Bugünün Tu-Bişvat olduğunu arkadaşlardan, sosyal medyadan birkaç gün önce duydum. Bayramı bilmediğimden sevmediğimden değil, artık nedense eskisi gibi kutlamadığımızdan herhalde bu unutkanlığım. Sonuç olarak evet, dün akşam evde Ufak Tefek Cinayetler izledik, meyve olarak da sadece muz yedim.
Oysa ki, ağaçların, bitkilerin, meyvelerin, tohumların bayramı Tu-Bişvat bundan bir 15 sene önce dolu dolu kutlanırdı ailemizde. Babaannem tüm kuzenlerini, kuzenlerinin çocuklarını eve davet ederdi. Pesah’ta olduğumuzdan bile kalabalık olurduk. Tam olarak hatırlamasam da babaannem herhalde misafirleri yemekten sonra davet edebiliyor ve bu durum daha az zahmetli oluyordu.
Salondaki uzun yemek masasının ucuna mutfaktan, depodan getirilen birazcık daha kısa masaları ekler, masayı bir uçtan bir uca meyvelerle, yemişlerle, bu meyve ve yemişlerle yapılmış tatlılarla donatırdık. Ek olarak eklenen plastik masalarda çocuklar otururdu. Masanın bir ucunda dedem sırasıyla tüm meyvelerin berahalarını* teker teker okurdu. Teker teker ve sırasıyla okuması aslında çok önemli bir detaydı.
Buğday, zeytin, hurma, üzüm gibi bir takım spesifik meyvelerle başlayan berahalardan sonra önce ‘aets’li berahalar okunurdu. Aets ağaçtan demek. Yani ağaçta yetişen meyveler için okunan bir beraha. Daha da küçük olduğum zamanlarda elma için ayrı, armut için ayrı beraha okunurdu diye hatırlıyorum. Elmanın berahası okunmadan armut yenmesi yasaktı. Oysa ki ikisi de ağaçta yetişen meyveler ve berahaları tıpatıp aynı. Seneler geçtikçe dedem de bu konuda yumuşadı. Aets’li bir beraha okunduktan sonra tüm ağaçta yetişen meyveleri yememize zamanla izin verdi.
Sonra ise sıra ‘adama’lı berahalara geliyordu. Adama, topraktan demek. Adam’ın topraktan gelmiş olmasına bir gönderme yapılıyordu burada. Sıra topraktan gelen meyvelere geliyordu.
Dedemin bütün bu festival kıvamındaki gecede ayrıca çok önemli bir rolü vardı. Herkese en sevdiği meyvenin berahasını okutuyor, bu sayede hem çocuklara çok basit berahaları öğretirken hem de tüm misafirlerin bir şekilde kutlamaya katılmasını sağlıyordu. Örneğin ilk okunan beraha olan buğdayı okuma görevini her zaman ailemizin en büyüğü, gramamaya (babaannemin annesi) verirken, bana da her zaman çileğin berahasını okumak düşerdi.
Aralarda Tu-Bişvat şarkıları söyleniyor, sohbet ediliyor ve yemek yeniyordu. Yani ne Pesah akşamı ciddiyeti vardı masada, ne de Şabat akşamı telaşı. Kuzenlerle, yeğenlerle geçirilen bol kahkahalı gecelerdi benim için.
O eski Tu-Bişvatları hatırladığımda aklıma kapıdan girer girmez gözüme ilişen çilekler gelir. Neredeyse en son okunacak berahalardan (tabii ki bana okutulacak) biri olan çileği elbette ilk gördüğüm andan itibaren yemek isterdim. En son bir önceki baharda yenmiş çilek özlenmiş ve olduğundan daha da değerli görünürdü gözüme. Sabırla beklediğim bir sürenin sonunda sıranın bir türlü çileğe gelmeyeceğini kabullenir, çare olarak çaktırmadan çileği sırası gelmeden yeme kararı alırdım. Ama elbette çileklerin bulunduğu tepsi bizim çocuk masasında değil, nedense tam annemin önünde konumlanmış dururdu. Ben ne kadar çaktırmadan çileklere erişmeye çalışsam da çileklerle bağlantım kesilir, sabretmem gerektiği öğretilmeye çalışılırdı.
Bu evde toplanma geleneğinin sonlanmasına da sanırım ben sebebiyet verdim. Pazar günleri provalarına katıldığım İzzet Bana korosunun ilk gösterisi (en azından benim katıldığım) Tu-Bişvat’ta gerçekleşecekti. Pek çok farklı yaştan çocuğun bir arada oynadığı bir tiyatro oyununda oynuyordum. Daha küçükler meyve kılığındayken ben meyvelerle diyalog kuran insan rolündeydim. O sene babaannem eve misafir davet etmek yerine, beni izlemeye Ortaköy Sinagogu’na geldi. Elbette bir takım kuzenini de yanında getirdi.
Ortaköy Sinagogu’nun sandalyelerini kaldırıp içerisini upuzun masalarla donatmışlardı. Biz tiyatromuzu oynar ve şarkılarımızı söylerken izleyiciler de bir ağızdan bildikleri şarkılara katılıyor ve meyveleri sırasıyla yiyorlardı. Herhalde birkaç sene de Ortaköy Sinagogu’nda Tu-Bişvat’ı kutladıktan sonra, bu bayram bir anda hayatımızdan çıkıverdi.
Bu vesileyle, bahsettiğim konseptini biraz değiştirerek kutlamalara devam eden Ortaköy Sinagogu’nda gerçekleşen bir Tu-Bişvat kutlamasının videosunu sizlerle paylaşmak isterim.
Muhakkak hala kutlanan evler ve sinagoglar vardır ama bizim evde zamanla unutuluverdi.
Şimdi Tu-Bişvat sadece anılarımızda… Ama ne güzel ki böyle anılarımız var…
Herkese Hag Sameah! İyi yıllar bitkiler, meyveler, tohumlar ve ağaçlar…
*beraha: kutsama kelimesinin İbranicesi. Çoğul hali berahot olmasına rağmen, Türkiye’de çoğunlukla Türkçe çoğul eki alarak berahalar olarak kullanılmaktadır.
Bugünün Tu-Bişvat olduğunu arkadaşlardan, sosyal medyadan birkaç gün önce duydum. Bayramı bilmediğimden sevmediğimden değil, artık nedense eskisi gibi kutlamadığımızdan herhalde bu unutkanlığım. Sonuç olarak evet, dün akşam evde Ufak Tefek Cinayetler izledik, meyve olarak da sadece muz yedim.
Oysa ki, ağaçların, bitkilerin, meyvelerin, tohumların bayramı Tu-Bişvat bundan bir 15 sene önce dolu dolu kutlanırdı ailemizde. Babaannem tüm kuzenlerini, kuzenlerinin çocuklarını eve davet ederdi. Pesah’ta olduğumuzdan bile kalabalık olurduk. Tam olarak hatırlamasam da babaannem herhalde misafirleri yemekten sonra davet edebiliyor ve bu durum daha az zahmetli oluyordu.
Salondaki uzun yemek masasının ucuna mutfaktan, depodan getirilen birazcık daha kısa masaları ekler, masayı bir uçtan bir uca meyvelerle, yemişlerle, bu meyve ve yemişlerle yapılmış tatlılarla donatırdık. Ek olarak eklenen plastik masalarda çocuklar otururdu. Masanın bir ucunda dedem sırasıyla tüm meyvelerin berahalarını* teker teker okurdu. Teker teker ve sırasıyla okuması aslında çok önemli bir detaydı.
Buğday, zeytin, hurma, üzüm gibi bir takım spesifik meyvelerle başlayan berahalardan sonra önce ‘aets’li berahalar okunurdu. Aets ağaçtan demek. Yani ağaçta yetişen meyveler için okunan bir beraha. Daha da küçük olduğum zamanlarda elma için ayrı, armut için ayrı beraha okunurdu diye hatırlıyorum. Elmanın berahası okunmadan armut yenmesi yasaktı. Oysa ki ikisi de ağaçta yetişen meyveler ve berahaları tıpatıp aynı. Seneler geçtikçe dedem de bu konuda yumuşadı. Aets’li bir beraha okunduktan sonra tüm ağaçta yetişen meyveleri yememize zamanla izin verdi.
Sonra ise sıra ‘adama’lı berahalara geliyordu. Adama, topraktan demek. Adam’ın topraktan gelmiş olmasına bir gönderme yapılıyordu burada. Sıra topraktan gelen meyvelere geliyordu.
Dedemin bütün bu festival kıvamındaki gecede ayrıca çok önemli bir rolü vardı. Herkese en sevdiği meyvenin berahasını okutuyor, bu sayede hem çocuklara çok basit berahaları öğretirken hem de tüm misafirlerin bir şekilde kutlamaya katılmasını sağlıyordu. Örneğin ilk okunan beraha olan buğdayı okuma görevini her zaman ailemizin en büyüğü, gramamaya (babaannemin annesi) verirken, bana da her zaman çileğin berahasını okumak düşerdi.
Aralarda Tu-Bişvat şarkıları söyleniyor, sohbet ediliyor ve yemek yeniyordu. Yani ne Pesah akşamı ciddiyeti vardı masada, ne de Şabat akşamı telaşı. Kuzenlerle, yeğenlerle geçirilen bol kahkahalı gecelerdi benim için.
O eski Tu-Bişvatları hatırladığımda aklıma kapıdan girer girmez gözüme ilişen çilekler gelir. Neredeyse en son okunacak berahalardan (tabii ki bana okutulacak) biri olan çileği elbette ilk gördüğüm andan itibaren yemek isterdim. En son bir önceki baharda yenmiş çilek özlenmiş ve olduğundan daha da değerli görünürdü gözüme. Sabırla beklediğim bir sürenin sonunda sıranın bir türlü çileğe gelmeyeceğini kabullenir, çare olarak çaktırmadan çileği sırası gelmeden yeme kararı alırdım. Ama elbette çileklerin bulunduğu tepsi bizim çocuk masasında değil, nedense tam annemin önünde konumlanmış dururdu. Ben ne kadar çaktırmadan çileklere erişmeye çalışsam da çileklerle bağlantım kesilir, sabretmem gerektiği öğretilmeye çalışılırdı.
Bu evde toplanma geleneğinin sonlanmasına da sanırım ben sebebiyet verdim. Pazar günleri provalarına katıldığım İzzet Bana korosunun ilk gösterisi (en azından benim katıldığım) Tu-Bişvat’ta gerçekleşecekti. Pek çok farklı yaştan çocuğun bir arada oynadığı bir tiyatro oyununda oynuyordum. Daha küçükler meyve kılığındayken ben meyvelerle diyalog kuran insan rolündeydim. O sene babaannem eve misafir davet etmek yerine, beni izlemeye Ortaköy Sinagogu’na geldi. Elbette bir takım kuzenini de yanında getirdi.
Ortaköy Sinagogu’nun sandalyelerini kaldırıp içerisini upuzun masalarla donatmışlardı. Biz tiyatromuzu oynar ve şarkılarımızı söylerken izleyiciler de bir ağızdan bildikleri şarkılara katılıyor ve meyveleri sırasıyla yiyorlardı. Herhalde birkaç sene de Ortaköy Sinagogu’nda Tu-Bişvat’ı kutladıktan sonra, bu bayram bir anda hayatımızdan çıkıverdi.
Bu vesileyle, bahsettiğim konseptini biraz değiştirerek kutlamalara devam eden Ortaköy Sinagogu’nda gerçekleşen bir Tu-Bişvat kutlamasının videosunu sizlerle paylaşmak isterim.
Muhakkak hala kutlanan evler ve sinagoglar vardır ama bizim evde zamanla unutuluverdi.
Şimdi Tu-Bişvat sadece anılarımızda… Ama ne güzel ki böyle anılarımız var…
Herkese Hag Sameah! İyi yıllar bitkiler, meyveler, tohumlar ve ağaçlar…
*beraha: kutsama kelimesinin İbranicesi. Çoğul hali berahot olmasına rağmen, Türkiye’de çoğunlukla Türkçe çoğul eki alarak berahalar olarak kullanılmaktadır.
Paylaş: