Geçtiğimiz pazar günü, Birleşmiş Milletler’in 2005 yılında kabul ettiği ‘27 Ocak Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü’ dolayısıyla, Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği (SEHAK), Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir anma etkinliği gerçekleştirdi. Hala anlaşılmaya çalışılan bu — tabiri çok da caiz olmayan — ‘felaket’, tarihi ve günümüze ulaşan etkileri üzerinden ele alındı. Aslında bu olaya bir isim yakıştırmada yaşanan zorluk belki de anlaşılmasının zorluğuna işaret ediyor. Sayıların bu kadar yüksek olduğu, bilinçli ve sistematik bir katliamı bütünüyle algılamak kolay bir iş değil.
Etkinlikteki konuşmacılardan 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi müdürü ve küratörü Nisya İşman Allovi, bir belgesel filmden bahsetti. ‘Ataşlar’ adlı bu film, Amerika’nın Tennessee eyaletindeki bir okulda, öğrencilerin 6 milyon insan hayatını algılayabilmeleri için onlara 6 milyon ataşı birleştirme ödevi verilmesini işliyor. Fakat Naziler tarafından diğer öldürülenler de eklenince, sayıların vahametini vurgularcasına, okula birçok yerden bağış olarak ataş gönderilmesi gerekiyor.
Konuşmacılar henüz hazırlanırken, etkinliğin posteri projektör ile çoktan beyaz perdeye yansıtılmıştı; ben de başlığı okudum: ‘Holokost Anma Etkinliği: 11 milyon kurbanın anısına’. Bu, sanırım daha önce katıldığım herhangi bir Holokost anma etkinliğinde, en azından başlıkta karşılaşmadığım bir ifadeydi: 11 milyon. Tabii ki ne zaman Holokost söz konusu olsa, bu soykırımda sadece Yahudilerin değil; Roman/Çingenelerin, eşcinsellerin, komünistlerin, ve daha birçok farklı grubun da öldürüldüğüne değinilir. Fakat bunun başlıkta vurgulanması ve alışılageldik 6 milyondan ziyade 11 milyon ifadesinin kullanılması olumlu anlamda dikkatimi çekti.
Hem konuşmacı hem de moderatör olarak katılan SEHAK üyesi Işıl Demirel, etkinliğe şunları söyleyerek başlangıç yaptı: “Bugün biliyoruz ki Holokost, […] filmlerin, kitapların, belgesellerin anlatamayacağı kadar uzun, planlı programlı bir süreç ve daha da ötesi zihniyet meselesi.”
Olanlarla (daha doğrusu yapılanlarla) ve durumu bir soykırıma kadar sürükleyen mantaliteyle yüzleşmek, etkinliğin ana konularından biriydi. Bu mesele elbette senenin bir pazar günü 50 kişinin buluşup tartışmasıyla çözümlenemeyecek kadar karmaşık gerçeklikler içeriyor; ancak bu tür etkinliklerin amacı da herhalde cevap bulmaktan çok, önemli sorular doğurmak, tıpkı bende olduğu gibi.
Işıl Demirel ‘Holokost: İkici Dünya Savaşını Anlamak’ başlıklı konuşmasında, Hitler ve partisinin 1933’te başa geçmesinden itibaren Nihai Çözüm’ün uygulamaya geçirilmesine kadar olan sürecin nasıl ilerlediğinden bahsetti. Teşvikler, kampanyalar, hızlıca yürürlüğe giren ve gittikçe özgürlükleri daha da kısıtlayan yasaları bir bir Işıl’ın ağzından dinlerken tarihe bugünden bakıp gidişatın ne yönde olacağını görmek kolay. Ama o günleri yaşayan insanlar, o sırada gelişmeleri nasıl algılıyorlardı?
Kesin olan şu ki, gaz odaları ve krematoryumlar Nazi ideolojisinin doğal birer sonuçlarıydı. Yani Işıl’ın da dikkatimizi çektiği gibi, Holokost ne gaz odalarıyla ne de toplama kamplarıyla başlamıştı.
Etkinlik sonrası arkadaşımla yürürken; kötülüğün ne demek olduğundan, sıradan insanların ne kadar sorumluluk taşıdığından konuyu açtık. Kim ne kadar suçluydu, kim ne kadar biliyordu, kimin elinden ne gelirdi? Bunlara dair aklımızda cevaplardan çok sorular var. Ama bu zor soruları cevaplamaya çalışmış, hatta hayatını buna adamış birçok isim mevcut ve onların rehberliğinde bazı ipuçları bulabiliriz.
İtalyan kimyager ve Holokost kurtulanı Primo Levi, ölmeden yazdığı son kitabı ‘Boğulanlar ve Kurtulanlar’’da bu konuyu tartışmaya açıyor. Kitabın son bölümünde Levi, Auschwitz deneyimini anlatan ilk kitabı Eğer Bu Bir İnsansa’yı okuyan ve orada yaşadıklarını detaylıca öğrenen Almanlarla mektuplaşmalarını paylaşarak, Holokost’u anlama teşebbüsünde bize de yardımcı oluyor.
İlk kitabında Primo Levi Almanlara şunu söylemek istemişti: “Hayattayım, sizi yargılayabilmek adına sizi anlamak istiyorum.” Kitabını Almanca’ya çeviren Hans Reidt’e yazdığı mektupta, Almanlara karşı bir nefret beslemediğini fakat onları anlamadığını ve bu anlayamamanın onda acı yaratan ve doldurulmaya ihtiyacı olan bir boşluk yarattığını söylüyordu.
Paylaştıkları arasından görünüşe göre Levi’yi en çok afallatan, Hamburglu bir adam ve karısının gönderdiği mektup. Bu mektupta Levi ‘günah çıkaran’ ama bir yandan da kendini aklama girişiminde bulunan Almanlara rastlıyor: “Hitler bizde şüphe uyandırıyordu, doğru; ama kesinlikle kötünün iyisi gibi duruyordu.” Hamburglu okur, mektubunu bitirirken Levi’nin memleketi İtalya’ya yakınlığını belirterek, raflarında Dante ve Boccaccio’yu bulundurduğunu söylüyor. Buna karşılık Levi taviz vermekten kaçınarak cevabında şunu yazıyor: “(…) benim raflarımda Dante ve Boccaccio’nun yanında Hitler’in daha başa gelmeden çok yıllar önce kaleme aldığı Kavgam duruyor. Bu adam bir hain değildi; fikirleri gayet açık olan tutarlı bir fanatikti.”
Diğer mektuplar, bu kadar gerçekten kaçmasa da bazı istisnalar hariç bir parça sorumluluk taşımaya tereddütle yaklaşan ve daha çok liderlerini, hemşerilerini ya da dedelerini suçlayan tarzda yazılmış. Almanların kendi geçmişleriyle yüzleşme çabalarını görmezlikten gelmese de, Primo Levi ifadelerinde çekingen davranmıyor ve şu tespitte bulunuyor: Küçük veya büyük çapta sorumluluk; gerek düşünce tembelliğinden olsun, gerekse miyopça bir hesaplamadan olsun, aptallıktan ya da milli gururdan olsun, Hitler’in ‘güzel sözlerini’ işin daha başında kabul eden Almanların çoğunluğunundur. Çünkü bu söylemlere işlerine geldiği sürece karşı çıkmamış, sadece siyasi durum değişince ve artık ‘gerekli’ görüldüğünde pişmanlık ifade etmişlerdir.
İşin faillerine, yani açıkça herkesin suçlu bulduğu Nazilere gelecek olursak; Primo Levi, onları bizden farklı bir tür gibi, şeytani varlıklar olarak görmememiz için uyarıyor: “[Naziler] bizimle aynı hamurdan yoğurulmuşlardı; ortalama insanlardı: ortalama derecede akıllı, ortalama derecede kötü. İstisnalar dışında hiçbiri canavar değildi; bizimle aynı suratlara sahiplerdi… ama kötü eğitilmişlerdi.”
Bunun ışığında Aleksadr Soljenitsin’in Gulag Takım Adaları’ndan şu ünlü satırları da hatırlamakta yarar var: “Keşke bir yerlerde sinsice kötü şeyler yapan kötü insanlar olsaydı ve sadece onları geri kalanımızdan ayırıp yok edebilseydik. Ama iyiyle kötüyü ayıran çizgi her insanın kalbinden geçer, ve kendi kalbinden bir parçayı yok etmeyi kim ister ki?”
Etkinliğin konuşmalardan sonraki tartışma bölümünde, “Bugün biz de bazı haksızlıklara acaba susuyor muyuz?” sorusu ortaya atıldı. Kuşkusuz, yine Primo Levi’nin sözlerini kullanacak olursak, dünyada acıya sebep olmak için çok zahmete girmeye gerek yok; görmemek, dinlememek ve yapmamak yeterli. Geçmişte yaşananlar tekrarlanabilir, vicdanlar yeniden kararabilir; bizim kendi vicdanlarımız da dahil.
Bu gibi etkinliklerin görmek için gözleri, dinlemek için kulakları açmaya vesile olması dileğiyle…
Geçtiğimiz pazar günü, Birleşmiş Milletler’in 2005 yılında kabul ettiği ‘27 Ocak Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü’ dolayısıyla, Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği (SEHAK), Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir anma etkinliği gerçekleştirdi. Hala anlaşılmaya çalışılan bu — tabiri çok da caiz olmayan — ‘felaket’, tarihi ve günümüze ulaşan etkileri üzerinden ele alındı. Aslında bu olaya bir isim yakıştırmada yaşanan zorluk belki de anlaşılmasının zorluğuna işaret ediyor. Sayıların bu kadar yüksek olduğu, bilinçli ve sistematik bir katliamı bütünüyle algılamak kolay bir iş değil.
Etkinlikteki konuşmacılardan 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi müdürü ve küratörü Nisya İşman Allovi, bir belgesel filmden bahsetti. ‘Ataşlar’ adlı bu film, Amerika’nın Tennessee eyaletindeki bir okulda, öğrencilerin 6 milyon insan hayatını algılayabilmeleri için onlara 6 milyon ataşı birleştirme ödevi verilmesini işliyor. Fakat Naziler tarafından diğer öldürülenler de eklenince, sayıların vahametini vurgularcasına, okula birçok yerden bağış olarak ataş gönderilmesi gerekiyor.
Konuşmacılar henüz hazırlanırken, etkinliğin posteri projektör ile çoktan beyaz perdeye yansıtılmıştı; ben de başlığı okudum: ‘Holokost Anma Etkinliği: 11 milyon kurbanın anısına’. Bu, sanırım daha önce katıldığım herhangi bir Holokost anma etkinliğinde, en azından başlıkta karşılaşmadığım bir ifadeydi: 11 milyon. Tabii ki ne zaman Holokost söz konusu olsa, bu soykırımda sadece Yahudilerin değil; Roman/Çingenelerin, eşcinsellerin, komünistlerin, ve daha birçok farklı grubun da öldürüldüğüne değinilir. Fakat bunun başlıkta vurgulanması ve alışılageldik 6 milyondan ziyade 11 milyon ifadesinin kullanılması olumlu anlamda dikkatimi çekti.
Hem konuşmacı hem de moderatör olarak katılan SEHAK üyesi Işıl Demirel, etkinliğe şunları söyleyerek başlangıç yaptı: “Bugün biliyoruz ki Holokost, […] filmlerin, kitapların, belgesellerin anlatamayacağı kadar uzun, planlı programlı bir süreç ve daha da ötesi zihniyet meselesi.”
Olanlarla (daha doğrusu yapılanlarla) ve durumu bir soykırıma kadar sürükleyen mantaliteyle yüzleşmek, etkinliğin ana konularından biriydi. Bu mesele elbette senenin bir pazar günü 50 kişinin buluşup tartışmasıyla çözümlenemeyecek kadar karmaşık gerçeklikler içeriyor; ancak bu tür etkinliklerin amacı da herhalde cevap bulmaktan çok, önemli sorular doğurmak, tıpkı bende olduğu gibi.
Işıl Demirel ‘Holokost: İkici Dünya Savaşını Anlamak’ başlıklı konuşmasında, Hitler ve partisinin 1933’te başa geçmesinden itibaren Nihai Çözüm’ün uygulamaya geçirilmesine kadar olan sürecin nasıl ilerlediğinden bahsetti. Teşvikler, kampanyalar, hızlıca yürürlüğe giren ve gittikçe özgürlükleri daha da kısıtlayan yasaları bir bir Işıl’ın ağzından dinlerken tarihe bugünden bakıp gidişatın ne yönde olacağını görmek kolay. Ama o günleri yaşayan insanlar, o sırada gelişmeleri nasıl algılıyorlardı?
Kesin olan şu ki, gaz odaları ve krematoryumlar Nazi ideolojisinin doğal birer sonuçlarıydı. Yani Işıl’ın da dikkatimizi çektiği gibi, Holokost ne gaz odalarıyla ne de toplama kamplarıyla başlamıştı.
Etkinlik sonrası arkadaşımla yürürken; kötülüğün ne demek olduğundan, sıradan insanların ne kadar sorumluluk taşıdığından konuyu açtık. Kim ne kadar suçluydu, kim ne kadar biliyordu, kimin elinden ne gelirdi? Bunlara dair aklımızda cevaplardan çok sorular var. Ama bu zor soruları cevaplamaya çalışmış, hatta hayatını buna adamış birçok isim mevcut ve onların rehberliğinde bazı ipuçları bulabiliriz.
İtalyan kimyager ve Holokost kurtulanı Primo Levi, ölmeden yazdığı son kitabı ‘Boğulanlar ve Kurtulanlar’’da bu konuyu tartışmaya açıyor. Kitabın son bölümünde Levi, Auschwitz deneyimini anlatan ilk kitabı Eğer Bu Bir İnsansa’yı okuyan ve orada yaşadıklarını detaylıca öğrenen Almanlarla mektuplaşmalarını paylaşarak, Holokost’u anlama teşebbüsünde bize de yardımcı oluyor.
İlk kitabında Primo Levi Almanlara şunu söylemek istemişti: “Hayattayım, sizi yargılayabilmek adına sizi anlamak istiyorum.” Kitabını Almanca’ya çeviren Hans Reidt’e yazdığı mektupta, Almanlara karşı bir nefret beslemediğini fakat onları anlamadığını ve bu anlayamamanın onda acı yaratan ve doldurulmaya ihtiyacı olan bir boşluk yarattığını söylüyordu.
Paylaştıkları arasından görünüşe göre Levi’yi en çok afallatan, Hamburglu bir adam ve karısının gönderdiği mektup. Bu mektupta Levi ‘günah çıkaran’ ama bir yandan da kendini aklama girişiminde bulunan Almanlara rastlıyor: “Hitler bizde şüphe uyandırıyordu, doğru; ama kesinlikle kötünün iyisi gibi duruyordu.” Hamburglu okur, mektubunu bitirirken Levi’nin memleketi İtalya’ya yakınlığını belirterek, raflarında Dante ve Boccaccio’yu bulundurduğunu söylüyor. Buna karşılık Levi taviz vermekten kaçınarak cevabında şunu yazıyor: “(…) benim raflarımda Dante ve Boccaccio’nun yanında Hitler’in daha başa gelmeden çok yıllar önce kaleme aldığı Kavgam duruyor. Bu adam bir hain değildi; fikirleri gayet açık olan tutarlı bir fanatikti.”
Diğer mektuplar, bu kadar gerçekten kaçmasa da bazı istisnalar hariç bir parça sorumluluk taşımaya tereddütle yaklaşan ve daha çok liderlerini, hemşerilerini ya da dedelerini suçlayan tarzda yazılmış. Almanların kendi geçmişleriyle yüzleşme çabalarını görmezlikten gelmese de, Primo Levi ifadelerinde çekingen davranmıyor ve şu tespitte bulunuyor: Küçük veya büyük çapta sorumluluk; gerek düşünce tembelliğinden olsun, gerekse miyopça bir hesaplamadan olsun, aptallıktan ya da milli gururdan olsun, Hitler’in ‘güzel sözlerini’ işin daha başında kabul eden Almanların çoğunluğunundur. Çünkü bu söylemlere işlerine geldiği sürece karşı çıkmamış, sadece siyasi durum değişince ve artık ‘gerekli’ görüldüğünde pişmanlık ifade etmişlerdir.
İşin faillerine, yani açıkça herkesin suçlu bulduğu Nazilere gelecek olursak; Primo Levi, onları bizden farklı bir tür gibi, şeytani varlıklar olarak görmememiz için uyarıyor: “[Naziler] bizimle aynı hamurdan yoğurulmuşlardı; ortalama insanlardı: ortalama derecede akıllı, ortalama derecede kötü. İstisnalar dışında hiçbiri canavar değildi; bizimle aynı suratlara sahiplerdi… ama kötü eğitilmişlerdi.”
Bunun ışığında Aleksadr Soljenitsin’in Gulag Takım Adaları’ndan şu ünlü satırları da hatırlamakta yarar var: “Keşke bir yerlerde sinsice kötü şeyler yapan kötü insanlar olsaydı ve sadece onları geri kalanımızdan ayırıp yok edebilseydik. Ama iyiyle kötüyü ayıran çizgi her insanın kalbinden geçer, ve kendi kalbinden bir parçayı yok etmeyi kim ister ki?”
Etkinliğin konuşmalardan sonraki tartışma bölümünde, “Bugün biz de bazı haksızlıklara acaba susuyor muyuz?” sorusu ortaya atıldı. Kuşkusuz, yine Primo Levi’nin sözlerini kullanacak olursak, dünyada acıya sebep olmak için çok zahmete girmeye gerek yok; görmemek, dinlememek ve yapmamak yeterli. Geçmişte yaşananlar tekrarlanabilir, vicdanlar yeniden kararabilir; bizim kendi vicdanlarımız da dahil.
Bu gibi etkinliklerin görmek için gözleri, dinlemek için kulakları açmaya vesile olması dileğiyle…
Paylaş: