararlarınıza güler” diyor.

Leo Jogiches neden şehri terk etmemişti, son anında ne düşünüyordu kimse bilemeyecek. Ben Rosa’nın el yazısıyla tarihe kazıdığı cümleyi hatırladığını düşünmek istiyorum:

“Dünya yüzünde hiçbir çifte bizim elimizdeki fırsat tanınmadı. Biraz iyi niyetle mutlu oluruz. Olmalıyız”.