Antisemitizm Avrupa’da siyasal bir ideoloji olarak yükselirken, argümanlarını somut hale getirmek için Rothschild ailesi üzerinden Yahudi “gizli gücünü” kişileştirmeye başvuruyordu…
Antisemitizmin doğuşu, öyle sanıldığı gibi milliyetçiliğin gelişmesine koşut bir süreçle değil, cumhuriyet ve emperyalizmin gelişmesine koşut süreçle ilgilidir. Milliyetçilik ve ulus-devlet ortaya çıktığı erken dönemde tabiiyete dayalı bir eşitlik anlayışı getirdiği için Yahudiler için de eşitlik vaat ediyordu. Fakat zamanla milliyetçilik kan bağına dayalı bir kimlik vurgusu yapıp, ulus-devlet de halk iradesine dayalı bir yönetim biçimi geliştirince Yahudiler eşitlikten yararlanmak şöyle dursun, Feodal düzende kendilerine sağlanan ayrıcalıklar ayrımcılığa dönüşerek toplumdan tasfiye edilmeye çalışılmışlardır. Buna karşı Yahudiler aile bağlarına tutunarak direnmişlerdir.
Feodal toplumda Yahudiler ayrıcalıklı konumlarını soylularla girdikleri mali ilişkilerle sağlamışlardır. Feodal dünyada prenslerin ve kralların sıklıkla paraya ihtiyaçları oluyor ve borçlanmak zorunda kalıyorlardı. Çünkü sık sık savaşıyorlardı. Yahudi tefeciler, efendilerinin uzak diyarlardaki paralı askerlerinin her tür ihtiyacını karşılıyorlardı. Savaşlarda kazanılan ganimetler ve yapılan yağmalarla bu borçlar ödeniyordu. Ayrıca vergiler de önemli bir gelir kaynağıydı. Ama bu durum halkın düşmanlığını besleyerek soyluluğun iktidarının temellerini oyuyordu.
Devletler büyüdükçe daha sürdürülebilir gelir kaynakları aramaya başladılar. 17. yüzyıl sonlarından itibaren devlet ekonomi ve iş hayatına daha fazla karışır oldu ve daha fazla borçlanma gereği duydu. Modern ulus-devletlerin içinden doğduğu mutlak monarşiler, kapitalist gelişme adına düzenli gelir ve güvenilir mali kaynak arayışına girdiler. Ne var ki Avrupa toplumları arasında hiçbir grup, ne devlete borç vermeye ne de devlet yatırımlarının geliştirilmesine katkı yapmaya istekliydi. Tefecilik alanında çok eski tarihlere uzanan bir deneyime sahip olmaları ve Avrupalı soylu ailelerle köklü ilişkileri nedeniyle borçlanmak için Yahudilere başvurmak kaçınılmaz olmuştur.
Mutlak monarşilerin aradıkları mali desteği yine Yahudiler verdiler. Avrupa’daki her hükümdarın yanında her zaman mali işlerini gördüğü bir Yahudi tefecisi olmuştur. 17. ve 18. yüzyıllarda bu tefeci Yahudiler Avrupa genelinde bağlantılara ve kredi olanaklarına sahip tekil kişilerdi; uluslararası bir finansal güç oluşturmuyorlardı.
17 ve 18. yüzyıllarda mutlak monarşilerin vesayeti altında ulus-devletlerin ekonomileri gelişti. Zengin Yahudiler monarklara verdikleri borçlarla devlet yatırımlarını mali yönden destekleyerek ve prenslerin mali işlerini çekip çevirerek nüfuz kazandılar ve ayrıcalıklı bir konuma yükseldiler. En büyük ayrıcalık eşitlikti. 18. yüzyılın sonunda, büyük servete sahip Berlinli Yahudiler, akranları olarak görmedikleri yoksul din kardeşleriyle “eşitlik”lerini paylaşmayı umursamıyorlardı. Zengin Yahudiler eşit hakları değil, ayrıcalıkları ve özel özgürlükleri esas alıyorlardı. Hükümetlerinin ekonomik faaliyetlerini destekleyen ayrıcalıklı Yahudiler, hizmetlerinin karşılığı olarak sahip oldukları hakları, diğer Yahudi kardeşleriyle paylaşmaya hiç de gönüllü değillerdi.
Fransız Devrimi’nden sonra, yerel zengin Yahudilerin karşılayabileceğinden çok daha büyük bir mali yatırım ve dolayısıyla borç miktarı gerektiren modern ulus-devletler ortaya çıktı. Ulus-devletler artık kendilerini dev bir işletme olarak kurmaya başladılar. Bunun üzerine ekonomi devlet işlerinin özel bir alanı haline geldi. Modern ulus-devletlerin büyüyen finansal gereksinimlerini ancak büyük Yahudi bankerlerin birleşik servetleri karşılayabilirdi. Bu dönem finansal kapitalizmin gelişmesine zemin oluşturacak şekilde bazı Yahudi aileler hükümetlerin mali destekçisi olmak gibi roller üstlendiler.
Devlet müdahalesinden uzak kalarak kendi özel yatırım tarzını sürdüren ve “karlı olmayan” bir yatırım olarak gördüğü işlere mali yönden destek vermeye yanaşmayan ulusal burjuvazi ile devlet arasındaki çatışma, Yahudi bankerler ile hükümetler arasındaki ilişkilerin daha yakınlaşmasına neden oldu. Devletin kurduğu işletmelere mali destek vermeye ve geleceklerini bu yatırımların büyümesine bağlamaya yalnızca Yahudiler cesaret ettiler. Kredi olanakları ve uluslararası bağlantılarıyla Yahudiler, ulus-devletlerin en büyük destekçileri oldular.
19. yüzyılın sonuna gelindiğinde kapitalist ekonominin gelişmesi sınırına geldi ve yeni bir aşamaya geçmeyi zorunlu kıldı. İmparatorluklar ölürken emperyalizm doğuyordu. Emperyalizm, Avrupa’daki uluslararası ilişkilerin temellerini oyarak Avrupa uluslarının arasına kapitalist rekabet ruhunu taşıdı. Bu gelişmenin sonucu olarak bazı Yahudiler de devletlerin ekonomik hayatındaki özgül konumlarını emperyalist bir vizyona göre revize ettiler.
Diğer taraftan, burjuvazi ve diğer mülk sahibi sınıflar devlet yatırımları konusunda önceki yargılarını değiştirdiler. Böylece Yahudiler hükümetler için mali açıdan benzersiz konumlarını yitirmeye başladılar. Avrupalı ulus-devletler, devlet borçları için Yahudilerin desteği olmaksızın da işlerini yürütebilecekleri konusunda güven duyabilirdi artık. Hıristiyan bankaları artan boyutlarda devletlere borç vermeye başladı. Diğer yandan, ulusal burjuvazilerin giderek daha çok ülkelerinin kaderine bağımlı hale geldiklerini fark etmeleri, onları hükümetlere kredi vermeye ikna etti.
Yahudiler artık yegane devlet bankerleri değildiler ama yine de önemli bir unsur olmaya devam ettiler. Artık savaşlarda tedarikçilik yapmıyorlardı ama barış antlaşmalarında mali danışmanlık ve elçilik yapıyorlardı. Versay Barış Anlaşması’nda Yahudiler danışman olarak önemli bir rol oynamıştır. Ama yavaş yavaş Yahudilerin yeni Avrupa düzeninde tasfiyesi de gündeme geldi. Eric Hobsbawm’ın dönemselleştirmesine göre, imparatorluk çağı biterken aslında yegane Avrupalı halk olan Yahudilere karşı nefret söylemi yükselmeye başladı. Modern uluslar tek tek Avrupa siyasal haritasında yerlerini alırken kozmopolitizmi temsil eden Yahudiler faşist öfkeyi üzerlerine çekiyorlardı.
Yahudiler, her zaman devletlere, yani hanedanlara yakın, halklara uzak durmuşlardır. Çünkü her zaman yönetimlerin korumasına ihtiyaç duymuşlardır; halkın içinde olmak pek güvenli olmamıştır. 19. yüzyılın sonunda halkçı bir ideoloji olarak yükselen milliyetçilik Yahudiler için tehdit oluşturuyordu. Çelişkili bir şekilde Avrupa’da demokrasi düşüncesi geliştikçe Yahudilere karşı nefret söylemi de artıyordu. Çünkü halkın kendi kendini yönetmesi düşüncesi kitleleri harekete geçirdikçe, yönetici bir seçkin sınıf haline gelmiş olan Yahudiler ile halkın iradesi karşı karşıya gelmeye başladı. Yahudilerin hükümetler kurup yıkan bir gizli dünya gücü olduğuna dair antisemitist söylemler taraftar topluyordu.
Antisemitizm Avrupa’da siyasal bir ideoloji olarak yükselirken, argümanlarını somut hale getirmek için Rothschild ailesi üzerinden Yahudi “gizli gücünü” kişileştirmeye başvuruyordu. Rothschild ailesi istemeden Avrupa’da bir savaşın çıkamayacağı veya bir devletin borçlanamayacağı söylenir oldu. Rothschild ailesinin Avrupa devletlerinin hükümetleri üzerinde büyük etkileri olduğuna dair efsaneler 19. yüzyılın sonlarından itibaren anlatılmaya başladı.
Oysa Hannah Arendt’e göre, Rothschildlerin diğer Yahudi bankerler gibi, bırakın hükümet devirip kurduracak kudreti olması, henüz o dönem Avrupa’da kendi bekalarını koruyacak güçleri bile yoktu. Bu yüzden diğer Yahudi benzerleri gibi Rothschildler de kendi çıkarları gereği belli bir hükümetle değil, bekalarını korumak adına farklı hükümetlerle ittifak kurmuşlardır. Bazen kararları öyle değişken olabiliyordu ki 1848’de Fransa’da Rothschildler önce Louis Philippe hükümetini, sonra kısa ömürlü yeni Cumhuriyeti, ardından III. Napolyon’u desteklemişlerdir. Ama daha çok monarşik yönetimlerden yana tercihte bulunmuşlardır; çünkü cumhuriyet hükümetleri asla güvenemedikleri halkın iradesine daha fazla dayanıyorlardı.
Nitekim mutlak monarşilerin yerini cumhuriyetler ya da meşrutiyetler alıp ulusun çıkarları yönetimde belirleyici oldukça, antisemitizm toplumsal sınıflar arasında yavaş yavaş kabul görmeye başlamıştır. Toplumun devletle bir şekilde çatışmaya girmiş her sınıfı, Yahudilerin devletle olan sıkı ilişkisinden dolayı antisemitist olmuştur.
19. yüzyılın sonuna doğru emperyalizmin doğuşuna koşut olarak Yahudi bankerler uluslararası konumlarını daha güçlendirme yoluna gittiler. Bu girişim büyük ölçüde Rothschildlerin yükselişinde anlamını bulmuştur. Rothschildler Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Avusturya’daki hükümetlere eşzamanlı olarak destek vermeye karar vererek, Yahudileri Avrupa’dan tasfiye edecek sürecin önüne geçmeye çalıştılar. Böylece, Yahudilerin ve özelde kendilerinin ulusallaşarak asimile olmasını engelleyecek şekilde uluslar üstü, Avrupalı konumlarını güvenceye almış oldular. Ailenin kurucusu Meyer Amschel Rothschild, Yahudilerin Avrupalı statülerini korumanın yolunu kendi ailesini uluslararasılaştırmakta gördü. Avrupa’nın beş finans merkezine (Frankfurt, Paris, Londra, Napoli, Viyana) beş oğlunu yerleştirdi.
Rothschildler iş hayatına Avusturya İmparatorunun otoritesi altında saray görevlisi ve tefecisi olarak başladılar. Aile finansal faaliyetlerle olağanüstü bir servet biriktirdi ve böylece simgesel bir ün kazandı. 19. yüzyılın başlarında İngiltere’nin Kıta Avrupası’na yaptığı yardımların yarısını kontrol ediyorlardı. Napolyon’un yenilmesinden sonra, Avrupa’da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesi ve mali yapılarının Bank of Englandmodeline göre oluşturulması için borç paraya ihtiyaç duyulunca, Rothschildler devlet borçları alanında neredeyse tekel oldular.
Rothschild ailesinin uluslararası bir boyut kazanması ve çok kısa bir zamanda diğer bütün Yahudi bankerlerin üzerine çıkması Avrupa’daki Yahudilerin iç yapısını bütünüyle değiştirdi. Yahudi sermayesinin büyük bir oranının devlet yatırımlarına yönlendirilmesini mümkün kılan ve bu sayede Orta ve Batı Avrupa Yahudilerinin Avrupa’daki konumlarının sağlamlaşması ve güçlenmesi için temel sağlayan etken Rothschildlerin devlet borçları üzerinde kurduğu tekel olmuştur. 17. ve 18. yüzyıllarda farklı ülkelerdeki Yahudi aileler arasındaki düzensiz ilişkiler, bütün önemli Avrupa kentlerinde şubeleri olan, Yahudi halkının bütün kesimleriyle sürekli temas halinde olan ve örgütlenme için gerekli bütün bilgi ve imkanlara sahip olan bir aile şirketi tarafından düzene sokulmuştur.
Arendt’e göre, Rothschild ailesinin Yahudi dünyasındaki bu istisnai konumu, belli bir ölçüde dinsel ve manevi geleneğin kadim bağlarını ikame etmiştir. Gerçekten bu gelenek Avrupa burjuva kültürünün etkisi altında yavaş yavaş sekülerleşmeye başlamıştı. Bu durum Ortodoks görüşe göre Yahudi halkının bekasını tehdit ediyordu. İşte tek başına bu aile ulus-devletler ve ulusal olarak örgütlenmiş halkların oluşturduğu dünyada Yahudi enternasyonalizminin yeniden kuruluşunun bir simgesi haline geldi.
Aile, Yahudilerin asimilasyona ve çözülmeye karşı direnmelerini sağlayan en sağlam ve dirençli kurum olmuştur. Avrupa Yahudiliğinde manevi ve dinsel çözülme döneminde aile bilinci daha gelişmiştir. Avrupa Yahudiliği aileyi son mevzi gibi görmeye ve bütün topluluğa sanki büyük bir aile gibi bakmaya başlamıştır. Böylece Yahudi halkını kan bağının birleştirdiği bir aile olarak resmeden antisemitist imge ile Yahudilerin kendilerini görme biçimleri örtüşmektedir. 19. yüzyılda antisemitizmin doğuşunda ve yükselmesinde bu durum önemli bir etkendir. Antisemitizm de Yahudileri her yerde aynı çıkarlara sahip küresel bir aile şirketi, hükümetleri yöneten bir gizli güç olarak görmektedir.
Hannah Arendt, Antisemitizm adlı kitabında, antisemitizmi, 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkan totaliter ideolojilerin temel bir yapı taşı olarak ele alıp irdelerken, Rothschild ailesiyle ilgili satır aralarında önemli bilgiler veriyor ve biraz taraflı da olsa dikkat çekici tespitler yapıyor.
Kaynak: T24, Süreyya Su
Antisemitizm Avrupa’da siyasal bir ideoloji olarak yükselirken, argümanlarını somut hale getirmek için Rothschild ailesi üzerinden Yahudi “gizli gücünü” kişileştirmeye başvuruyordu…
Antisemitizmin doğuşu, öyle sanıldığı gibi milliyetçiliğin gelişmesine koşut bir süreçle değil, cumhuriyet ve emperyalizmin gelişmesine koşut süreçle ilgilidir. Milliyetçilik ve ulus-devlet ortaya çıktığı erken dönemde tabiiyete dayalı bir eşitlik anlayışı getirdiği için Yahudiler için de eşitlik vaat ediyordu. Fakat zamanla milliyetçilik kan bağına dayalı bir kimlik vurgusu yapıp, ulus-devlet de halk iradesine dayalı bir yönetim biçimi geliştirince Yahudiler eşitlikten yararlanmak şöyle dursun, Feodal düzende kendilerine sağlanan ayrıcalıklar ayrımcılığa dönüşerek toplumdan tasfiye edilmeye çalışılmışlardır. Buna karşı Yahudiler aile bağlarına tutunarak direnmişlerdir.
Feodal toplumda Yahudiler ayrıcalıklı konumlarını soylularla girdikleri mali ilişkilerle sağlamışlardır. Feodal dünyada prenslerin ve kralların sıklıkla paraya ihtiyaçları oluyor ve borçlanmak zorunda kalıyorlardı. Çünkü sık sık savaşıyorlardı. Yahudi tefeciler, efendilerinin uzak diyarlardaki paralı askerlerinin her tür ihtiyacını karşılıyorlardı. Savaşlarda kazanılan ganimetler ve yapılan yağmalarla bu borçlar ödeniyordu. Ayrıca vergiler de önemli bir gelir kaynağıydı. Ama bu durum halkın düşmanlığını besleyerek soyluluğun iktidarının temellerini oyuyordu.
Devletler büyüdükçe daha sürdürülebilir gelir kaynakları aramaya başladılar. 17. yüzyıl sonlarından itibaren devlet ekonomi ve iş hayatına daha fazla karışır oldu ve daha fazla borçlanma gereği duydu. Modern ulus-devletlerin içinden doğduğu mutlak monarşiler, kapitalist gelişme adına düzenli gelir ve güvenilir mali kaynak arayışına girdiler. Ne var ki Avrupa toplumları arasında hiçbir grup, ne devlete borç vermeye ne de devlet yatırımlarının geliştirilmesine katkı yapmaya istekliydi. Tefecilik alanında çok eski tarihlere uzanan bir deneyime sahip olmaları ve Avrupalı soylu ailelerle köklü ilişkileri nedeniyle borçlanmak için Yahudilere başvurmak kaçınılmaz olmuştur.
Mutlak monarşilerin aradıkları mali desteği yine Yahudiler verdiler. Avrupa’daki her hükümdarın yanında her zaman mali işlerini gördüğü bir Yahudi tefecisi olmuştur. 17. ve 18. yüzyıllarda bu tefeci Yahudiler Avrupa genelinde bağlantılara ve kredi olanaklarına sahip tekil kişilerdi; uluslararası bir finansal güç oluşturmuyorlardı.
17 ve 18. yüzyıllarda mutlak monarşilerin vesayeti altında ulus-devletlerin ekonomileri gelişti. Zengin Yahudiler monarklara verdikleri borçlarla devlet yatırımlarını mali yönden destekleyerek ve prenslerin mali işlerini çekip çevirerek nüfuz kazandılar ve ayrıcalıklı bir konuma yükseldiler. En büyük ayrıcalık eşitlikti. 18. yüzyılın sonunda, büyük servete sahip Berlinli Yahudiler, akranları olarak görmedikleri yoksul din kardeşleriyle “eşitlik”lerini paylaşmayı umursamıyorlardı. Zengin Yahudiler eşit hakları değil, ayrıcalıkları ve özel özgürlükleri esas alıyorlardı. Hükümetlerinin ekonomik faaliyetlerini destekleyen ayrıcalıklı Yahudiler, hizmetlerinin karşılığı olarak sahip oldukları hakları, diğer Yahudi kardeşleriyle paylaşmaya hiç de gönüllü değillerdi.
Fransız Devrimi’nden sonra, yerel zengin Yahudilerin karşılayabileceğinden çok daha büyük bir mali yatırım ve dolayısıyla borç miktarı gerektiren modern ulus-devletler ortaya çıktı. Ulus-devletler artık kendilerini dev bir işletme olarak kurmaya başladılar. Bunun üzerine ekonomi devlet işlerinin özel bir alanı haline geldi. Modern ulus-devletlerin büyüyen finansal gereksinimlerini ancak büyük Yahudi bankerlerin birleşik servetleri karşılayabilirdi. Bu dönem finansal kapitalizmin gelişmesine zemin oluşturacak şekilde bazı Yahudi aileler hükümetlerin mali destekçisi olmak gibi roller üstlendiler.
Devlet müdahalesinden uzak kalarak kendi özel yatırım tarzını sürdüren ve “karlı olmayan” bir yatırım olarak gördüğü işlere mali yönden destek vermeye yanaşmayan ulusal burjuvazi ile devlet arasındaki çatışma, Yahudi bankerler ile hükümetler arasındaki ilişkilerin daha yakınlaşmasına neden oldu. Devletin kurduğu işletmelere mali destek vermeye ve geleceklerini bu yatırımların büyümesine bağlamaya yalnızca Yahudiler cesaret ettiler. Kredi olanakları ve uluslararası bağlantılarıyla Yahudiler, ulus-devletlerin en büyük destekçileri oldular.
19. yüzyılın sonuna gelindiğinde kapitalist ekonominin gelişmesi sınırına geldi ve yeni bir aşamaya geçmeyi zorunlu kıldı. İmparatorluklar ölürken emperyalizm doğuyordu. Emperyalizm, Avrupa’daki uluslararası ilişkilerin temellerini oyarak Avrupa uluslarının arasına kapitalist rekabet ruhunu taşıdı. Bu gelişmenin sonucu olarak bazı Yahudiler de devletlerin ekonomik hayatındaki özgül konumlarını emperyalist bir vizyona göre revize ettiler.
Diğer taraftan, burjuvazi ve diğer mülk sahibi sınıflar devlet yatırımları konusunda önceki yargılarını değiştirdiler. Böylece Yahudiler hükümetler için mali açıdan benzersiz konumlarını yitirmeye başladılar. Avrupalı ulus-devletler, devlet borçları için Yahudilerin desteği olmaksızın da işlerini yürütebilecekleri konusunda güven duyabilirdi artık. Hıristiyan bankaları artan boyutlarda devletlere borç vermeye başladı. Diğer yandan, ulusal burjuvazilerin giderek daha çok ülkelerinin kaderine bağımlı hale geldiklerini fark etmeleri, onları hükümetlere kredi vermeye ikna etti.
Yahudiler artık yegane devlet bankerleri değildiler ama yine de önemli bir unsur olmaya devam ettiler. Artık savaşlarda tedarikçilik yapmıyorlardı ama barış antlaşmalarında mali danışmanlık ve elçilik yapıyorlardı. Versay Barış Anlaşması’nda Yahudiler danışman olarak önemli bir rol oynamıştır. Ama yavaş yavaş Yahudilerin yeni Avrupa düzeninde tasfiyesi de gündeme geldi. Eric Hobsbawm’ın dönemselleştirmesine göre, imparatorluk çağı biterken aslında yegane Avrupalı halk olan Yahudilere karşı nefret söylemi yükselmeye başladı. Modern uluslar tek tek Avrupa siyasal haritasında yerlerini alırken kozmopolitizmi temsil eden Yahudiler faşist öfkeyi üzerlerine çekiyorlardı.
Yahudiler, her zaman devletlere, yani hanedanlara yakın, halklara uzak durmuşlardır. Çünkü her zaman yönetimlerin korumasına ihtiyaç duymuşlardır; halkın içinde olmak pek güvenli olmamıştır. 19. yüzyılın sonunda halkçı bir ideoloji olarak yükselen milliyetçilik Yahudiler için tehdit oluşturuyordu. Çelişkili bir şekilde Avrupa’da demokrasi düşüncesi geliştikçe Yahudilere karşı nefret söylemi de artıyordu. Çünkü halkın kendi kendini yönetmesi düşüncesi kitleleri harekete geçirdikçe, yönetici bir seçkin sınıf haline gelmiş olan Yahudiler ile halkın iradesi karşı karşıya gelmeye başladı. Yahudilerin hükümetler kurup yıkan bir gizli dünya gücü olduğuna dair antisemitist söylemler taraftar topluyordu.
Antisemitizm Avrupa’da siyasal bir ideoloji olarak yükselirken, argümanlarını somut hale getirmek için Rothschild ailesi üzerinden Yahudi “gizli gücünü” kişileştirmeye başvuruyordu. Rothschild ailesi istemeden Avrupa’da bir savaşın çıkamayacağı veya bir devletin borçlanamayacağı söylenir oldu. Rothschild ailesinin Avrupa devletlerinin hükümetleri üzerinde büyük etkileri olduğuna dair efsaneler 19. yüzyılın sonlarından itibaren anlatılmaya başladı.
Oysa Hannah Arendt’e göre, Rothschildlerin diğer Yahudi bankerler gibi, bırakın hükümet devirip kurduracak kudreti olması, henüz o dönem Avrupa’da kendi bekalarını koruyacak güçleri bile yoktu. Bu yüzden diğer Yahudi benzerleri gibi Rothschildler de kendi çıkarları gereği belli bir hükümetle değil, bekalarını korumak adına farklı hükümetlerle ittifak kurmuşlardır. Bazen kararları öyle değişken olabiliyordu ki 1848’de Fransa’da Rothschildler önce Louis Philippe hükümetini, sonra kısa ömürlü yeni Cumhuriyeti, ardından III. Napolyon’u desteklemişlerdir. Ama daha çok monarşik yönetimlerden yana tercihte bulunmuşlardır; çünkü cumhuriyet hükümetleri asla güvenemedikleri halkın iradesine daha fazla dayanıyorlardı.
Nitekim mutlak monarşilerin yerini cumhuriyetler ya da meşrutiyetler alıp ulusun çıkarları yönetimde belirleyici oldukça, antisemitizm toplumsal sınıflar arasında yavaş yavaş kabul görmeye başlamıştır. Toplumun devletle bir şekilde çatışmaya girmiş her sınıfı, Yahudilerin devletle olan sıkı ilişkisinden dolayı antisemitist olmuştur.
19. yüzyılın sonuna doğru emperyalizmin doğuşuna koşut olarak Yahudi bankerler uluslararası konumlarını daha güçlendirme yoluna gittiler. Bu girişim büyük ölçüde Rothschildlerin yükselişinde anlamını bulmuştur. Rothschildler Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Avusturya’daki hükümetlere eşzamanlı olarak destek vermeye karar vererek, Yahudileri Avrupa’dan tasfiye edecek sürecin önüne geçmeye çalıştılar. Böylece, Yahudilerin ve özelde kendilerinin ulusallaşarak asimile olmasını engelleyecek şekilde uluslar üstü, Avrupalı konumlarını güvenceye almış oldular. Ailenin kurucusu Meyer Amschel Rothschild, Yahudilerin Avrupalı statülerini korumanın yolunu kendi ailesini uluslararasılaştırmakta gördü. Avrupa’nın beş finans merkezine (Frankfurt, Paris, Londra, Napoli, Viyana) beş oğlunu yerleştirdi.
Rothschildler iş hayatına Avusturya İmparatorunun otoritesi altında saray görevlisi ve tefecisi olarak başladılar. Aile finansal faaliyetlerle olağanüstü bir servet biriktirdi ve böylece simgesel bir ün kazandı. 19. yüzyılın başlarında İngiltere’nin Kıta Avrupası’na yaptığı yardımların yarısını kontrol ediyorlardı. Napolyon’un yenilmesinden sonra, Avrupa’da devlet aygıtlarının yeniden düzenlenmesi ve mali yapılarının Bank of Englandmodeline göre oluşturulması için borç paraya ihtiyaç duyulunca, Rothschildler devlet borçları alanında neredeyse tekel oldular.
Rothschild ailesinin uluslararası bir boyut kazanması ve çok kısa bir zamanda diğer bütün Yahudi bankerlerin üzerine çıkması Avrupa’daki Yahudilerin iç yapısını bütünüyle değiştirdi. Yahudi sermayesinin büyük bir oranının devlet yatırımlarına yönlendirilmesini mümkün kılan ve bu sayede Orta ve Batı Avrupa Yahudilerinin Avrupa’daki konumlarının sağlamlaşması ve güçlenmesi için temel sağlayan etken Rothschildlerin devlet borçları üzerinde kurduğu tekel olmuştur. 17. ve 18. yüzyıllarda farklı ülkelerdeki Yahudi aileler arasındaki düzensiz ilişkiler, bütün önemli Avrupa kentlerinde şubeleri olan, Yahudi halkının bütün kesimleriyle sürekli temas halinde olan ve örgütlenme için gerekli bütün bilgi ve imkanlara sahip olan bir aile şirketi tarafından düzene sokulmuştur.
Arendt’e göre, Rothschild ailesinin Yahudi dünyasındaki bu istisnai konumu, belli bir ölçüde dinsel ve manevi geleneğin kadim bağlarını ikame etmiştir. Gerçekten bu gelenek Avrupa burjuva kültürünün etkisi altında yavaş yavaş sekülerleşmeye başlamıştı. Bu durum Ortodoks görüşe göre Yahudi halkının bekasını tehdit ediyordu. İşte tek başına bu aile ulus-devletler ve ulusal olarak örgütlenmiş halkların oluşturduğu dünyada Yahudi enternasyonalizminin yeniden kuruluşunun bir simgesi haline geldi.
Aile, Yahudilerin asimilasyona ve çözülmeye karşı direnmelerini sağlayan en sağlam ve dirençli kurum olmuştur. Avrupa Yahudiliğinde manevi ve dinsel çözülme döneminde aile bilinci daha gelişmiştir. Avrupa Yahudiliği aileyi son mevzi gibi görmeye ve bütün topluluğa sanki büyük bir aile gibi bakmaya başlamıştır. Böylece Yahudi halkını kan bağının birleştirdiği bir aile olarak resmeden antisemitist imge ile Yahudilerin kendilerini görme biçimleri örtüşmektedir. 19. yüzyılda antisemitizmin doğuşunda ve yükselmesinde bu durum önemli bir etkendir. Antisemitizm de Yahudileri her yerde aynı çıkarlara sahip küresel bir aile şirketi, hükümetleri yöneten bir gizli güç olarak görmektedir.
Hannah Arendt, Antisemitizm adlı kitabında, antisemitizmi, 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkan totaliter ideolojilerin temel bir yapı taşı olarak ele alıp irdelerken, Rothschild ailesiyle ilgili satır aralarında önemli bilgiler veriyor ve biraz taraflı da olsa dikkat çekici tespitler yapıyor.
Paylaş: