Arşiv Göze Çarpanlar

Mağduriyetten Failliğe Kimlikler: “Sarı Yıldızı Gururla Taşı!” – Foti Benlisoy

Kaynak: fotibenlisoy.tumblr.com

1 Nisan 1933’te, daha birkaç ay önce iktidara gelmiş Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, ilk resmi Yahudi karşıtı politikalarını yürürlüğe sokar ve Yahudi işletme ve dükkânlarına karşı kapsamlı bir boykot hareketi başlatır. Bu karar üzerine Yahudi gazeteci Robert Weltsch, editörü olduğu Jüdische Rundschau gazetesinde “çarpıcı” sıfatını hakeden bir makale yayımlar. Makale, o zamana kadar Alman toplumuna başarıyla entegre olduğunu sanan Yahudi toplumuna bir silkinme, kelimenin gerçek anlamında bir “titreyip kendine dönme” çağrısıdır adeta. Lafını sakınmayan Weltsch’e göre mevcut olumsuz durumun bir sorumlusu da o güne kadar Yahudiliklerini entegrasyon adına inkar etmiş Yahudilerdir. Ancak artık o umutlu Alman toplumuna intibak etme devri geride kalmıştır. Yahudiler bizzat iktidar tarafından horlanmakta, yakalarında Davut yıldızından esinli bir “sarı yıldız” işareti taşımaya zorlanarak, dükkânlarına sarı yıldızlı yazılar koymaya itilerek damgalanmaktadır. Artık saklanmak, Yahudiliğini gizlemek, toplumla bütünleşmek, entegre olmak, milli bünyeye karışmak mümkün değildir. O halde Weltsch’e göre yapılacak tek şey vardır, o da Nazilerce kendilerini itibarsızlaştırmak için kullanılan sarı yıldızı almak ve onu “gururla taşımaktır”.

Milan Kundera’nın “iktidar sizi nereden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur” sözü bizde son zamanlarda bir hayli popüler. Muktedirlerin açtığı yaralar vasıtasıyla, oluşan mağduriyetler dolayısıyla şekillenen kimlikler algısı, içinde bulunduğumuz siyasal konjonktürü açıklamakta da ikna edici bulunuyor olacak ki sıklıkla seferber ediliyor. Örneğin Kürt meselesi bağlamında Kundera’nın ima ettiği kimlik oluşum sürecine dair yaygın bir kabule mazhar olan bir açıklayıcı şema var. Buna göre, Kürtler esas itibariyle 12 Eylül cuntasının yarattığı vahşet dolayısıyla bir “kimlik” ediniyor, örneğin Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan dehşet dolayısıyla siyasallaşıyor. 12 Eylül’ün ceberut devletinin ve sonrasındaki baskıcı ortamın yarattığı mağduriyet, Kürt meselesinin ve bu meseleyle alakalı muhalif Kürt kimliğinin “ebesi” olarak tanımlanıyor.

Peki kimlik meselesini, dahası “muhalif” kimlikleri mağduriyetler temelinde izah etmek ne kadar doğru? Kimliklerimiz gerçekten iktidarın bizde açtığı yaralardan akan kandan mı sızıyor? Muktedirler nasırımıza basınca biz de nasırlarımızı başımızın tacı mı ediyoruz? Muhalif-politik kimlik ve aidiyetlerin oluşumu böylesi reaksiyoner süreçler mi? Muktedirler bazı meseleleri “kaşımasa” toplumsal-siyasal sorunlar da olmayacak, hayat bayram mı olacak?

Hayır, “kimlik”, muktedirlerin günübirlik heves ve kaprislerinin ürünü değil elbette. Sermayedarlar, “Tapınak Şövalyeleri” misali gizli toplantılarda “hadi işçileri sömürelim” gibi bir karar almıyorlar muhtemelen. Ya da erkekler ocakbaşında izledikleri bir maçın devre arasında kadınlar üzerinde tahakküm kurmak konusunda oydaşmaya varmıyorlar. Renan’ın meşhur deyişini bağlamı dışında kullanmak için ödünç alırsak, somut iktidar ilişkileri, “her gün yenilenen plebisitlerin” ürünü değil. Okuru daha baştan uyarmak gerek belki: Bu yazıda biraz demode bir tutum takınılıyor ve Kundera’nın kastettiği “iktidarın”, maddi ezme-ezilme ilişkilerini tasvir ediyor olduğu varsayılıyor. Yani bu güç ilişkileri söylemsel bir kurgu ya da daha da modern deyişle bir performanstan ibaretmiş gibi değerlendirilmiyor. Dolayısıyla bu yazıda söz konusu edilen “iktidar”, her güneş doğduğunda yeniden ve farklı, beklenmedik şekillerde kurulan bir düzenek değil. Tam tersine tarihsel olarak koşullanmış “yapısal” sömürü ve tahakküm ilişkileri konu ediliyor.

Bir örnekle somutlamaya çalışmak belki de en iyisi. Türkiye’de acil bir tartışma başlığı olan “ulusal mesele” asla basitçe bir milliyetçi ötekileştirme sorunundan, bir “farklı kimlikler” meselesinden ibaret değil. Aslında solda dahi etnik aidiyet; sınıfsal ilişkiler, kentsel yoksulluk ve neoliberal dönüşüm dışında/ötesinde şeyleştirilmiş bir “kimlik” olarak algılanıyor ve istisnalar hariç sınıfsal ilişkilerle etnik aidiyetler arasındaki dinamik ilişkiler üzerine pek gidilmiyor. Sınıf siyaseti ile “kimlik siyaseti” arasında sıkça yapılan mekanik ayrımlar bu husustaki eksikliğin ya da aczin bir ifadesi. Ulusal-demokratik taleplerin basitçe bir “kimlik” meselesine indirgenmesi, solda Kürt meselesine dair esaslı bir kafa karışıklığına neden oluyor. Oysa milli meseleler hiçbir zaman sadece kimlik temelli ya da dar anlamda kültürel meseleler değildir. Etnik farklar daima başka toplumsal farklılık ve çelişkilerle (sınıf, cinsiyet ya da din farklarıyla) iç içe geçerler. Yani milli talep ve çatışmalar sadece kültürel alandaki farklarla açıklanamazlar; çoğu zaman bu farklar maddi ezme-ezilme ilişkilerini içerirler ve bu anlamda sınıfsal ezilmişliklerle iç içe geçerler. Filistinliler ya da Güney Afrikalı siyahlar İsrailli ya da beyazlardan “farklı” oldukları için değil, maddi olarak da ezildikleri ve bu ezilmişliği siyasal bir hareket aracılığıyla anlamlandırdıkları / dillendirdikleri için mücadele ederler. Sadece kültürel-kimliksel farklılıklar bir milli mesele yaratmazlar; farklılığın maddi bir ezme ezilme ilişkisine karşılık gelmesi, bir tahakküm/sömürü ilişkisinin parçası olarak anlamlandırılması temel önemdedir.

İşte adı üstünde, bu somut-maddi ezme-ezilme ilişkileri aynı zamanda birer “toplumsal ilişkidir”. Dolayısıyla asla muktedirlerin tek taraflı açtığı yaralar değil söz konusu olan. Yani ezilenlerin “kimliği” ezenin tek taraflı açtığı yaranın otomatik bir sonucu olmaktan ziyade ezilenin bu maddi ilişkiyi kendi lehine çevirmek ya da belki de bu ilişkiyi topyekûn berhava etmek yolundaki mücadelesinin bir ürünü. Bu manada “kimlik” dediğimiz şey, asla ezilenin yakasına yapıştırılan bir yafta, onun pasif bir biçimde taşıyıcısı olduğu bir sıfat değil. Tam tersine, gerçekten muhalif bir eylemin taşıyıcısı olabilecek bir “kimlik”, esas olarak ezilenin mücadelesinin ürünü olabilir. O mücadele pratiğinin yarattığı bir kolektif duyma, düşünme ve eyleme deneyiminin sonucu olabilir.

Dolayısıyla “kimlik” bir inşa sürecidir. E.P. Thompson’un İngiliz işçi sınıfının oluşumundan bahsederken kastettiği böylesi inşai bir süreçtir, yani sınıfın kendi kendisini mücadele deneyimleri aracılığıyla kurması sürecidir. İşçi sınıfının kimliği basitçe sermayenin teker teker işçilerin bedeni ve ruhunda açtığı yaraların otomatik bir sonucu değil, kolektif mücadele ve direniş deneyiminin ürünüdür. O mücadele deneyiminin söz konusu “yaraları” tanınır, tanımlanabilir ve anlaşılabilir kılabilmesinin bir sonucudur. “Mağduriyet” (mesela artı değere el konulması), ancak böylesi aktif bir inşa sürecinin içerisinde anlaşılabilir olur. Kimlik siyasetiyle sınıf siyaseti arasında aşılmaz bir duvar ören genel geçer kabule inat sınıf kimliğinin oluşumu örneğinde ısrar edelim: Hâkim sağduyunun aksine işçi sınıfı asla bir iktisat kategorisinden, bir istatistik verisinden ibaret değildir. Marx, bu nedenle olacak “ekonomik” sınıflardan değil, “sosyal” sınıflardan bahseder. Sınıf yalnızca doğrudan üretim sürecinde bulunmaz, yani onu sadece maden ocağında ya da tersanede görmeyiz. İşçi sınıfının adetleri, gelenekleri, toplumsal kurumları, düşünüş biçimleri ve değerleri vardır ve sınıfı sınıf yapan da çoğu zaman bu öğelerin bir toplamıdır. Dahası sınıf, ancak siyasi temsili olduğunda, yani kendisini siyasal anlamda sınıf olarak ifade ettiğinde, sınıf olarak hareket ettiğinde kelimenin gerçek anlamında bir sınıf haline gelir. Yani sınıf “kimliği”, (nadir olarak “büyük” siyaset sahnesine çıkan, çoğu zaman gündelik, küçük ve ilk bakışta görünmeyen direniş formlarında ifadesini bulan) sınıf mücadelesinin ve bu mücadele içerisinde şekillenen kolektif deneyimlerin bir sonucudur.

Belki yine Kürt meselesinden örnekle devam etmek meseleyi daha anlaşılır kılacaktır: Günümüzde “Kürtlük”, bir ezilmişlik ve mağduriyet deneyimi olduğu kadar bir kolektif siyasallaşma ve radikalizasyon pratiğini de imliyor. Basitçe söylemek gerekirse, Kürtler sadece ulusal ve sınıfsal baskılara maruz kalmış bir kitle değil, aynı zamanda kendi kimliğini siyasal ve toplumsal mücadeleler içerisinde inşa etmekte olan siyasal öznelerdir. Dolayısıyla Kürtlük hiç değilse alt sınıflar nezdinde pekâlâ sosyal ve sınıfsal ezilmişliği ve ona karşı mücadeleyi de içeren bir kapsama kavuşabilir. Oysa sosyalistler dahi Kürt kitlelerini çoğu zaman sadece ezilmişlik ve mağduriyet terimleriyle düşünüyor. Mesela zorunlu göçe tabi kılınanları ya da zorunlu göç, yoksulluk ve devlet şiddeti sarmalında büyüyen çocukları “topluma kazandırılması” gereken mağdurlar, rehabilite edilmesi gereken kurbanlar olarak düşünmek solcular arasında dahi yaygın bir yaklaşım. Peki mesela son yıllarda ana akım medyada sık sık gündeme gelen “taş atan çocuklar” sadece devlet şiddetin mağduru olmak hasebiyle öfkeli bir reaksiyonerliğin kurbanı mıdırlar gerçekten? Çatışma dışında bir şey yaşamamış olan ve süreklileşmiş şiddet nedeniyle travmatize olmuş “yaralı bilinçler” midirler sadece? Yoksa bu çocuklar kendi deneyimleri temelinde Kürt hareketinde sınırlı da olsa bir değişimi gündeme getirmekte midirler? Onların siyasal failliğinin içeriği nedir? Yaşanan tüm haksızlık ve eziyetlere karşın Kürt alt sınıflarının azımsanmayacak bir bölümü gündelik direnişler aracılığıyla kendilerini yaşananlara direnen ve hakkını arayan politik özneler olarak konumlandırıyorlar. Kürt meselesini sadece Kürtlerin mağduriyetleri temelinde anlamlandırmaya çalışmak, bizzat Kürtlerin bu on yıllara yayılan süreçte edindikleri siyasal deneyimleri azımsamak demek.

Sözün özü, Kürtleri sadece mağduriyet terimleriyle tarif etmek, Kürt hareketinin yarattığı kitlesel siyasal hareketlenmenin bilhassa alt sınıflar nezdinde yarattığı sonuçları es geçmek anlamını taşıyacaktır. Kürt hareketinin tabanda nasıl siyasal faillik biçimleri yarattığı meselesi, akademik bir tartışma başlığı olmaktan çok politik bir meseledir. Hareketin tabanda açığa çıkardığı siyasal deneyimler ve öznellik biçimleri toplumsal mücadele ve direnişlerin bunca cılızlaştığı bir ülkede sol için anlamlı dersler oluşturabilir. Dolayısıyla sosyalistler bakımından Kürt meselesi, bir biçimde çözülmesi ya da giderilmesi gereken (Türkiye’de yaşanan uluslaşma süreciyle alakalı) bir mağduriyetten ziyade ya da onun yanında, bu mağduriyet temelinde şekillenen kitle seferberliklerinin oluşturduğu siyasallaşma biçimleriyle nasıl ilişkilenileceği meselesidir. Kürtlerin mağdur kitleler olarak değil, ciddi mücadeleler içerisinde deneyim kazanan siyasal özneler olarak tanınması, beraberinde aşağıdan ve ortak mücadele zeminlerinin oluşturulmasına imkân tanıyan, Kürt meselesinin çözümünü de daha kökten bir toplumsal dönüşüm tasavvuruyla bütünleştirebilecek bir zemin oluşturacaktır.

Son paragraftaki “köktencilik” vurgusu retorik bir mübalağadan ibaret değil: Mağduriyetlere (iktidarın açtığı yaralara) dayanan kimlikleri esas alan muhalefet, ancak hoşgörü talebinde bulunabilir. Kendi mağduriyetinin tanınması, en iyi durumda telafisidir burada söz konusu olabilecek. Failin her durumda muktedirler olduğu böyle bir siyasal durum, radikal bir sosyal dönüşüme kaynaklık edemez. Mağdur kimliğin talebi kendi “farklılığının” tanınması olabilir ancak. Tanınma ise mevcut siyasal alanın sınırlarını genişletmekle ilgilidir ancak; o alanı bütünüyle yeniden tanzim etmek iddiasıyla değil. Oysa muhalif kimlikleri mücadele içerisinde aktif olarak inşa edilen öznellikler olarak ele alırsak bunların ima edebileceği radikal potansiyelleri tahayyül etmek, dahası bir siyasal iddianın parçası kılmak çok daha kolay (kolay değilse de mümkün) olacaktır.

ABD’deki siyah hareketin 1960’lardaki tarihi bu durumun iyi bir örneği aslında. Önce esas itibariyle radikal beyazların yönlendiriciliğinde gelişen “medeni haklar” hareketi, esas itibariyle siyahların ABD’nin güneyinde maruz bırakıldıkları olumsuz koşullara dikkat çekiyor, bu durumun telafisi yolunda mevcut iktidara çağrıda bulunuyordu. Bu yönelişin kısıtlarının ortaya çıkmasıyla ifadesini Malcolm X, “siyah güç” akımı ya da Kara Panterler’de bulan çok daha radikal bir eğilim ağırlık kazanmaya başladı. Buna göre öncelikli olan siyahların kendilerine dayatılmış “zenci” ya da en iyi durumda Tom Amca imgesini parçalayıp yeni bir “siyah” kimliğini mücadele içerisinde inşa etmekti. Siyahlar kurumsal ırkçılıkla mücadele içerisinde kendi kolektif eyleme ve örgütlenme kapasitesine güven kazandıkça, yani bu mücadele deneyimleri içerisinde yeni bir “siyah kimliği” oluştuğu takdirde bir “kurtuluş” söz konusu olabilecekti. Siyahların siyasal ve sosyal mücadelesi etkin bir “siyah” öznenin, mevcut mağdur kimliğinden çok farklı bir yeni “siyah” kimliğinin şekillenmesi anlamını taşıyordu. Bu anlamda 1960’lı yıllar, siyah radikalizmi için mağduriyetten failliğe, tanınmadan kurucu siyasal faaliyete geçişin yıllarıdır.

Örnekler çoğaltılabilir: Mağduriyetinin, dolayısıyla da farklılığının tanınması talebi etrafında oluşan gay kimliğiyle Stonewall ayaklanmasından çıkan Gay Kurtuluş Cephesi’nin (sırf ismi itibariyle dahi) ima ettiği “kurtuluş” iddiası arasında radikal bir fark var. Gay Kurtuluş Cephesi militanları farklılıklarının tanınıp mevcut kurumsal çerçeve içine alınmasını (içerilmesini) değil, bütün insanlığın cinsel kurtuluşunu hedefliyor ve bu yolda mevcut sosyal kurumların yıkılmasını savunuyordu. Stonewall ayaklanmasını anma amacıyla ilki 1970’de düzenlenen “onur yürüyüşü”, tam da mağduriyetten mücadeleye geçişin belki de en isabetli ifadesiydi.

Mücadeleyi içermeyen bir mağduriyet kimliği muktedirlerin en iyi durumda ancak hoşgördüğü bir “kimlik” olabilir. Mesela Rumlar bugün Türkiye’de tam da böylesi bir mücadelesiz mağduriyet kimliğinin esiriler. Nostaljikleştirilmiş, sevimli bir folklorik unsur haline getirilmiş Rumlar muktedirler açısından tehlike arzetmeyen bir muteber öteki konumundalar. “Tom Amca” olmak, bu tolere edilen farklılığı ifade edilebilecek en iyi tabir belki de. Tom Amca malum, Harriet Beecher Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi’nde, romanına adını veren siyah köledir. Aslında kölelik karşıtı bir romana ismini vermiş olsa da “Tom Amca” tabiri, zaman içerisinde otoritelere karşı son derece itaatkâr olan, yerini bilen, yumuşak başlı, uysal, sadık, efendisine karşı sempatik ve iyiliksever siyahları tarif etmek için kullanılır olur. İşte Rumlar da birer “Tom Amca” oldukları, olabildikleri müddetçe iltifata mazhar olurlar. Bu anlamda Rum ya da genel olarak gayrimüslim diplomatların, mimarların, müzisyenlerin, sporcuların vs. Osmanlı’ya ve dahi Türkiye Cumhuriyeti’ne olan hizmetleri öve öve bitirilemez. Devlete ve millete sadık gayrimüslim “Tom Amca” tiplemesi yerlere göklere çıkartılır. Zaten bizzat Rumlar kendilerini böyle sunmaktan imtina etmez, hatta hevesle kendilerini böyle pazarlamaya çalışırlar. Hasılı, uysal ve sempatik, itaatkâr ve “haddini” bilir oldukları, zararsız ve keyif verici oldukları müddetçe, “Tom Amca” gibi davrandıkları sürece bilumum “gavur” engin bir hoşgörünün nesnesidir. Onların nostaljikleştirilmiş, sevimli kılınmış temsilleri, farklılıklarının-kimliklerinin görünür olması, Türk milliyetçiliği için bir tehdit değil bilakis bir kendi kendini övme vesilesidir.

Dolayısıyla tek başına bir farklılık (kimlik) iddiasının yıkıcı herhangi bir potansiyeli olmayabilir. Tam tersine farklılık, kaideyi kaide yapan, bu anlamda müesses nizamı teyit eden bir “istisnadan” ibaret kalabilir. Dolayısıyla bugün Türkiye’de sıkça dillendirilen “farklı kimliklerin tanınması” talebinin tek başına radikal bir siyasal iddiasının bulunmadığı aşikâr. Siyaseti Kemalizmin, Türk ulusal kimlik inşasının vb. yarattığı gerçek ya da muhayyel mağduriyet kimlikleri ekseninde tanımladığımız müddetçe de olmayacak. Frantz Fanon, sömürge dünyasında ulusal kimliği kültürel geleneklerden ziyade sömürge iktidarını alaşağı etmeye dönük siyasal mücadele temelinde tanımlamaya çalışıyordu. Ona göre sömürgecilik “otantik” bir ulusal kimliğin şekillenmesini temin edecek her tür geleneği ve kültürel mirası yağmalamış, bu anlamda sömürge insanını ulus inşası bakımından teçhizatsız kılmıştı. Dolayısıyla yeni bir ulus ancak ortak siyasal mücadelelerin yaratacağı kolektif deneyimler temelinde şekillenebilirdi. Fanon’un argümanını genele teşmil edelim: Kapitalist modernlik, insanların “otantik” kimlikler inşa edebilmesine kaynaklık edebilecek her türden hususiyet ve ilişkiyi daha baştan tahrip ediyor. Onları metalaştırıyor, özel alana hapsediyor, nicelikleştiriyor, her türlü radikal-kurtuluşçu imadan arındırıyor. Dolayısıyla evet, bugün ancak mücadele içerisinde ve mücadeleler aracılığıyla dünyadaki varlığımızı anlamlı kılacak kimlikler edinebiliriz. Bir yerlerden başlayacaksak Marx’ın praksis vurgusuna dönerek baştan başlamak en iyisi…

(Bu yazı, Granta dergisinin Nisan 2003 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır.)