Kaynak: Agos, Vartan Estukyan
Kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerin son ustalarıyla yapılmış mülakatlardan oluşan ‘Kolay Gelsin’ ve Türkiye’deki gayrimüslim toplumlara mensup kişilerin isimleriyle ilgili deneyimlerini anlattıkları ‘İsmiyle Yaşamak’ adlı söyleşi kitaplarını hazırlayan Rita Ender’in üçüncü kitabı ‘Aile Yadigârları’ İletişim Yayınları etiketiyle yayımlandı. Kitapta, Ender’in söyleşilerine Reysi Kamhi’nin çizimleri eşlik ediyor. Rita Ender’le, Türkiyeli 30 Yahudi gençle yaptığı söyleşilerin yer aldığı yeni kitabı üzerine konuştuk.
Yahudi gençlerle ‘aile yadigârları’ üzerine konuşma fikri nasıl doğdu?
Aslında bu kitap bir çeşit siparişti. Fransa’daki Lior Yayınları’nın kurucusu François Azar, Reysi’yle birlikte bir kitap üretmemizi istedi. François, çalışmalarımızı bir süredir yakından takip ediyordu zaten. Türkiye’deki Yahudi gençlerle Yahudi İspanyolcası üzerine yaptığım ‘Las Ultimas Palavras’ belgeselinin Paris’teki gösteriminden sonra –ki o belgeselin afişini de Reysi çizmişti–, bizden Türkiye’deki Yahudi gençler hakkında bir çalışma yapmamızı talep etti. Hemen kabul ettik ve belki 10 dakika içinde, François’ya aile yadigârları üzerine çalışacağımızı söyleyip işe koyulduk. Reysi resimleri, ben yazıları aşağı yukarı bir yıl içinde tamamladık ve yayınevine gönderdik. Önümüzdeki aylarda, belki Kasım’da, belki Aralık’ta Fransa’da da yayımlanacak. Bu arada, çalışmamızı İletişim Yayınları’nın değerlendirmesine de sunduk ve şanslıyız ki, olumlu yanıt aldık.
Türkiye’deki Yahudi toplumunun, diğer gayrimüslim toplumlara göre biraz daha içe kapanık olduğu söylenebilir. Gençlerle söyleşi yapmak, onları konuşturmak sizin için zor oldu mu?
Hayır. Bildiğiniz gibi ben zaten ‘içerde’yim, içerdenim. Dolayısıyla bu ‘önyargı’ veya ‘yargı’nın benim için insanlarla konuşmak açısından hiç önemi yok. Ayrıca bu kitaptaki insanların, yani Türkiyeli genç Yahudilerin diğer gayrimüslim toplumlarındaki gençlere kıyasla daha ‘içe kapanık’ olduğuna pek inanmıyorum. Bunun artık mümkün olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz, görüyoruz –ve hatta takip ediyoruz– ki insanlar öğle yemeklerinden nişan yüzüklerine, en iyi arkadaşlarından en acılı günlerine kadar her şeyleriyle sosyal medyada var olmayı alışkanlık haline getirdiler. Bu kadar özgür ve neredeyse sınırsız bir alanda kapalı kalmak kimse için kolay değil. Bununla beraber, gayet tabii, kimsenin ve hiçbir toplumun içe kapanık olması bir suç değil. Fakat maalesef bir sonuç, bir gösterge. Hukuka güven olmadığının göstergesi mesela. Nefretin, şiddetin bir sonucu mesela. Bunlardan bahsetmek, bu konular üzerine konuşturmak kolay mıydı diye soruyorsanız, kitabın içindeki 30 kişinin 12’sinin tüm bu sebepler, belki ‘konuşulamayanlar’ nedeniyle farklı ülkelere göç etmiş olduğunu söyleyebilirim.
Kitap için söyleşi yapma teklifinizi geri çeviren kimse oldu mu?
Adanalı bir Yahudi’yle yapacağım söyleşinin bu kitapta yer almasını çok istiyordum. ‘Adanalı erkek’ tiplemesi nedeniyle ve galiba maçoluğun din tanımaz bir olgu olduğunu gösterebilmek maksadıyla, önce bir erkekle söyleşi yapmak istedim. Yalnızca simaen tanıdığım birinin kapısını çaldım, işlerinin çok yoğun olduğunu söyledi ve kabul etmedi. İyi ki etmemiş, çünkü sonra Suzi (Amado) aklıma geldi. Suzi, 10-15 yıllık arkadaşım. Psikoloji eğitimi almış olan bir sanat terapisti. Suzi, maçoluğu değil ama kadın olmayı ve evliliğin Yahudi bir kadın üzerinde nasıl büyük bir baskı olabildiğini, bu konu hakkında fütursuzca yorum yapan cemaat üyelerinin nasıl can yakabildiğini çok içten ve savunmasız bir şekilde anlattı. Üstelik tüm bunları, aile yadigârı olarak tanımladığı bir penis tutacağıyla, yani sünnet olan bebeklerin penisinin tutulduğu bir aletle ilişkilendirerek anlattı. İyi ki anlattı.
‘Aile yadigârı’ kavramı sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizin aile yadigârınız nedir?
Yadigâr, tılsımı olan bir kelime bence. Çağrışımı var. Başka dillere çevrilmesi zor. Mesela Fransızcaya ‘nesne’ olarak, ‘objet de famille’ (aile nesnesi) olarak çevrildi. Çevrildi çevrilmesine ama bence yerine oturmadı, epey havada kaldı. Çünkü kitapta örnekleri olduğu gibi, yadigârlar ille de somut şeyler değiller. Bu yüzden, kabiliyetli de bir kelime sanki. Aynı anda çok şeyi anlatıyor. Başına ‘aile’ konunca elbet biraz sınırlanıyor, mecburen şekilleniyor. Herkesin sınırlarından biri, bir şekilde ailesi çünkü.
Benim ailemden yadigâr, anneannemin annesi Madame Janet’ten kalan bir yüzük. Sade, uzun ve bence zarif bir şey. Kimdi o yüzüğün gerçek sahibi Madam Janet? İyi kalpli bir kadındı. Neşeliydi. İspanyolca konuşur, Türkçe şarkı söylerdi. Komikti, en çok kendiyle dalga geçerdi. Epey korkaktı. Yangından, denizden, polisten, ölümden, her şeyden korkardı. Öldü, neredeyse 10 yıl önce. Rahat uyusun.
Kitapta en çok dikkatinizi çeken, sizi en çok etkileyen hikâye hangisiydi?
‘En çok’u seçemem. Çoğu çok özeldi. Selin ve Virna’nın anneannelerini, Alper’in dedesini yâd edişi, Avi’nin Vancouver’dan İstanbul’u düşlemesi, Işıl’ın Yahudiliğini keşfetme hikâyesi… Sibel’in yaptığı benzetmeyi, konuştuğumuz günden beri hiç unutmuyorum. Aile yadigârının nesilden nesle aktarımını bir ‘rite of passage’, geçiş ayini olarak niteledi. Çok önemli bir tanımlamaydı bence, çünkü sahiden de insanlar geçiş dönemlerinde bazı duyguları ve belki nesneleri teslim alıyorlar. Sonra, Hay ve Ceki ile yaptığım söyleşiler benim için çok ilginçti. Niso, benim kuzenim, en yakınlarımdan biri. Dedesinin vefatından kısa bir süre sonra onunla söyleştik, ölümü kavrayış ve kabulleniş hali beni allak bullak etti. Ve Fiona’nın şu sorusu, bana yaşama bağlı olduğumuzu düşündürdü: “Ailemden bana ne kaldı ve ben çocuğuma ne aktaracağım?” Bütün bu sorular ve kavramlar üzerine bu kitap aracılığıyla düşündüğüm için çok mutluyum.
Kaynak: Agos, Vartan Estukyan
Kaybolmaya yüz tutmuş mesleklerin son ustalarıyla yapılmış mülakatlardan oluşan ‘Kolay Gelsin’ ve Türkiye’deki gayrimüslim toplumlara mensup kişilerin isimleriyle ilgili deneyimlerini anlattıkları ‘İsmiyle Yaşamak’ adlı söyleşi kitaplarını hazırlayan Rita Ender’in üçüncü kitabı ‘Aile Yadigârları’ İletişim Yayınları etiketiyle yayımlandı. Kitapta, Ender’in söyleşilerine Reysi Kamhi’nin çizimleri eşlik ediyor. Rita Ender’le, Türkiyeli 30 Yahudi gençle yaptığı söyleşilerin yer aldığı yeni kitabı üzerine konuştuk.
Yahudi gençlerle ‘aile yadigârları’ üzerine konuşma fikri nasıl doğdu?
Aslında bu kitap bir çeşit siparişti. Fransa’daki Lior Yayınları’nın kurucusu François Azar, Reysi’yle birlikte bir kitap üretmemizi istedi. François, çalışmalarımızı bir süredir yakından takip ediyordu zaten. Türkiye’deki Yahudi gençlerle Yahudi İspanyolcası üzerine yaptığım ‘Las Ultimas Palavras’ belgeselinin Paris’teki gösteriminden sonra –ki o belgeselin afişini de Reysi çizmişti–, bizden Türkiye’deki Yahudi gençler hakkında bir çalışma yapmamızı talep etti. Hemen kabul ettik ve belki 10 dakika içinde, François’ya aile yadigârları üzerine çalışacağımızı söyleyip işe koyulduk. Reysi resimleri, ben yazıları aşağı yukarı bir yıl içinde tamamladık ve yayınevine gönderdik. Önümüzdeki aylarda, belki Kasım’da, belki Aralık’ta Fransa’da da yayımlanacak. Bu arada, çalışmamızı İletişim Yayınları’nın değerlendirmesine de sunduk ve şanslıyız ki, olumlu yanıt aldık.
Türkiye’deki Yahudi toplumunun, diğer gayrimüslim toplumlara göre biraz daha içe kapanık olduğu söylenebilir. Gençlerle söyleşi yapmak, onları konuşturmak sizin için zor oldu mu?
Hayır. Bildiğiniz gibi ben zaten ‘içerde’yim, içerdenim. Dolayısıyla bu ‘önyargı’ veya ‘yargı’nın benim için insanlarla konuşmak açısından hiç önemi yok. Ayrıca bu kitaptaki insanların, yani Türkiyeli genç Yahudilerin diğer gayrimüslim toplumlarındaki gençlere kıyasla daha ‘içe kapanık’ olduğuna pek inanmıyorum. Bunun artık mümkün olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz, görüyoruz –ve hatta takip ediyoruz– ki insanlar öğle yemeklerinden nişan yüzüklerine, en iyi arkadaşlarından en acılı günlerine kadar her şeyleriyle sosyal medyada var olmayı alışkanlık haline getirdiler. Bu kadar özgür ve neredeyse sınırsız bir alanda kapalı kalmak kimse için kolay değil. Bununla beraber, gayet tabii, kimsenin ve hiçbir toplumun içe kapanık olması bir suç değil. Fakat maalesef bir sonuç, bir gösterge. Hukuka güven olmadığının göstergesi mesela. Nefretin, şiddetin bir sonucu mesela. Bunlardan bahsetmek, bu konular üzerine konuşturmak kolay mıydı diye soruyorsanız, kitabın içindeki 30 kişinin 12’sinin tüm bu sebepler, belki ‘konuşulamayanlar’ nedeniyle farklı ülkelere göç etmiş olduğunu söyleyebilirim.
Kitap için söyleşi yapma teklifinizi geri çeviren kimse oldu mu?
Adanalı bir Yahudi’yle yapacağım söyleşinin bu kitapta yer almasını çok istiyordum. ‘Adanalı erkek’ tiplemesi nedeniyle ve galiba maçoluğun din tanımaz bir olgu olduğunu gösterebilmek maksadıyla, önce bir erkekle söyleşi yapmak istedim. Yalnızca simaen tanıdığım birinin kapısını çaldım, işlerinin çok yoğun olduğunu söyledi ve kabul etmedi. İyi ki etmemiş, çünkü sonra Suzi (Amado) aklıma geldi. Suzi, 10-15 yıllık arkadaşım. Psikoloji eğitimi almış olan bir sanat terapisti. Suzi, maçoluğu değil ama kadın olmayı ve evliliğin Yahudi bir kadın üzerinde nasıl büyük bir baskı olabildiğini, bu konu hakkında fütursuzca yorum yapan cemaat üyelerinin nasıl can yakabildiğini çok içten ve savunmasız bir şekilde anlattı. Üstelik tüm bunları, aile yadigârı olarak tanımladığı bir penis tutacağıyla, yani sünnet olan bebeklerin penisinin tutulduğu bir aletle ilişkilendirerek anlattı. İyi ki anlattı.
‘Aile yadigârı’ kavramı sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizin aile yadigârınız nedir?
Yadigâr, tılsımı olan bir kelime bence. Çağrışımı var. Başka dillere çevrilmesi zor. Mesela Fransızcaya ‘nesne’ olarak, ‘objet de famille’ (aile nesnesi) olarak çevrildi. Çevrildi çevrilmesine ama bence yerine oturmadı, epey havada kaldı. Çünkü kitapta örnekleri olduğu gibi, yadigârlar ille de somut şeyler değiller. Bu yüzden, kabiliyetli de bir kelime sanki. Aynı anda çok şeyi anlatıyor. Başına ‘aile’ konunca elbet biraz sınırlanıyor, mecburen şekilleniyor. Herkesin sınırlarından biri, bir şekilde ailesi çünkü.
Benim ailemden yadigâr, anneannemin annesi Madame Janet’ten kalan bir yüzük. Sade, uzun ve bence zarif bir şey. Kimdi o yüzüğün gerçek sahibi Madam Janet? İyi kalpli bir kadındı. Neşeliydi. İspanyolca konuşur, Türkçe şarkı söylerdi. Komikti, en çok kendiyle dalga geçerdi. Epey korkaktı. Yangından, denizden, polisten, ölümden, her şeyden korkardı. Öldü, neredeyse 10 yıl önce. Rahat uyusun.
Kitapta en çok dikkatinizi çeken, sizi en çok etkileyen hikâye hangisiydi?
‘En çok’u seçemem. Çoğu çok özeldi. Selin ve Virna’nın anneannelerini, Alper’in dedesini yâd edişi, Avi’nin Vancouver’dan İstanbul’u düşlemesi, Işıl’ın Yahudiliğini keşfetme hikâyesi… Sibel’in yaptığı benzetmeyi, konuştuğumuz günden beri hiç unutmuyorum. Aile yadigârının nesilden nesle aktarımını bir ‘rite of passage’, geçiş ayini olarak niteledi. Çok önemli bir tanımlamaydı bence, çünkü sahiden de insanlar geçiş dönemlerinde bazı duyguları ve belki nesneleri teslim alıyorlar. Sonra, Hay ve Ceki ile yaptığım söyleşiler benim için çok ilginçti. Niso, benim kuzenim, en yakınlarımdan biri. Dedesinin vefatından kısa bir süre sonra onunla söyleştik, ölümü kavrayış ve kabulleniş hali beni allak bullak etti. Ve Fiona’nın şu sorusu, bana yaşama bağlı olduğumuzu düşündürdü: “Ailemden bana ne kaldı ve ben çocuğuma ne aktaracağım?” Bütün bu sorular ve kavramlar üzerine bu kitap aracılığıyla düşündüğüm için çok mutluyum.
Paylaş: