Soykırım denilince ilk olarak akla Nazi ‘Holokost’u ya da 1915 geliyor ama aslında 20. yüzyılın ilk kıyımı Namibya’da gerçekleşmişti. Ari ırk manyakları da ne öğrendilerse orada öğrendiler.
Bugünlerde New York’ta önemli bir mahkeme var. Namibyalı yerlilerin Alman devletine karşı açtığı ‘Soykırım’ davasında, 100 binden fazla Nama ve Herero yerlisinin katledilmesi yeniden sorgulanacak. Gerçi, 2004’te bir Alman Bakan Namibya ziyareti sırasında “Almanya’nın tarihi, siyasi, etik ve ahlakı sorumluluğunu ve suçunu kabul ettiğini” söylemişti ama Namibyalılara bu yetmedi. Bu, özür olmayan bir özürdü çünkü.
Yüzyılın ilk soykırımı
Almanya, Namibya topraklarına 1800’lerin sonunda girmişti. Bir yandan bütün elmas madenlerine el konulması, diğer yandan yerli halkın köleleştirilmesi, sonunda isyanları da patlattı. Bölgenin en büyük kabileleri olan Namalar ve Hererolar, 1903’te ayaklandıklarında, iş büyüdü. Sonunda, Almanya, en ‘kahraman’ Generali olan Lothar von Trotha’yı Ekim 1904’te de 14.000 askerle bölgeye gönderdi. Şöyle yazdı ilk mesajını General:
“Ben, Alman kuvvetlerinin muzaffer komutanı, bu mektubu Herero halkına gönderdim… Bilesiniz ki tüm Hererolar burayı terk edecektir. Alman sınırları içinde bulunacak silahlı ya da silahsız her Herero, vurularak öldürülecektir. Şu andan itibaren karınızı ya da çocuğunuzu da bu topraklarda istemiyoruz. Onları da ya süreceğim ya da vuracağım.”
Büyük kıyım böyle başladı. Önce 3-5 bin Herero savaşçısı kuşatılarak katledildi. Kurtulanlar ve kadınlarla çocukların çoğu, bütün su kuyuları zehirlenmiş olan Kalahari çölünde uzun bir yürüyüşe zorlandılar. Umutsuzca açılmaya çalışılmış su kuyularının dibinde binlerce kemik bulunacaktı sonradan.
Auschwitz’in ilk örneği
Kaçamayan çoğu kadın ve çocuk ise bir Alman geleneği olarak toplama kamplarına yerleştirildi. Almanlar her Herero’ya bir numara verdiler ve ölen her Herero’nun kaydını düzenli bir şekilde tuttular. Holokost’taki gibi, kamplara gönderilenlere önce dövme yapılıyor, kimliklerini belli edecek olan boyun bantları takmaya zorlanıyorlardı. Çalışmayı reddedenler vuruluyor ya da asılıyorlardı.
Ağır çalışma koşulları, hastalıklar ve kötü beslenme yüzünden Hereroların nüfuslarının yüzde 80’i yok oldu. Ki bu, 1908’e kadar 100 bin insanın ölümü demekti. Kampları ziyaret eden askerlerin ve misyoner grupların raporlarına göre, 1905 yılında bir günde 9 ile 12 civarında kişi ölüyordu. Bu arada, Alman askerlerinin tecavüzleri o kadar fazlaydı ki, Alman babalardan olan binlerce çocuk için özel bazı toplama kampları bile kurulmuştu.
Mengele’nin hocaları
Bu kadarla da kalmadı. Ari ırk manyaklığı daha o zamandan başlamıştı. Antropolog Eugen Fischer, ‘ırklar üzerine bazı tıbbi deneyler’ yapmak için kamplarda bulundu. Çocukların her türlü ölçümünü yapan Fischer, ‘Irklar üzerine çalışan herkesin kabul edeceği gibi aşağı ırktan olan bu insanların yok edilmesini’ savundu. Fischer’ın bu fikirleri, Nazi rejimi sırasında takdir görecek ve kendisi Berlin Üniversitesi Rektörü yapılacaktı. Fischer’in, Almanya’ya dönerken yanında dört yüzden fazla Herero’nun kafatasını götürüp bir kitap hazırladığı, Hitler’in 1923’te hapisteyken söz konusu kitabı sürekli okuduğu da biliniyor.
Ağustos 2008’de, Namibya’nın Almanya Büyükelçisi Peter Katjavivi, bu kafataslarını geri isteyecek ve 40 tanesi Almanya üniversitelerinde olduğu anlaşılan kafatasları 2012 yılında Namibya’ya gönderilecekti. İkinci kemik iadesi de Mart 2014’te gerçekleşti.
Tarihten korkmak…
Bugünlerde New York’ta görülecek olan dava, işte bütün bunları kapsıyor. Hererolar ve Namalar resmi özür ve tazminat bekliyorlar. Ayrıca 30 binin üzerinde olduğu tahmin edilen kafatasları ve kemiklerin iadesini talep ediyorlar. Münih’teki General von Trotha caddesinin isminin, 2006’da ‘Herero Caddesi’ olarak değiştirilmesi, 2007’de Generalin ailesinin kabileyi ziyaret ederek “100 yıl önce gerçekleşen feci olaylar sebebiyle derin bir utanç içindeyiz” demesi, Merkel’in “O zamanlar kötü şeyler yaptık” gibi sözleri de onlara yetmiyor. Aslında, Almanya işi resmileştirerek başka taleplere yol açabilecek bir emsal yaratmak istemiyor. 2012’de resmi özür ve tazminat için biri Sol Parti, diğeri ise Yeşiller ve Sosyal Demokratlar tarafından verilen iki önerge de Hıristiyan Demokratlar’ın karşı oylarıyla reddedildi.
Tam da bu noktada, eski eski Namibya Başbakanı Theo-Ben Gurirab’ın sözleri çınlıyor kulaklarımızda: “Almanya, İsrail, Rusya veya Polonya’ya karşı suçlarından ötürü özür diledi, çünkü onlar beyaz. Biz siyahız ve bundan ötürü özür dilemek sorun oluyorsa, bu ırkçılıktır.”
Kaynak: Gazete Karınca, Arif Mostarlı
Soykırım denilince ilk olarak akla Nazi ‘Holokost’u ya da 1915 geliyor ama aslında 20. yüzyılın ilk kıyımı Namibya’da gerçekleşmişti. Ari ırk manyakları da ne öğrendilerse orada öğrendiler.
Bugünlerde New York’ta önemli bir mahkeme var. Namibyalı yerlilerin Alman devletine karşı açtığı ‘Soykırım’ davasında, 100 binden fazla Nama ve Herero yerlisinin katledilmesi yeniden sorgulanacak. Gerçi, 2004’te bir Alman Bakan Namibya ziyareti sırasında “Almanya’nın tarihi, siyasi, etik ve ahlakı sorumluluğunu ve suçunu kabul ettiğini” söylemişti ama Namibyalılara bu yetmedi. Bu, özür olmayan bir özürdü çünkü.
Yüzyılın ilk soykırımı
Almanya, Namibya topraklarına 1800’lerin sonunda girmişti. Bir yandan bütün elmas madenlerine el konulması, diğer yandan yerli halkın köleleştirilmesi, sonunda isyanları da patlattı. Bölgenin en büyük kabileleri olan Namalar ve Hererolar, 1903’te ayaklandıklarında, iş büyüdü. Sonunda, Almanya, en ‘kahraman’ Generali olan Lothar von Trotha’yı Ekim 1904’te de 14.000 askerle bölgeye gönderdi. Şöyle yazdı ilk mesajını General:
“Ben, Alman kuvvetlerinin muzaffer komutanı, bu mektubu Herero halkına gönderdim… Bilesiniz ki tüm Hererolar burayı terk edecektir. Alman sınırları içinde bulunacak silahlı ya da silahsız her Herero, vurularak öldürülecektir. Şu andan itibaren karınızı ya da çocuğunuzu da bu topraklarda istemiyoruz. Onları da ya süreceğim ya da vuracağım.”
Büyük kıyım böyle başladı. Önce 3-5 bin Herero savaşçısı kuşatılarak katledildi. Kurtulanlar ve kadınlarla çocukların çoğu, bütün su kuyuları zehirlenmiş olan Kalahari çölünde uzun bir yürüyüşe zorlandılar. Umutsuzca açılmaya çalışılmış su kuyularının dibinde binlerce kemik bulunacaktı sonradan.
Auschwitz’in ilk örneği
Kaçamayan çoğu kadın ve çocuk ise bir Alman geleneği olarak toplama kamplarına yerleştirildi. Almanlar her Herero’ya bir numara verdiler ve ölen her Herero’nun kaydını düzenli bir şekilde tuttular. Holokost’taki gibi, kamplara gönderilenlere önce dövme yapılıyor, kimliklerini belli edecek olan boyun bantları takmaya zorlanıyorlardı. Çalışmayı reddedenler vuruluyor ya da asılıyorlardı.
Ağır çalışma koşulları, hastalıklar ve kötü beslenme yüzünden Hereroların nüfuslarının yüzde 80’i yok oldu. Ki bu, 1908’e kadar 100 bin insanın ölümü demekti. Kampları ziyaret eden askerlerin ve misyoner grupların raporlarına göre, 1905 yılında bir günde 9 ile 12 civarında kişi ölüyordu. Bu arada, Alman askerlerinin tecavüzleri o kadar fazlaydı ki, Alman babalardan olan binlerce çocuk için özel bazı toplama kampları bile kurulmuştu.
Mengele’nin hocaları
Bu kadarla da kalmadı. Ari ırk manyaklığı daha o zamandan başlamıştı. Antropolog Eugen Fischer, ‘ırklar üzerine bazı tıbbi deneyler’ yapmak için kamplarda bulundu. Çocukların her türlü ölçümünü yapan Fischer, ‘Irklar üzerine çalışan herkesin kabul edeceği gibi aşağı ırktan olan bu insanların yok edilmesini’ savundu. Fischer’ın bu fikirleri, Nazi rejimi sırasında takdir görecek ve kendisi Berlin Üniversitesi Rektörü yapılacaktı. Fischer’in, Almanya’ya dönerken yanında dört yüzden fazla Herero’nun kafatasını götürüp bir kitap hazırladığı, Hitler’in 1923’te hapisteyken söz konusu kitabı sürekli okuduğu da biliniyor.
Ağustos 2008’de, Namibya’nın Almanya Büyükelçisi Peter Katjavivi, bu kafataslarını geri isteyecek ve 40 tanesi Almanya üniversitelerinde olduğu anlaşılan kafatasları 2012 yılında Namibya’ya gönderilecekti. İkinci kemik iadesi de Mart 2014’te gerçekleşti.
Tarihten korkmak…
Bugünlerde New York’ta görülecek olan dava, işte bütün bunları kapsıyor. Hererolar ve Namalar resmi özür ve tazminat bekliyorlar. Ayrıca 30 binin üzerinde olduğu tahmin edilen kafatasları ve kemiklerin iadesini talep ediyorlar. Münih’teki General von Trotha caddesinin isminin, 2006’da ‘Herero Caddesi’ olarak değiştirilmesi, 2007’de Generalin ailesinin kabileyi ziyaret ederek “100 yıl önce gerçekleşen feci olaylar sebebiyle derin bir utanç içindeyiz” demesi, Merkel’in “O zamanlar kötü şeyler yaptık” gibi sözleri de onlara yetmiyor. Aslında, Almanya işi resmileştirerek başka taleplere yol açabilecek bir emsal yaratmak istemiyor. 2012’de resmi özür ve tazminat için biri Sol Parti, diğeri ise Yeşiller ve Sosyal Demokratlar tarafından verilen iki önerge de Hıristiyan Demokratlar’ın karşı oylarıyla reddedildi.
Tam da bu noktada, eski eski Namibya Başbakanı Theo-Ben Gurirab’ın sözleri çınlıyor kulaklarımızda: “Almanya, İsrail, Rusya veya Polonya’ya karşı suçlarından ötürü özür diledi, çünkü onlar beyaz. Biz siyahız ve bundan ötürü özür dilemek sorun oluyorsa, bu ırkçılıktır.”
Paylaş: