Genç Yahudiler Anlatıyor Röportajlar

Moşe Anlatıyor: “Senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli.”

“Liseyi bitirdiğim 2003 senesinde patlamalar oldu. Ondan sonra ‘İsrail’in veya Amerika’nın politikalarını beğenmeyen insanlar gelip burada seni öldürebiliyor’ kavramına bir anda aşina oluyorsun. Tabii ki illa duyuyorsun sağdan soldan, 1986’da da 1992’de de böyle saldırılar oldu diye. Ama 2003’te bunu bizzat yaşayınca diyorsun ki, ‘Demek ki senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli.’”

Geçen yıl tanıştığım Moşe ile ilk olarak arkadaş ortamında bir araya gelmiştik. Bu yıl çeşitli etkinliklerde buluştuğumuz Moşe ile bu sefer Genç Yahudiler Anlatıyor köşesi için buluştuk. Taksim’de bir kafede gerçekleşecek görüşmemize başlamadan önce, sevdiği isimlerden “Moşe” ismini kullanmaya karar verdik.

33 yaşında bir Sefarad Yahudi’si olan Moşe, emekli bir baba ile ev kadını bir annenin tek oğlu. Eğitim hayatına Musevi okulunda başlamış ancak ortaokula geldiğinde ekonomik sebeplerden ötürü devlet okuluna geçiş yapmış. Ortaokulu ve liseyi karışık bir devlet okulunda okuyan Moşe, liseyi bitirince Açık Öğretim Fakültesini iş hayatıyla eş zamanlı bir şekilde sürdürmüş. 4 yılın ardından özel bir üniversitede siyasal bilimler dalında yüksek lisansına başlayarak iş hayatına yurt dışı menşeli bir şirkette devam etmiş. Şirketin 2012’de değişen kanun sebebiyle Türkiye pazarından çekilme kararıyla birlikte, yüksek lisansını bitirmiş ve sonra askerliğini yapmış. Moşe şu anda Şişli’de yaşıyor, özel bir üniversitede doktorasını yapıyor ve iş hayatına serbest meslekle devam ediyor.

Musevi okulunun ardından geçiş yaptığı devlet okulu, Moşe için çoğunluk toplumuyla ilk karşılaştığı ve kendi ifadesiyle “kültür farkını çok net bir şekilde gördüğü” bir deneyim olmuş. Kendini bildi bileli tarihe ve kültüre özel bir merakının olduğunu söyleyen Moşe, çoğunluk toplumunun her zaman farkında olduğunu ancak ilk olarak ortaokul zamanlarında araştırma yapıp bilmediği detaylar öğrendiğini benimle paylaştı. Kendisine kimliğiyle ilgili soruların ilk defa yöneltilmeye başlamasıyla kendisine ve kimliğine dair erken yaşta bilinçlendiğini ve bunun yüksek lisansını ve askerliğini yaparken ona birtakım faydalar sağladığını anlattı. İnsanın kendisini nasıl gördüğünün değil çoğunluk toplumunun onu nasıl gördüğünün önemli olduğunu vurgulayan Moşe İstanbul’dan gitmek zorunda kalacağı günlerin gelmesini istemediğini söyledi. Şimdi sözü ona bırakıyorum…

Kendinden bahseder misin biraz Moşe?

1985 doğumluyum. İlkokula Musevi okulunda başladım, daha sonra karışık bir devlet okulunda okudum ortaokulu ve liseyi. Ardından Açık Öğretim Fakültesi bitirdim. Üzerine yüksek lisans olarak özel bir üniversitede siyaset bilimi okudum. Arada askere gittim. Askerden dönüşte de aynı üniversitenin doktora bölümüne kaydoldum. Ailem bildim bileli hep İstanbullu. Sefarad kökenliyiz. Tarihi kurcalamayı çok seven bir insanım, doğal olarak ailemi kurcaladım. Mesela babaannemin dış görünüşü Sefarad dediğimiz İspanyol kökenli insanların karakteristik özelliklerinden farklıdır. Bu bağlamda acaba Aşkenaz kökenimiz var mı diye çok zorlamama rağmen çok bir şey yakalayamadım. Bunun dışında ailemin İstanbul’a ne zaman geldiğiyle ilgili de çok bir veri yok, bildik bileli Hasköy ve çevresinde yaşadığımız söyleniyor. Bu bağlamda acaba Romaniotlarla bir bağlantımız var mı diye burayı da zorladım ama buradan da bir şey çıkartamadım. Elimden geldiği kadar geriye gitmeye çalışsam da tarihin el verdiği kadar bildiğim kadarıyla Sefarad olarak niteliyorum kendimi.

Ailenin tarihçesini nasıl araştırdın? Nerelere başvurdun?

Şöyle, ailenin yaşlı bireylerini sözlü olarak sürekli sıkıştırırım. “Annen neredeymiş?”, “baban nereden gelmiş?”, “senin dedenin ismi neymiş veya nerede gömülmüş” gibi sorduğum sorular ailenin bildiği bir şeydir ve çoğu zaman aile içinde kavga çıkartan sorulardır bunlar. Çünkü ailenin iki yaşlı bireyi konu hakkında farklı hikayeler hatırlıyordur “yok yok öyle değildi, biz aslında şöyleydik” gibilerinden kendi aralarında tartışırlar. Bu çok bilgi katıyor insana çünkü aslında yanlış şeyler hatırlamıyorlar farklı dönemleri hatırlıyorlar; biri 10 yıl önceyi biri 10 yıl sonrayı hatırlıyor. Dolayısıyla o süreçten ailen hakkında daha fazla bilgi ediniyorsun. Bu aldığım bilgiler ışığında da elimden geldiği kadar kendi cemaatimde girebildiğim arşivlerde bunun kurcalamalarını yaptım.

Evde Ladino konuşulur muydu?

Sadece benim anlamamı istemedikleri şeylerde konuşurlardı. Babaannemin Ladino dil haznesi Türkçesine göre çok daha iyiydi tabii ki. Doğal olarak konuşması sırasında ağırlıklı olarak Ladino konuşurdu. Ben de bir babaannenin torununa Ladino olarak dediği her kelimeyi biliyorum. Mesela şeker, yemek, su, gelmek, gitmek, oynamak… Veya yemek isimleri. Ama kendimi ifade etme yöntemleri veya sohbet açma noktasında tabii ki Ladino kullanabileceğim bir dil değil.

Kaybolmakta olan bir dil oluşu hakkında ne hissediyorsun?

Çok içimi acıtıyor diyemem açıkçası. Vay arkadaş dilimizi kaybediyoruz benliğimiz yok oluyor şeklinde düşünmüyorum. Olsaydı güzel olurdu, değerli bir bilgi ve kültürel bir zenginlik neticede. Ama diğer yandan hayatın gerçekleri de var. Onu şöyle değerlendiriyorum, zaten İspanya için bile eski bir dilden bahsediyoruz. İspanya’da İspanyol dili ve edebiyatı okuyan öğrencilerin dilin tarihçesini ve gelişimini öğrenmek için Türkiye’ye gelip burada Ladino konuşan Yahudilerle sohbet ettiğini biliyorum. Çünkü bizim buraya geldiğimiz dönem İspanya’da Cervantes’in İspanyolca konuştuğu dönem, doğal olarak bugünün Türkiye’sine geldiği zaman adam zaman makinesine binip İspanya’nın eski İspanyolcasını öğrenmiş oluyor teknik olarak. Bu çok etkileyici bir şey ve değerli bir hazine. Bir de şu var, bu toplumun bir parçası olma noktasında bu toplumun hakim dilini de akıcı bir şekilde konuşabilmek, kendini bu dilde ifade edebiliyor olmak bence yanlış bir kavram değil. Bulunduğun ülkenin kelimelerini düzgün konuşabiliyor ve o dilde romanlar yazabiliyor olmak değerli geliyor. Evet, 1930’larda “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları yüzünden baskı altına girmiş insanlar var, ki ailemin içinde de olduğunu tahmin ediyorum, ama diğer yandan şu beni daha çok rahatsız ediyor, eski Türk filmlerinde Yahudi, Rum, Ermeni karakterleri canlandırırken şivelerinin ya da aksanlarının bozuk şekilde nitelendirilmesi beni çok rahatsız ediyor. Benim çevremde ya da ailemde kimsenin şivesi bozuk değil.

Aile büyüklerinde şive kayması oluyor mu?

Güzel soru, babaannemin mesela Türkçe konuştuğunu çok hatırlamıyorum. Evet, konuşmaya çalışsaydı bozuk konuşurdu büyük ihtimalle ama çok konuşmazdı. Ağırlıklı olarak Ladino konuşurdu. Bak mesela babamlar halamlar anneleriyle Ladino konuşup bizle Türkçe konuşmalarına rağmen onlarda bir şive kayması yok.

İsmine gelelim. İsmin nasıl konmuş?

Geleneğe uyularak. Dedemin isminin kısaltılmışı.

Ailen Şabat’a bakar mı?

Şimdi, Şabat’a bakmak çok derin bir kavram. Kuralları olan ve aslında Yahudi dinî öğretisinin en zor emri diyebileceğim kavram. Doğal olarak Türk Yahudi toplumu içerisinde ortalama bir aile olarak değerlendirirsem kendi ailemi, bakılmazdı. Zaten kimin baktığını da şu ana kadar hiç bilemedim. Ancak çok dindar ailelerin baktığını duydum, benim çevremde neredeyse hiç yok ama. Şabat’ın bir farklılığı vardı benim için; hayatım boyunca hiçbir zaman Cuma akşamları saat akşam 10’dan 10 buçuktan evvel evden çıkamadım. Mutlaka akşam saat 7’de evde olunur, Şabat masası kurulur, ailecek hep beraber yemek yenir sohbet edilir ve geçe kadar oturulurdu. Ancak ondan sonra çıkılacaksa çıkılırdı. Babaanneye gidilir bizde, halada devam eder bu. Şimdi benden şey bekleniyor, “artık sen de evlen de biz de sana gelelim”. (gülüşmeler)

Bayramlar nasıl geçer peki?

Bizim aile dindar olmasa da çok gelenekçi bir aile. Mesela çevremdeki çoğu arkadaşımın pek bilmediği Tu-Bişvat diye bir bayramımız vardır. Bahar bayramı diye adlandırabileceğimiz bu bayram ağaçların çiçek açmasını anlatır, belki biraz Nevruzla benzeştirebileceğimiz bir bayram. O bayramda her zaman masada kuruyemişler olur. Veya Şavuot bayramında, evdekilere sorsan belki bayramın hikayesini bilmezler ama mutlaka beyaz renkli masa örtüsü, süsler ve beyaz renkli tatlılar masada olur. Hikayeyi bilmese bile geleneği biliyor. Pesah, Purim gibi büyük diyebileceğim bayramların doğal olarak daha fazla hikayesi, uygulanması gereken kuralları biliniyor. Mesela Kaşerut, Yahudi dini için çok önemli ve büyük bir yer tutan yeme kuralları, bizim evde asla uygulanmaz. Ama Pesah’da sekiz gün boyunca ev Kaşerut kurallarına uygun bir şekilde yer.

Peki, Şabatlarda aile büyükleri Kaşeruta bakıyor mu?

Sanırım onlar bakıyor. Kaşerut çok geniş bir kurallar dizisi. Eve tabii ki kaşer et giriyor ama mesela masada etli yemek var biz yoğurt çıkarmayalım demiyorlar. Böyle biraz daha hafif, üstten üstten bakılıyor.

Kipur tutar mısınız?

Evet, herkes tutar. Kipur’la ilgili şöyle ilginç bir şey var, insanların oruç tutmama ihtimali olduğunu belki 20 yaşında falan öğrendim. “Nasıl? Kipur’da oruç tutmuyor musun?” tepkilerini veriyordum, benim bildiğim en alakasız insan bile senede nasıl olsa bir gün diye oruç tutardı.

Ada hayatın var mıydı peki?

Ada hayatım vardı ama yazlığımız yoktu. Ben 5-6 yaşından beri adada bir Yahudi yaz kampına gidiyordum ve bu yaz kampı güzeldi benim için. Çok fazla arkadaş edinebiliyorsun, küçük yaştan çevren oluşuyor ve adada olmanın avantajıyla denize girebiliyorsun havuza girebiliyorsun. Sosyalleşebileceğim ve yazın İstanbul’da boş boş oturacağıma eğlenceli, güzel vakit geçirebileceğim bir yerdi benim için. 5 yaşından 14 yaşına kadar oraya her yaz çocuk olarak gittim. 14’ten sonra da abi olarak, çocuklara bakıcı olarak katıldım oraya. Yaklaşık bir beş sene falan sürdü bu. Çocukken farklı çocuklarla beraber zaman geçirmek çok eğlenceliydi, büyükken de şey gibi hissediyordum, “bu benim yapmam gereken bir iş, benim yaşım geldi artık ben de bunu yapmalıyım”. Vicdanî bir sorumluluktu belki de… Doğal olarak her yazım adada geçti ama hiç yazlığımız olmadı. Bu beraberinde iki şeyi getiriyor; ada kültürünü biliyorsun, çevresini biliyorsun bu hoş bir şey, ama diğer yandan Yahudi toplumu içerisinde çok avantajlı bir durum değil. Özellikle adada yazlığın yoksa ve böyle bir kampa katılıyorsan demek ki sosyo-ekonomik düzeyin çok da iyi değil ve bu da görece dışlanmana sebep olabilecek bir konu. Ben de insanlara şeyi anlatmaya çalışıyordum, “Tamam ben oraya gidiyorum da sen ne yapıyorsun? Sen yazın Çeşme’ye Bodrum’a gidiyorsun ailenle 1-2 hafta, e sonra? 3 aylık tatilde evde oturuyorsun sonra. Onun yerine burada hem sosyalleşebileceğin, kendini eğitebileceğin, ödevlerini yapabileceğin bir yer var. Buna niye aşağılayarak bakıyorsun?”. Bu her yerde oluyordur elbette ama biz nüfus olarak daha küçük olduğumuz için dedikodu daha hızlı geliyor bize. Geniş toplumda da illa oluyordur, Türkiye’de yazlığa gidenlerle gidemeyenler, yazlığı Çeşme’de olanlarla Avrupa’da olanlar arasında seviyeye dair bakış farklılıkları oluyordur. Ama sen yazlığı Avrupa’da olanın bakışını bilemezsin çünkü senle asla aynı ortama gelip sohbet etmez. Bizde bu çok net olabilecek bir şey; herkes birbirini tanıyor.

Eğitim hayatına neden bir Yahudi okulunda başlayıp sonra bir devlet okulunda devam ettin?

İlköğrenimime neden bir Yahudi okulunda başladığıma dair bir fikrim yok açıkçası. Ama ortaokulda niye devlet okulunda olduğumu biliyorum çünkü Yahudi okulu ekonomik olarak çok pahalıydı, bizim de ücreti ödeyecek gücümüz yoktu. Devlet okuluna girdiğim zaman da evime yakın olana girmek durumundaydım. Ortaokulu orada okumamın ardından Nişantaşı’nda bir devlet okulunda devam ettim liseye. İyi bir okuldu ama içine girince o kadar da parlak olmadığını görüyorsun. İşin aslı şu, günün sonunda Şişli’deki devlet okulunda Şişli’deki, Nişantaşı’ndakinde ise Nişantaşı’ndaki kapıcı çocuklarıyla okuyorsun. Çünkü o mahallenin zenginleri zaten çocuklarını oraya göndermez. Nişantaşı’nda okudum diyorsun ama Nişantaşı tebaasıyla okumuyorsun aslında, Nişantaşı’nın esnaf çocuklarıyla okuyorsun.

Yahudi okulundan sonra karışık bir devlet okulunda okumak nasıl bir deneyimdi hatırlıyor musun?

Hatırlıyorum, çocuksun hatırlamayabilirsin diye düşünme, çok akılda kalıcı şeyler yaşıyorsun. Mesela ortaokula ilk başladığım zaman Yahudi okulundan sonra inanılmaz bir kültür farkı gözüne çarpıyor. Hayatımda ilk defa öğretmenimden dayak yedim, tokat attı, elime cetvelle vurdu. Ağlayarak sınıftan dışarı çıktım, dışarıda müdür yardımcısı gördü beni ve sordu ne olduğunu. “Hoca herkese vuruyordu, bana da vurdu ve ben de ağladım” dedim, “Niye vuruyordu?” diye sordu “Ödevimizi düzgün yapmadık” dedim. “Vay siz ödevinizi niye düzgün yapmadınız!” diye bir de o vurdu. Ben hayatım boyunca ailemden herhangi bir dayak görmemişken ya da Yahudi okulunda bunu hiç yaşamamışken bir anda o ortama girince doğal olarak ağladım. Sonra o sınıfa geri döndüğündeyse daha komik başka bir tepkiyle karşılaşıyorsun; sınıftaki diğer erkek çocukları ilkokuldan beri dayak yiyerek büyüdüğü için “Sen erkek mi değilsin de çıktın sınıftan” tepkisini görüyorsun. “Ay kız gibi her şeye ağlıyor…” Dolayısıyla inanılmaz bir sosyal baskı içerisindesin. Bunun bir diğer örneği de Bar-Mitzva dönemimdi. Ortaokul zamanıma denk gelmişti Bar-Mitzva’m dolayısıyla okuldan çıkışta derse gitmem gerekiyordu. Çantamda İbranice kitaplarla gidiyordum okula ve bir şekilde bu kitaplar gözüktüğünde “Bu ne?”, “Niye?” gibi sorularla karşılaşıyordum ve Yahudilik anlatmaya çalışıyordum. Şişli görece daha kozmopolit bir yerleşim birimi, dolayısıyla orada yaşayan insanların az çok bir Yahudi veya Hristiyan tanıdığı var. Onun için çok ağır antisemitizmle karşılaştığımı söyleyemem ama sürekli bir kendini izah etme durumuyla karşı karşıyaydım. Her şeyi tek tek anlatmak zorunda kalıyorsun; çevrendekiler zaten seni anlamıyor ama kendini acayip bilinçlendiriyorsun bu konuda. Birine bir şey anlatmak istiyorsan bunu biliyor olman lazım çünkü. Ortaokulda işte bunu çok yaşadım. Bir de şey çok oluyordu, din öğretmeni anlatıyor birini Müslüman yapınca cennete gidiyorsun diye. Sonrasında tabii “Haydi kelime-i şehadet getir” laflarıyla geçti bütün ortaokul hayatım.

İlk o zaman mı çoğunluk toplumuyla karşılaştın?

Evet, hayatımda ilk kez Müslüman birileriyle tanıştım o dönemde diyebilirim. Biliyorsun zaten aslında, her zaman komşun, arkadaşın, veya bir yerde gördüğün insanlar. Ama “Nasıl yani, siz Hz. Muhammed’e inanmıyor musunuz?” sorusuyla karşılaşınca düşünüyorsun, “He demek ki sen Hz. Muhammed’e inanıyorsun”, peki “Hz. Muhammed ile Musa arasındaki fark ne?”. Ondan sonra eve gidip baktıktan sonra diyorsun ki, “He demek ki arada 1000 yıl 1500 yıl var ve başka bir insan var; ve bu insana inanan insanlar var…” ve doğal olarak başka hikayeler öğrenmeye başlıyorsun. Her zaman Müslüman olarak biliyorsun evet, ama ayrıntılı öğrenmeye sonra başlıyorsun.

Kimliğimle alakalı sorular Bar-Mitzva döneminde başladı dedin. Peki öncesinde ismin dikkat çekiyor muydu?

Tabi tabi. Aynı döneme denk geliyor ismimle İbranice kitaplarını görmeleri. Ortaokulda Moşe olmak avantajlı olabiliyordu, çünkü daha karizmatik bir isim. Hani Mahmut değil de Moşe. Ama lisede o kadar avantajlı değildi ismim. Çünkü lisede politize olmuş, bazı konularda daha fazla bilgi sahibi olmuş insanlar Moşe’yi avantajdan dezavantaja çok kolay çevirebiliyorlar. Lisede ülkücü olmak güç gösterisidir. Arkanda abilerin vardır ve seni korurlar kollarlar. Bununla ilgili de çok hikayeler var başımdan geçen çünkü çok fazla farklı dönemlerin içinde bulundum lisedeyken. İsrail’in Gazze savaşı, İntifada süreci falan derken o sırada ben okuldaydım. Bir şekilde konu “Zaten bu Yahudiler…” şeklinde sana bağlanıyor ve sen de anlatmaya çalışıyorsun “Hayır bu Yahudiler değil, orada bir devlet var, bu devletin politikaları var, bunun dışişleri var… Ben nasıl hiç yaşamadığım bilmediğim bir ülkeyle bir tutulabilirim?” gibilerinden dil döküyordum. O noktada da bireysel olarak alaka kurmaya başlıyorsun İsrail’le; o güne kadar kendimi sadece Yahudilikle alakalı bir birey olarak görürken o günden sonra toplum “Hayır senin onunla alakan var” dediği için acaba ben İsrail’le bağlantılı mıyım diye sorgulamaya başlıyorsun ve ister istemez bir bağlantı da kuruyorsun. Liseyi bitirdiğim 2003 senesinde patlamalar oldu. Ondan sonra “İsrail’in veya Amerika’nın politikalarını beğenmeyen insanlar gelip burada seni öldürebiliyor” kavramına bir anda daha aşina oluyorsun. Tabii ki illa duyuyorsun sağdan soldan, 1986’da da 1992’de de böyle saldırılar oldu diye. Ama 2003’te bunu bizzat yaşayınca diyorsun ki “Demek ki senin kendini nasıl gördüğün önemli değil, toplumun seni nasıl gördüğü çok önemli”.

“1986 olsun 1992 olsun, sağdan soldan duyuyorsun bu saldırıları” dedin. Nereden duyuyordun? Ev içerisinde konuşuluyor muydu mesela bunlar?

Ev içinde konu açılırsa konuşulur, konu açılmazsa konuşulmaz bunlar. Konu nasıl açılır? Konuyu ben açarım genelde. Evde herkes o konuları bilir, bilmiyorum diyen biriyle karşılaştığımı hiç hatırlamıyorum ama asla konuyu açtıklarına da denk gelmedim. Ancak benim bir şekilde konuyu açmam gerekir. Bunun dışında sosyal ortamlardan duymuş olabilirim bu saldırıları. İlk nerede ya da ne zaman duyduğumu hatırlamıyorum doğrusu. Bir yerde okumuş da olabilirim ya da arkadaşlarımdan duymuş olabilirim. Belli bir zamandan sonra, özellikle 15-16 yaşlarında falan, hafta sonu beraber dolaştığın arkadaş grubundan çok farklı konularda çok farklı şeyler öğrenebiliyorsun. Ergen genç sohbeti içerisinde daha önce bilmediğin şeyler duyabiliyorsun, kafanda soru işareti kalan şeyleri de evde “Ya böyle bir şey varmış, bu ne demek?” diye soruyorsun. Mesela ilk İspanyolca küfürleri arkadaşlarımdan öğrendim doğal olarak eve gidip sorunca bu ne demek diye “A-aa ne kadar ayıp! Sen bunu nereden öğrendin?” şeklinde tepkiler almıştım.

Bu arkadaşlar peki ilkokuldan mıydı yoksa başka cemaat ortamlarından mıydı?

İlkokuldan beri tanıdığım arkadaşlarım da var, ailemin arkadaş gruplarının çocukları var, farklı cemaat ortamlarından tanıştığım insanlar var. Ama ağırlıklı olan kuzenim diye hitap ettiğim aile yakınlarım.

Cemaat faaliyetlerine katılımın nasıldı?

Çok küçük yaşımdan beri içindeyim aslında. 10-11 yaşından itibaren elimden geldiğince cemaatin düzenlediği faaliyetlere katıldım, belli bir yaşa geldikten sonra da sadece katılım değil sorumluluk da almaya başladım. Bu faaliyetlerde yapılacak bir şey oldu mu örneğin, elimi taşın altına koymayı seven bir insanım. Hala da elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorum.

Arkadaş ortamlarından bahsedelim o zaman biraz. Üniversiteye kadar kimler oluşturuyordu arkadaş grubunu?

Farklı gruplar oluşturuyordu. Ortaokula kadar Yahudilerdi. Ortaokulda, yeni bir okula yazıldığın zaman doğal olarak arkadaş edinme ihtiyacındasın. Hele bir de bahsettiğim dayak olayı ve “Kız gibi çocuk” laflarından sonra daha fazla ihtiyacın oluyor arkadaşa. Birileriyle beraber dolaşmalısın, tek başına dolaşırsan hedef olabilirsin. Çok emin değilim şimdi söyleyeceklerimden, %100 eminim diyemem yani. Bir tanesi şu; bazı insanlar benimle arkadaş olmak istemediler, bazı insanlar da Yahudi olduğumu öğrendikten sonra arkadaş olmak istemediler. Mesela bir örnek vereyim, Osmanlı tarihiyle ilgili bir dönem ödevi almıştım ve o dönem haliyle Google olmadığı için kitap nereden bulabilirim diye düşünüyordum. Bir arkadaşım “Bizim evde ansiklopediler var gel bize” dedi. Gittim, evde anneannesi vardı, başı kapalı dindar biriydi. Oturdum, evdeki İslami ansiklopedi dizisi içerisinde Osmanlı tarihi anlatılan kitaplardan çalışmaya başladım. Kadın gayet iyi bir şekilde geldi ve “Evladım adın ne senin?” diye sordu. Söyledim, “Ne?” diye anlayamadı. Bir daha söylediğimde “He peki” dedi ve o çocuk bir daha benimle hiç konuşmadı. Bilmiyorum tabi, belki ailesiyle bu konu hakkında hiç diyaloğa girmemiştir belki tamamen tesadüftür. Çocuk bir daha benimle konuşmak istemedi, bunu biliyorum sadece. O dönem kimler benimle arkadaş oldu? En yakın arkadaşlarımdan birisi Alevi, biri bir asker çocuğu, bir tanesi laik bakış açısı olan bir çocuk ve bir tane de Hristiyan bir çocuktu. Biz böyle bir gruptuk. O zamanlar fark etmiyorsun tabi ama büyüyüp geriye dönüp baktığın zaman “Beyaz Türklerle dolaşıyormuşum aslında o dönemde” diyorum; okumuş laik bakış açısına sahip çocuklar, bir asker çocuğu, bir Alevi… Standart Sünni Müslüman’la çok arkadaş olamamışım. Liseye geldiğimdeyse durum daha feciydi; hiç yakın arkadaşım yoktu. Şanslıydım ki kuzenimle aynı okuldaydım. Dışladılar beni evet ama belki ben de onları dışlamıştım. Tek başıma kalmak istemezdim kesinlikle, zor bir durumdu ama çok cahilsiniz dediğimi de hatırlıyorum. Sadece tarihe meraklı değil, genel kültüre de meraklıydım, güncel politikaya da… Biri sana çıkıp ülkü ocakları, MHP deyince “Bak aslında şöyle bir şey de var” diyorsun cevap olarak. Che’nin Motosiklet Güncesini yeni okuduğum dönemler, adamlar dinlemiyor bile. Sonra sen de çok cahilsin diyorsun tabii. Sen mi beni dışlıyorsun ben mi seni çok emin değilim.

Üniversiteye gelelim. Açık Öğretim Fakültesi bitirdiğini söyledin. Neden Anadolu’da bir üniversite tercih etmedin?

Ben 2003’te liseden mezun olduğum zaman İstanbul’da çok az özel üniversite vardı ve bunlar inanılmaz pahalıydı. Ailemin de bunu karşılayabilecek gücü yoktu. Diğer yandan Anadolu’da bir üniversiteye evet gidebilirdim ama Türkiye’de Anadolu’da okuyan bir genç Yahudi hiç yok. Bunun hem güvenlik algısı sebebi var hem toplumsal sebebi var hem hayatını idame ettirebilmekle alakalı sebepleri var… Ama yok neticede orada okuyan bir Yahudi. Dolayısıyla Açık Öğretime karar verdim ve 4 yılda bitirdim. Bu değerli bir şey bence, zor dersleri biri sana anlatmadan verip zamanında bitirmen ama günümüz bakışıyla Açık Öğretim bitirmek aşağılanan bir şey ne yazık ki. Biraz da bunun yüküyle özel bir okula yüksek lisansa başvurdum. Özel bir okulda okumanın avantajını çok gördüm çünkü görece parasını vererek gelen adam belli konularda daha iyi yerlerde oluyor. Dolayısıyla alakasız iyi yerlerde tanıdığım insanlar var şu an mesela. Siyasal okumanın şu getirisi var, görüşlerini çok açık bir şekilde dile getirebiliyorsun ve her konuda herkesle tartışabiliyorsun. Bu, sınıfta görece dışlanmanı hızlandırabiliyor ama bunu dışlanma olarak değerlendirmemek lazım. Herkes kendi görüşüne yakın olan adamlarla takılmak istiyor zaten. Ama Yahudi olmanın orada ekstra bir zorluğu şu olabiliyor; bu diyeceklerim benim şahsi görüşüm tabii, 1930’ların Türkiye’sini tartışıyorsan anti-CHP, 1950’lerde anti-Demokrat Parti, güncel konuşuyorsan anti-AKP konuşmak durumundasın. Doğal olarak her noktada birilerine hep “anti” kaldığın için tek kalıyorsun. Ama bunu anlayabilecek insanlarla dolaşıyorsun tabii neticede.

Yüksek lisansını yaparken antisemit söylemlere ve hareketlere maruz kalıyor muydun peki siyaset konuşurken?

Bol miktarda şununla karşılaştım, İsrail politikaları eleştirilirken “Siz zaten böyle yapıyorsunuz” şeklinde yorumlar geliyordu. “Siz falan yok, ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” dediğinde de “Tamam öylesin ama…”. Kesinlikle anlamak istemiyorlar ve inatla seni o politikanın bir parçası olarak görüyor. Ama ben bunları lisede aştığım için yeterli cevabı verebildiğime her zaman inanmışımdır. Ben yüksek lisanstayken Mavi Marmara olayı oldu. Ne olduğun çok belliyken hoca çıkıp şey diyor “Moşe, bir de sen anlat Mavi Marmara’yı haydi”. Niye ben? Tamam anlatırım ama niye ben? Sonunda sesler yükselse de çıkıp anlattım hatta sunum bile yaptım neticede ama “Niye ben?”

Anlıyorum… Çalışma hayatına ne zaman atıldın peki?

Lise bittikten sonra 18’imde çalışmaya başladım. Bugüne kadar hala çalışmaya devam ediyorum, sürekli ve düzenli bir iş hayatım oldu yani. Eminönü’ydü ilk işe başladığım yer. Eminönü Türkiye’deki çeşitli dinî duyguları ağırlıklı olan grupların yoğun yaşadığı bir bölge diyebilirim. Travmatik olarak şeyi çok net hatırlıyorum, Beyazıt Cami’nde Cuma namazı çıkışında toplanan ve İsrail bayrağı yakan grupların dükkanımızın önünden geçtiğini. İnsan ister istemez korkuyor, manyağın bir tanesi burası Yahudi dükkanı diye taş atsa o yığından kurtulamazsın. Öyle bir kalabalık. Hiç elinde İsrail bayrağı taşıyan o kadar fazla sayıda Müslüman görmemiştim mesela. Yakmak için taşıyorlar o ayrı tabii. Orada çalışırken çok farklı insanlarla tanışıp sohbet etme imkanım oldu. Bizim dükkanla iş yapan insanlar aşağı yukarı daha modern yapıda olan insanlardı, çok hacı hoca tayfası yoktu. Ben bu işe tanıdık vasıtasıyla girdim bu arada. Çalışırken okuyordum aynı zamanda. Yüksek lisans yaparken tam zamanlı çalışamıyordum o yüzden kendime başka bir iş bulmak istedim. O çalıştığım yerle iş yapan başka bir yerle tanıştım yüksek lisans yaptığım dönemde. Patronum çok anlayışlı ve düşünceli bir insandı, o ayarladı. Maslak’taydı şirket. Yurtdışı tabanlı bir şirketti ve iyi bir pozisyondu. 2012’de değişen yasa tasarısı yüzünden Türkiye pazarından çekilme kararı aldı. Dolayısıyla 2012 itibariyle ben işsiz kaldım. Ondan sonra şahsi bir girişim işine giriştim ve hala da o işi yapıyorum “freelance” olarak. Bu işin güzelliği ayın 4-5 günü çalışıp geri kalan günlerde dinlenmemdi. Ancak orada da bir baskı söz konusuydu; yaşlar 25’li yaşlar olunca ve bir kızla tanıştığında ilk sohbette konu “Ne iş yapıyorsun?”a geliyor. Doğal olarak orada ayın 26 günü yatan ve freelance iş yapan biri çekici gelmiyor. Zamanla bu işin getirisi çok parlak olmamaya başladı ve askere gitmeme çok az süre kaldığı için iş arayışına giriştim, bulamadım. Askere gittim. Geldiğimde de aynı üniversitede doktoraya başladım.

Askerliği nerede yaptın? Nasıl bir deneyimdi?

İki farklı yerde yaptım. İlki kısa dönemdi, aslında güzel geçti. Genel olarak çok kötü deneyimlemedim askerliği ama çok gereksiz olduğunu düşünüyorum. “Adam” etme merkezi askerlik. Birileri oraya gidiyor ve adam oluyor, gitmeden adam değilsin. “Ben zaten adamım” dediğin zaman olmuyor ve onu anlatamıyorsun insanlara. Diyorlar ki her insana bir şey katar, zengine fakiri anlamayı sağlar fakire düzgün davranmayı katar falan filan… Tamam olabilir, belki gerçekten bazılarına bir şeyler katıyordur ama ben kalem alacak parası olmayan insan da gördüm, Yahudi çevresinde Avrupa’da yazlığı olan insan da gördüm. Şimdi bana ne katacak burası? Ben zaten ailemin dediklerini yapan, kötü alışkanlığı olmayan bir insanım neyimle adam olmalıyım? Hiç anlayamadığım ve fuzuli gördüğüm bir yer askeriye. Mecburdum, gittim. O sistemin düzgün işlemediğini de gördüm mesela çok donanımlı Türkiye’de uzun yol kaptanı bir çocuk vardı, onu topçu olarak göndermişlerdi. Denizci olarak değil… “Çok büyük bir akıl var arkasında” efsaneleri yalan… İkincisinde usta birliğindeydim, yaz ayıydı rahattı. Bu deneyim hem iyi hem kötüydü. Başlangıcı kötüydü, tek kısa dönem ve sabıkası olmayan kişi bendim. Sonrasında bölük komutanı görece iyi bir şey yaptı; “Ne kadar az muhatap olursan o kadar az sorun yaşarsın” diye kimsenin uğramadığı bir odanın görevlisi olarak atadı beni. Nispeten rahattım.

Askerdeyken ismin dikkat çeker miydi?

Çekerdi tabii. Ben geç bir yaşta askere gittim. Gitmeden aldığım bir tavsiye üzerine yüzük götürdüm yanımda. Askerde nişanlı ya da evli olanlara biraz daha saygı gösteriyorlar çünkü. Diğerleri hep 20’lerinde ve gençse, sen de onlardan 10 yaş büyüksen ve evliysen sana abi gibi bakıyorlar. İlk dönemlerde bu beni biraz korudu. Ama mesela normal şartlarda kısa dönem olduğum için çok hızlı bir şekilde çavuş olmam gerekirdi, benim çavuşluğum gelmedi. Askerliği bitirene kadar neredeyse çavuş olamadım. Bu da düzenli olarak nöbet tutmama, ağırlıklı olarak gece nöbetleri tutmama sebebiyet veriyordu. Bu tamamen yazıcının inisiyatifinde olan bir şey bu arada ve bunu keyfine göre yazıyor. Seninle onun arasındaki ilişkiyle alakalı biraz. Benim pek umurumda değildi bu durum, idare ediyordum bir şekilde. Bir gün hazırolda dururken bir şey geldi başıma; tam arkamdaki adamdan “Bu Yahudilerin hepsi böyle zaten” gibi bir itham duydum. Ben de sonrasında “Senin benimle bir sorunun mu var? Ben sana kötü bir şey mi yaptım? Niye benim hakkımda böyle diyorsun?” diye sorduğumda “Yok abi ben sana demedim” demeye başladı. Hiçbir şeyin farkında değildi o yüzden çok da önemsemedim açıkçası. Bu biraz şans meselesi. Askerliği benden daha iyi geçen arkadaşım da vardı daha kötü geçen de.

Askerlik dedik, peki oy kullanıyor musun?

Evet, hep kullandım. Bence en önemli vatandaşlık görevlerinden biri. Bir şeylerin değişeceğine dair umudum olmasa dahi aksatmadan kullanıyorum. Oy kullanmayanların olduğunu, aynı Kipur örneğindeki gibi çok geç bir yaşta fark ettim. Benim için oy kullanmamak diye bir şey söz konusu değil çünkü.

Gezi Direnişine katıldın mı?

Evet, oradaydım. Hem de ilk günlerden oradaydım. Bir grup toplanmıştı ağaçlar kesilmesin diye çadır kurmuşlardı. Ertesi sabah da zabıta bu insanların çadırlarını basmıştı. Zabıtanın baskınından sonraki öğleden sonra oradaydım. İkinci gün diyebiliriz yani. Ve aşağı yukarı son güne kadar da oradaydım.

Oraya gitmende seni tetikleyen neydi?

İnsanlara yapılan haksızlık aslında tetikledi. Parkta eylem yapıyorlar çok masumane bir sebeple, ağaçlar kesilmesin diye ve çadırları basılıyor… İlk o tetikledi. Oraya gittikten sonra ortam çok hoşuma gitti. Gerçekten belli bir entelektüel seviye vardı, insanlar çok düzgündü. Evet bira içilmiyor muydu içiliyordu, ama akşamleyin biri megafonu eline alıp “Arkadaşlar geçen sabaha karşı zabıta çadırlarımızı bastı, bu sabaha karşı da gelebilir lütfen çok içmeyin de engel olalım” gibilerinden “Sabah erken kalkacağız” anonsunun yapılması, bu birlik beraberlik ve bilinç çok hoşuma gitmişti. Çok hoş ve doğru geliyor bu bana; isteyen içer istemeyen içmez ama sabah da zabıta için erken kalkacağız. Daha sonra akabinde parkın içinde beraberliği temsilen Ermeni, Rum, Müslüman, Kürt, Laz, Alevi hep beraber buradayız dendi, orada ilk seferde Yahudi yoktu mesela. Güzeldi beraberlik mesajı, unutmuşlar insanlık hali ama biz de buradayız demiştim mesela kendi kendime. Devam eden süreçte anti-kapitalist Müslüman bireyler, LGBTİ bireyler gibi birçok farklı bireyle birlikte ve muhaliflerin bir araya gelebildiği ortak bir platformun içinde olmak da hoşuma gitti. Bizim çadır kurduğumuz yerin hemen karşısında İTÜ öğrencilerinin “Orantısız Zeka Kulübü” vardı mesela. Bu gibi ince mizah anlayışlarını da bulabildiğim bir yerdi Gezi. Ve ben kendimi güzel hissediyordum. Mutluydum. Herkesle birlikte ve beraberdik. Siyasal okuyunca bir şeylerin değişmeyeceğine inanıyorsun ya, orada sanki değişecek gibiydi. Diğer yandan da çok emindim bir şey olmayacağına.

“Bir şey değişmeyecek” düşüncesinin siyasal okumanın bir getirisi olduğundan bahsettin. Bu düşünce Gezi’de etkilendi mi? Herhangi bir değişim oldu mu?

Olmadı. Belki kafalarda bir değişim olmuştur olduysa ama ondan da çok emin değilim. Bugün Gezi benzeri bir olay ortaya çıkar mı? Çıkmaz bence. Neden çıkmayacağına inanıyorum? Mesela bir örnek, İran’da 2009’da yeşil devrim hikayesiyle ayaklanan halk birkaç gün önce yeniden ayaklandı ve 3-4 gün sürmedi. Çünkü hikaye şu, 2009’da İran Devleti de konudan çok haberdar değildi ve işler bir anda büyüdü, nasıl durduracaklarını da bilmiyorlardı. Ama bugün nasıl durduracaklarını biliyorlar. Aynı şeyin Türkiye’de de olabileceğine inanıyorum; Gezi gibi “anti-government” bir hareket yeniden ortaya çıkarsa devlet buna karşı nasıl davranacağını artık biliyor. Hamleyi daha önce görebiliyor. Bir de Gezi’de Haziran hareketi gibi bir şey ortaya çıktı belki ama iyi bir lider yoktu. Bir lider çıksaydı da bütün gruplar o lideri benimsemeyecekti… Doğal olarak benim umudum yok bu konuda.

Gezi’de olduğun süre içinde Yahudi kimliğinle güvende hissettin mi kendini?

Şimdi aslında Yahudi olduğumu ifade etmedim, ifade edebilecek bir ortam hiç olmadı. Oraya Moşe olduğumu bilen kendi arkadaşlarımla gittim. Çevredekilerle ettiğim sohbetler sırasında adımı söylediğimi hatırlamıyorum. Söyleseydim bir şey olmazdı kesinlikle başlarda. Gezi’nin son zamanlarına doğru çok karmaşaya dönüştü işler o yüzden bir şey diyemeyeceğim. Mesela aklıma bir şey geldi, ben askerde kısa dönemimi yaparken 200 kişilik yatakhanelerde yatıyorduk ve muhabbet oluyordu. Ben Gezi’ye katıldığımı ve hareketi çok değerli bulduğumu söylediğim anda çevremdekilerin %90’ını kaybetmiştim. Hepsi “Nasıl yahu onlar bölücü onlar terörist” demeye başladı ki bu insanlar üniversite mezunuydu. Benim olduğum ortamda konu politikaya dönüyor bir şekilde. Tarih, politika benim özel ilgi alanlarım. Ben taksiye bindiğimde de politika konuşuyorum. Mesela antisemitizm üzerine enteresan bir hikaye; taksiciyle politika konuşuyoruz “O yanlış… Bu böyle olmaz… Bunlar eksik…” şeklinde. Adam katılıyor veya katılmıyor ama konuştuktan sonra “Kardeş iyi sohbetti” deyip ismini soruyor. Moşe deyince “He ondan sen böyle düşünüyorsun” diyor. Yahudi olduğunda sadece böyle düşünülüyor sanki…

Takside ismini söylediğini söyledin. Kamusal alanda ismini gizleme alışkanlığın var mı?

Genelde yok. Bu topraklarda benim de yaşadığımı bilsinler istiyorum. Bu benim için çok değerli geliyor. Ama çok uç durumlar oluşabiliyor, o zamanlar evet saklıyorum ismimi. Mesela sağda solda açılan Filistin’e destek sergileri oluyor ve ben de gidiyorum. Broşürlerini alıyorum, sergileri geziyorum ve bazen de varsa eğer bilgi hatalarını düzeltiyorum. Küratörleri buluyorum soruyorum resim kime ait, bilgi kime ait diye ve onlarla konuşuyorum. Genellikle tarih bilgisi hataları oluyor. Bu durumlarda sorduklarında kim olduğumu, ilk aşamada ismimi söylemeyebiliyorum. Tartıştığım insanın kim olduğu çok önemli burada. Hoş sohbet ve saygılı olanlara söylüyorum ismimi çoğunlukla ve sorun da yaşamadım. Anlayabiliyorum bütün yaşadıklarımdan sonra kime ismimi söyleyip kime söylemeyeceğimi. Bunun dışında mesela yeni nesil kameralı taksilerde politika konuşuyorsam ismimi söylemeyi tercih etmiyorum.

Peki, konuyu politikadan Yahudiliğe getirelim. Yahudilik sana ne ifade ediyor? Hayatında nasıl bir yeri var?

Hayatımda çok önemli ve temel bir yeri var. Kendimi tanımlarken “Yahudi’yim” demek önemli. Bir de tabi Yahudilik nedir? Birçok Yahudi’ye göre belki ben Yahudi bile değilim. Çünkü Şabat’a bakmıyorum, Kaşeruta bakmıyorum, dinî yükümlülüklerimin hiçbirini yerine getirmiyorum belki de… Ama bana göre Yahudilik dinî bir bakış değil daha çok tarihsel, geleneksel ve aktarımsal bir şey. Kültürel bir bakış ve bir yaşam tarzı. 3500 yıldır dedelerimiz bir şekilde bu aktarımı birbirlerine sağlamışlar ve ben de bu halkanın son parçasıyım. Ben de bir sonraki nesle gelenek, görenek ve bilgi dağarcığını aktarabiliyorsam bunu sürdürebiliyorum demektir ve bunu da aktarmak istiyorum.

Hazır konu geleneklerin aktarımına geldi, ileride bir gün çocuğun olduğu zaman ev içerisinde dini yaşatır mısın?

Bunu arzuluyorum, evet. Türkiye’de karma evlilik oranı çok yüksek bu noktada farklı kültürden biriyle evlenirsem bile aktarmayı arzu ediyorum. Beni anlayabilecek biriyle evlenmeyi hedefliyorum karma evlilik yapacaksam. Burada hikaye şu, ben evet evlenebilirim çünkü realist bakıyorum. Evlenen her insana da suçlu gözüyle bakmıyorum, herkesin kendi yaşam düşünceleri var. Ama ben bu evliliği yaparsam kendi kültürümü aktarırım kesinlikle. Bazı insanlarla karşılaşıyorum kültürünü aktarmayı tercih etmeyen. Bence insan kültürünü çocuğuna aktarmak zorunda çünkü günün sonunda senin kendini nasıl tanımladığın önemli değil, toplum sana zaten bir kılıf biçiyor ve sen toplumun sana o kılıfı biçeceğini biliyorsan o halde buna uygun bir şekilde o çocuğu donat ki yarın öbür gün kimlik karmaşası içinde kalmasın. Bunu yaşayan çok arkadaşım var benim bu arada. Benim yaşımda, annesi babası karma evlilik yapmış ve çocuk kendini Yahudi olarak tanımlayamıyor. Ama Müslüman olarak da tanımlayamıyor. Acayip bir durum bu arada kalma durumu. Mesela isim konusunda konuşacak olursam, eğer karma evlilik yaparsam karşımdaki insanın isteği de çok önemli. Ama eğer iş tamamen benim kontrolümde kalacaksa tercihim Yahudi soylu bir isim olmasıdır. Kültür aktarılmak zorunda, başkaları seni zorlayacağına sen bu bilincin farkında ol.

Yahudilik ile bağını konuştuk. Peki, Türkiye’yle nasıl bir bağın var?

İstanbul’u bütün coğrafyanın dışında tutmak gerekir diye düşünüyorum benim gözümde. Dünyanın en önemli üç şehrinden biri benim için. Bunlar Roma, Kudüs ve İstanbul. 2000 yıldır çeşitli kökleri olan şehirler. Kudüs’te gezerken Roma İmparatorluğu’ndan kalan çarşı alanları ya da sütunlar gördüğüm zaman, İstanbul’da Ayasofya’yı gördüğümde veya Roma’da Kolezyum’u gördüğümde inanılmaz bir etki bırakıyor bu şehirler bende. Bugün İstanbul’daki en eski yapılardan biri olan Ayasofya, yapılırken bile aslında tarihi eser çünkü oraya getirilen dikili taşlar Mısır’dan getirilmiş 1000 yıllık taş. Dolayısıyla İstanbul tarihi benim için çok değerli ve her şeyi çok muhteşem gözüküyor gözüme. Bunun dışında Türkiye coğrafyası noktasında pek bir bağlılık hissetmiyorum. Ama mesela Atatürk benim için çok değerli bir lider. Atatürk’ün birçok tanımlamasına katılırım, mesela “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan her insan Türktür” bağlamında kendimi Türk olarak adlandırmaktan gocunmam. Bunun dışında ailemin köklerinin tamamının İstanbul kökenli olması ekstra bir bağlantı veriyor tabii. 500 yıl önce buraya gelen İspanyol kökenli Yahudilerin yaptığı sinagoga girdiğin zaman bir anda kendini 500 yıl öncesi insanlarının bakış açısından bakarken buluyorsun. Yakın zamanda açılmış modern bir sinagoga gidip baktığın zaman aslında çok bir fark yok ama küçük detaylar çok büyük farklar doğuruyor. Mesela Balat’taki sinagogun dua okuma kürsüsü gemi şeklindedir. Niye gemi şeklinde? Bir bakış açısı diyor ki İspanya’dan buraya gemiyle gelmişler ve onu anlatmak istemişler. O benim için hoş ve ilginç bir bakış açısı, bir farklılık. Doğal olarak bu topraklar bana değerli geliyor. Ancak bu git gide azalıyor tabii ki. Çünkü Türkiye’deki Yahudi popülasyonu git gide düşüyor, antisemitizm artıyor, çevredeki yapılanma değişiyor ve 1950’lerden sonra gelen yoğun göçle İstanbul’un vizyonu da değişiyor. Doğal olarak bugün İstanbul’da İstanbulluyum diyen adamı bulmak zaten imkansıza yakın, bulduğun zaman da konuştuğunda söylediği standart şey “Hey gidi bizim zamanımızda bu böyleydi, artık öyle değil” oluyor. Artık sinagogdan çıktığın zaman evine başında kipanla gitmen risk oluşturuyor. O sinagoglar 500 yıl önce oraya yapıldığında oralar zaten Yahudi semti olduğu için oradan oraya giderken bir sorun yaşamıyorken bugün Hasköy’de kafanda kipayla gezemezsin. İstanbul’u çok seviyorum, sevdiğim çok yanı var ama “Artık demir alma günü gelmişse bu limandan” çok da takılmamak lazım.

Geldi mi peki?

Geldi geldi. Kuzenim hayatını başka bir ülkede sürdürmek durumunda şu anda ve onunla ne zaman buluşsak deniz kenarında rakı içmeye gidiyoruz. İstanbul’u özlüyor ve eskisi gibi görmek istiyor. Rakı ona Türkiye’yi anımsatıyor. Eminim ki ben de günün birinde gidersem buradan, hayatımın sonuna kadar İstanbul’u hatırlayacağım ve İstanbul’u özleyeceğim diye düşünüyorum. Sadece İstanbul’u değil Türk kavramlarını da özleyeceğim. Atıyorum kuru fasulye-pilav yemeyi de İbrahim Tatlıses duymayı da birine nazar boncuğu hediye etmeyi de… Bu arada yurt dışında hiç yaşamadım. Giden arkadaşlarımı görüyorum neler yaşadıklarını biliyorum. Onların İstanbul’a ilişkin bilgi dağarcıklarını, sevdalarını ve hasretlerini bildiğim gibi kendiminkileri de biliyorum ve kıyasladığım zaman diyorum ki evet gerçekten özleyeceğim galiba. Gitmeyi hep düşünüyorum ama çok zor bir şey bu. Belki bugün değil de çocuğum olduğu zaman, üniversiteye başka bir ülkeye giderse onun peşinden ben de giderim diye düşünüyorum.

Yeri gelmişken sorayım, İspanyol veya Portekiz vatandaşlığına başvurdun mu?

Tabii, Portekiz’e başvurdum. O pasaportun çok değerli olduğunu düşünüyorum. İki temel sebebi var başvurmamın, biri vize sıkıntısı çekmemek bir diğeriyse güvence. Çünkü başka bir ülkenin vatandaşıysan başına kolay kolay bir şey gelmiyor.

İsrail’in varlığı ne hissettiriyor sana?

Güven. Orası inanılmaz bir güven veriyor ve çok değerli bir kavram benim için. İsrail’e aslında bir ülke oluşundan ziyade tarih olarak bakıyorum ben. Yahudilerin anavatanı olan topraklara geri dönmüş olmaları ve orada bir devlet kurmaları tarihsel olarak zaten görece bir mucize. 2000 yıl boyunca hiç konuşulmamış bir dilin tekrar hayata dönmesi, İbranice anlamında acayip bir mucize. Birbiriyle çok alakası olmayan Almanya’nın kuzeyinden gelen adamla Etiyopya’nın güneyinden gelen adamın eşit hak ve hürriyetlere sahip olarak yaşayabiliyor olması ayrı bir şey. Her ne kadar Türkiye’deki basında insan hakları ihlali gibi kavramlarla gündeme gelse de aslında oraya bir kere gidip gören insan, İsrail’deki Yüksek Mahkeme’de Müslüman Arap birinin bulunduğunu ya da orduda iyi yerlerde Arap insanların bulunduğunu görünce diyor ki ne kadar farklı bir ülke. Çünkü düşünüyorum bu ülkede çöpçü olan bir Yahudi ya da Hristiyan bile yok. Bana çöpçülüğü layık görmeyen devlete karşın bir buçuk milyon Arap Filistinli Müslüman vatandaşı olan İsrail’de istediğin her şeyi olabiliyorsun. Aynı şekilde Hristiyanlar, Dürzîler, Bedevîler, Ahmedîler, Çerkezler gibi birbirinden çok farklı insandan her birine kendi özgürlüklerini veriyor. Türk basınında İsrail çoğu zaman din devleti olarak değerlendirilirken İsrail aslında seküler bir devlet.

Gittin mi İsrail’e peki?

Gittim. 2003’te sinagog saldırılarında kuzenim yaralandı. Sonrasında İsrail’e gitti, şimdiki eşiyle tanıştı ve evlendi. Şimdi orada yaşıyor ben de onu ziyarete gidiyorum sık sık. Çok farklı yerlerini gezdim. Standart bir turist gibi değil de bir araştırmacı gibi gezdim. Mesela gidiyorum kontrol noktalarına hem geçen insanlarla konuşuyorum hem askerlerle. Türkiye’de nasıl yansıtıldığını bildiğim için hiç öyle değilmiş diyorsun. Aşağı yukarı 3.000.000 kişi var Batı Şeria bölgesinden İsrail’e girip, gün içinde çalışıp akşamları geri dönen. Mesela düşün Türkiye’de yaşıyorsun Yunanistan’a günlük çalışmak için gidip geldiğini düşün. Nasıl bir trafik olurdu hayal edebiliyor musun? Yüksek Mahkeme’nin bununla ilgili kararı var İsrail’de, bir kişi en fazla 12 dakika bekletilebilir ve sen 15 dakika bekletirsen bir kişiyi bu bir hak ihlali. Hakikaten de ben kimseyi beklettiklerini görmedim. Bunun gibi örnekler gördüm oradayken. Hiç anlatıldığı gösterildiği gibi değil. Ben yaşayacak olsam orada yaşamak isterim. Dünyanın başka bir yerinde yaşayacaksam, ilk tercihim İsrail olurdu. Ama Türkiye’den gitmeyi de çok istemem. İstanbul dışında başka bir yerde yaşamam gerekmesin istiyorum. Neticede bugün burada ne özgürüz ne güvendeyiz. Çoğu zaman kimliğini ifade ederken çeşitli korkular içerisinde ifade edebiliyor bazen de tamamen gizleyebiliyorsun. Kimliğini asla rahatça yaşayamıyorsun. Kimliğini yaşamanın temel kavramlarından biri dinî görevlerini yerine getirmekse eğer bunu da yapamıyorsun; bir sinagoga girerken dört tane demir kapıdan güvenlik kameralarıyla geçiyor veya güvenlik görevlilerine bu sinagoga girebilecek doğru insan olduğunu ifade etmek durumunda kalıyorsun. Bunun gibi onlarca şey var. Cemaat binaları, okullar sürekli korunmak durumunda. Korkutucu bu. Bu boyutta bir riskin içinde yaşama düşüncesi de korkutucu. Bundan 5-6 sene önce Hürriyet gazetesinin yaptığı bir anket vardı, “Türk toplumunun %78’i Yahudi bir komşu istemiyor”. Düşün, sadece komşu yani. Ben yan dairemde oturanların ismini bilmiyorum, benim için ne dine inandığı umurumda bile değil. Ama onlar senin Yahudi olduğunu öğrenince seni istemiyorlar ve %78 hiç az bir oran değil. Bir kısmı da hayatında Yahudi görmemiş zaten, buna rağmen istemiyorlar. Düşün artık nasıl kulaktan dolma yanlış bilgilere sahipler…

Çok geçmiş olsun kuzenine, sana, ailene… Son olarak şunu sorayım, İstanbul’daki cemaat hayatı içerisinde kendini nasıl hissediyorsun?

Teşekkürler. Cemaat hayatı hakkında şöyle bir benzetme yapabilirim; küçük bir mahallede yaşıyormuşsun gibi hissediyorsun sürekli. Damdaki Kemancı’yı izledin mi bilmiyorum aynı o; küçük bir köyde yaşıyorlardır, köyde herkes birbirini tanır ve bilir. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden olan İstanbul’da kendimi o filmdeki küçük köyde gibi hissediyorum. Zengini, fakiri, yakışıklısı, güzel kızı bellidir ve bunların sayıları, evleri bellidir, arada bir dedikodu olduğunda çok alakasız insanların kulağına gider… Çok kötü değil bu arada. Komiktir. Alışkın olduğum için de acayip rahatsız oluyorum diyemeyeceğim. Bunun içinde büyüdüğüm için çok da anormal gelmiyor artık.