Arşiv Avlaremoz Dosya Göze Çarpanlar Kültür Sanat

‘Damdaki Kemancı’ 49 yıl sonra Türkiye’de: ‘Kült müzikal’ niye bu denli popüler?

Büyük tiyatro adamı Cüneyt Gökçer’in ülkemizdeki ilk gösteriminden neredeyse 50 yıl sonra, Türkiye’nin en donanımlı sahnesi olan Zorlu PSM’nde Mehmet Ergen’in yeni çevirisi ve yönetiminde yeniden izleme fırsatına eriştiğimiz ‘Damdaki Kemancı’ müzikali, kendi türünde bir fenomen sayılır.

Kaynak: Agos, Robert Schild

Oyun, 1964 yılında Broadway’de ilk kez sahnelenmesinin ardından sekiz yıl boyunca aralıksız olarak gösterimde kalarak toplam 3242 kez izleyiciyle buluşarak dönemin rekorunu kırmıştı. İlk gösterim yılında dokuz Tony ödülü almış, 2015 yılına dek Broadway’de beş kez daha sahnelenmiş, Londra’da toplam dört ayrı yapımla izleyici karşısına çıkmış olan ‘Fiddler on the Roof’ (diğer adıyla ‘Anatevka’), onlarca ülkenin özgün dillerinde yüzbinlerce kişi tarafından halen coşkuyla karşılanıyor.

Peki, hakkında kitaplar ve tezler yazılmış bu müzikal niye bu denli popüler? Bazı yorumculara göre, acı gerçekleri hafife indirgiyor, ‘kitsch’ sınırını aşıyor, hatta sıradan bir Yahudi propagandasından ibaret olan bu eser, nasıl oluyor da müziği izleyicileri bu kadar derinden etkiliyor? ‘If I Were a Rich Man’ (Ah Bir Zengin Olsam) şarkısının klasikleşmesi, ‘Sunrise, Sunset’in dünya çapında binlerce düğünde çalınması nasıl açıklanabilir?

Japonlar da Kemancı’ya bayılıyor

New York’un efsanevi valisi Fiorello H. LaGuardia’nın yaşamını kısmen eleştirel biçimde işleyen ‘Fiorello!’ müzikalinin söz ve müziğine imza atarak 1960 Tony ve Pulitzer tiyatro ödüllerini alan Sheldon Harnick ve Jerry Bock’un, yeni bir tarihî uyarlamaya soyunmak için kimi Broadway üstadları tarafından yüreklendirilmiş oldukları anlatılır. Deneyimli senaryo yazarı Joseph Stein, ‘West Side Story’ (Batı Yakasının Hikâyesi) ve ‘Cabaret’in (Kabare) yapımcısı olan Harold Prince ve yine ‘Batı Yakası’nın yaratıcılarından koreograf-yönetmen Jerome Robbins, bunların başında geliyordu. Stein’ın senaryosu ise, Yidiş edebiyatının en başarılı temsilcisi sayılan Scholem Alejchem’in 1894-1916 yılları arasında yayımladığı ‘Sütçü Tevye’nin Öyküleri’ne dayanıyordu. Bunca yetenekli profesyonel tarafından kotarılacak bir müzikalin başarılı olmaması pek düşünülemezdi.

‘Damdaki Kemancı’, 20. yüzyılın başlarında Rusya’da ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamlarını sürdürmüş, ardından kâh zorunlu, kâh gönüllü olarak dış ülkelere göç etmiş olan Yahudi halkının, ancak aynı zamanda yoksul sütçü Tevye, eşi Golde ve üç kızının öyküsünü anlatıyor (öykülerde kızların sayısı yedi). Geniş anlamda Anatevka köyü ahalisinin temsil ettiği dönemin Yahudi halkının, dar anlamda ise simgesel bir ailenin toplumsal/töresel sorunlarını izlerken, bu halk topluluğunun akibetini ilgilendiren ciddi konular ile Yahudi mizahına has özeleştirel şakalar arasında gidip geliyoruz. Ne var ki sahnede gelişen olayların arasında öne çıkan, bu halkın çektiklerinden ziyade, yaşama tutunmalarına ve aralarındaki sorunların üstesinden gelmeye yönelik eylemleridir. Bu sorunların başında ise geleneklerle baş etmeleri gelir.

Bu bağlamda, sözü, oyunun Japonya’daki provalarda karşılaştığı ilginç bir soruyu nakleden senarist Joseph Stein’a verelim. Oyunun yapımcısı, Guardian gazetesine anlattığı kadarıyla, 1967’de Tokyo’da gösterime girmeden önce sorduğu “ABD izleyicisi konuyu tam anlamıyla anlayabiliyor mu?” sorusuna Stein’ın bir hayli şaşırdığını ve “Elbette anlıyor, ben oyunu zaten öncelikle Amerika sahneleri için yazdım. Ama bunu niye sordunuz ki?” diye cevaplandırdığını, yapımcının da “Çünkü oyun o denli Japon’vari ki…” yanıtını aldığını söylemişti.

Şöyle düşünelim: Japonya’da hemen hemen hiç Yahudi yaşamaz. Bundan öte, Japon halkı, oyunun finalini oluşturan zorunlu, hele gönüllü göç konularına çok uzaktır. O halde, oyunu ‘Japonvari’ kılan ne olabilir? Kuşkusuz, gelenekler. Öncelikle baba-kız ilişkileri, zorla evlendirme, sıradışı özelliklere sahip damatlarla baş etme sorunsalı gibi konular… Benzer bir sorunlar yumağına Türkiye’de, özellikle kırsal bölgelerde de rastlanmıyor mu?

Japon yapımcının dile getirdiği bu saptama, besteci Jerry Bock’un yıllar önce müzik yazarı Max Wilk’e söyledikleriyle de örtüşüyor: “Joe ve Sheldon ile oyunu hazırlarken ‘Boşuna uğraşmayın’ diyenler de oldu. ‘Yahudi geleneklerine yer veren bir yapıma fazla izleyici bulamazsınız; bu tür müzikli oyunların çağı çoktan geçmiş’ gibi gerekçelerle karşı karşıya kaldık. Ne var ki ‘Kemancı’mız, ABD Ulusal Katolik Ödülü’nü aldı, Yahudi nüfusunun en fazla 200 aileden ibaret olduğu Finlandiya’da bile kapalı gişe oynadı.”

Kitsch mi, değil mi?

Demek ki, bu oyunda Doğu Avrupa Yahudi gelenekleri veya Klezmer müziğinden öte kimi ilginç özellikler, her toplumda görülebilen bazı motifler var. Bu cazip motifleri, sahneye koyduğu her oyunun kendine has özelliklerine odaklanan Jerome Robbins ortaya çıkarmış. Tiyatro ve dans üstadı Robbins’e göre, Çarlık Rusyası’ndaki zor yaşam şartları, onlara katlanmak durumunda olan köy halkı, keza aralarından örnek olarak seçilmiş bir ailenin öyküsü ana ortam(lar)ı oluştururken, oyunun asıl odak noktası, aile reisinin/köy halkının, nihayet tüm ülke(ler)in karşı karşıya kalacağı köklü ortam değişikliklerine nasıl göğüs gerebilecekleri konusudur. Yine Max Wilk’in ‘They’re Playing Our Song’ kitabına aktardığı Jerry Bock’un söylemine göre, repertuara son olarak dahil ettikleri ‘Tradition’ şarkısını oyunun leitmotifi olarak seçip bir çeşit uvertür olarak ölümsüzleştiren, Jerome Robbins olmuştur.

Müziğine gelince, burada da büyük ve zengin bir tür çeşitliliğinin sergilendiği gözden kaçmıyor. Yukarıda değindiğimiz ‘If I were a Rich Man’, ‘Tradition’ veya Şişe Dans Müziği töresel Yahudi ezgileriyle Hassidik şarkılara göz kırparken, ‘To Life’ veya ‘Chavaleh’ şarkıları dansa davet ediyor, ‘Matchmaker’ ise katıksız Broadway tınıları geleneğine uyuyor.

Katılınmaması pek mümkün olmayan bir yoruma göre, Joseph Stein’ın uyarlaması Scholem Alejchem’in hüzün dolu kimi sahnelerini oldukça ‘pembe’ çiziyor, keza Yahudilerin tüm sıkıntılarına, çekincelerine karşın, yine de yılmadan çatı aralıklarında ayakta durup keman çalarcasına sanat yaptıklarını genelleştirerek klişeleştirirken, zaman zaman kitsch tuzağına da düşmüyor değil. Buna karşın, 1939 yılında ABD’nin efsanevi sahne ve film sanatçısı Maurice Schwartz’ın yönettiği ve başrolünü üstlendiği ‘Tevya’ filmi, özellikle bir Hıristiyan Rus genci ile evden kaçan üçüncü kızı Chava’yı ölmüş addeden sütçü ailesinin büyük bir hüzün yaşadığını sergilemişti.

Stein, Harnick ve Bock’un kotardığı müzikalin adının yanı sıra dekorları da, dönemin Rus Yahudi ressamı Marc Chagall’ın sıkça çizmiş olduğu kemancılara dayanır. Gerek senarist, gerek sahne/giysi tasarımcıları, bu halk ressamının köy betimlemeleriyle kemancı motifini örnek almışlarsa da, bizzat Chagall’ın bu esinlemeyi pek benimsemediğinin de altını çizmeliyiz.

Her ne kadar yukarıda sıraladığımız yaratıcı ekibin tümünün Musevi dinine mensup olduklarını biliyorsak da, bu müzikalin bir Yahudi propagandası içermediğini varsayabiliriz; gerçek şudur ki böyle bir öykü, döneminin acı dolu gelişmelerini belirli bir mizah dozuyla sahneye taşıyarak kimilerimize tarih dersi de veriyor… Yine bazı yorumculara göre, Rusya ve Polonya’da Yahudi halkına karşı sürdürülmüş olan kıyıcı eylemler, Damdaki Kemancı’nın gösterildiği birçok ülkede ancak bu müzikal aracılığı ile kamuoyuna mal edilmişti.

Oyunun ilginç bulduğumuz bir diğer ve çağdaş tarihe göz kırpan özelliği, günümüzde yeni doruklara ulaşmış bulunan mülteci sorununa daha 1960’larda değinmiş olması ve bu bağlamda, 2016 yılında Aachen Tiyatrosu repertuarına alınırken, sahne tasarımının Suriye iç savaşına çeşitli göndermelerde bulunmasıydı.

Tiyatro evrenseldir, çoğu kez zaman sınırlarını aşar ve her daim izdüşümler, iletiler ile doludur. Umudumuz, değerli tiyatrocu Mehmet Ergen ve ekibinin bu önemli yapıtı, hak ettiği biçimde sergilemesi.