Bu yazıda da, günlük deneyim ve örneklerden, anılardan, başkalarının anılarından hareket edeceğim. Sıklıkla işittiğimiz, bazen rahatsız olduğumuz ancak çoğu zaman umursamadığımız ırkçı, ayrımcı, mezhepçi ifadelerden bir iki örnek.
Bir insanın ‘ırkçılık’la itham edilmesi ağır bir durum. Irkçılığı bilinçli olarak yapanlar var tabii ancak herhalde onlar azınlıktadır. Hiç kimse kendisine bu sözcükle hitap edilmesini istemez. Sorun da bu zaten. Aslında kötü olduğunu düşünülen bir durumun, savunucusu/onaylayıcısı durumunda olmak!
Sayın okuyucu, bir demokratik (ki ırkçılık karşıtlığı demokrasinin sac ayaklarındandır) sistemin sürmesini sağlayan temel etmenlerden biri, belki de en önemlisi; eğitimli orta sınıf mensuplarının eğilimleridir. Demokratik sistemlerde ‘şişkin olan’ orta gelir düzeyidir. Bu gelir düzeyinin aldığı eğitim, beğenileri, okudukları, yaşam tarzı ve gösterdikleri refleksler, sisteme ana rengini verir. Var olan (ancak tümüyle onların kararı/eseri olmayan!) yapı, onların zımni ya da açık desteğiyle sürer, değişir, dönüşür. Eğitimli orta tabakanın mutlak onay vermediği bir ‘siyaset’ ve ‘söylem’ orta/uzun vadede çuvallar. Çok güncel bir örnekle: Türkiye’de (hemen tüm devrimleri berhava ediliyorken!), henüz Atatürk’ün ‘adına’ kolay kolay ilişilemiyor oluşunun nedeni, söz konusu kalabalık yurttaş topluluğunun sevgisi ve sadakatidir. Daha da Türkçesi: Her ne olup bitiyorsa bu memlekette, sizlerin açık ya da üzeri kapalı desteğiyle oluyor.
Haliyle eğer bir ırkçılık, mezhepçilik, nefret söylemi sorunumuz varsa, bunda hiç kuşkusuz her birimizin katkısı var. ‘körlük, sağırlık, duymazdan gelme, inkar etme, yalancılık’ derken anlatmak istediğim de bu. Toplum ortalaması, maddi ve kültürel sermaye sahipleri bu yönde düşünmezse, ‘onay’ vermezse, “Kürtler ürüyor”, “Her yere doluştular” gibi ifadeler böylesine kolay sarf edilemez. Van depremi mağdurlarına, yardım paketlerinde ‘taş’ gönderemez ırkçılar.
Konuya devam edeceğim için uzatmadan, sizlerin de yadırgayacağını tahmin ettiğim bir iki örneğe geçeyim. Hani her seferinde, sıkılmadan, bıkmadan, usanmadan, mucizevi bir örnek bulduğunu varsaymanın hazzıyla “Canım bir tek Kürtler mi var Allah aşkına, Özal da Kürt değil miydi, hem benim de Kürt arkadaşım var” diyorsunuz ya; bu kez Kürtler’i bir yana bırakalım. Örnekler Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından olsun.
Ne Abdülhamit döneminde Ermenilere yapılanlardan (Kürtleri de kullanarak!), ne 1915’ten, 1924 Anayasası’ndaki yurttaşlık tanımı tartışmalarından, ne Cumhuriyet tarihi boyunca Müslüman olmayanlara uygulanan ve büyük ölçüde servet transferi amacı güden siyasetten söz etme niyetindeyim. Hatta üçkağıtçıların klişe tabiriyle: “Aman hayatım, bu konuları tarihçilere bırakalım!’ Sanki bilinmeyen bir şey kalmış, varmış gibi!
Kişisel olarak, çok sıradan anı, örnek ve sorulardan yanayım. Yüz yıl öncesine değil, günümüze, günlük yaşamımıza dair.
Sizinle, bugüne dek işittiğim en acıklı inkar vakasını paylaşmak isterim. Tarihçi arkadaşımız Ege’nin bir şehrinden geçerken, orada Ermeni kilisesi olduğunu hatırlar ve görmek ister. Kilisenin olduğu tepenin eteğindeki kahveye gidip oturanlara ‘kiliseye kestirmeden nasıl gidebileceğini’ sorar. Kahvedekiler, orada bir kilise olmadığını, söyler! Arkadaşımız şaşkınlıkla bir kez daha yineler ve kahvedekiler bir kez daha, “Burada kilise yok” der. Ya sabır diyerek yürür ve kendisi bulur, sağına soluna bakar metruk haldeki kilisenin. Yıllar sonra (dört beş yıl önce), o kilisenin devlet tarafından restore edildiğini okur. Derste bu ‘inkar anısı’nı anlatır öğrencilere. Ve sorar, “O şehirden bir öğrenci var mı sınıfta?” Öğrencilerden biri parmak kaldırır. Hoca bir soru daha yöneltir: “Ne oldu, kilisenin restorasyonu tamamlandı mı?”Öğrenci şu yanıtı verir: “Hocam bizim orada bir kilise yok!”
Nasıl olabilir böyle bir şey? O genç insan nasıl bu denli inkarcı yetişebilir sizce? Hangi torna onu bu hale getirdi? Peki, muhtemelen anısını naklettiği için hocasından da nefret eden bu öğrenciyle, onun yetişkin haliyle, nasıl demokratik bir sistem inşa edeceğiz? Sizce öğrencinin yanıtındaki ‘rahatlık’ta bir payınız yok mu?
İşte bu nedenle, ırkçılık körlüktür, inatla ve ısrarla duymamak ve görmemektir.
Bir başka anı. Çok sevdiğim bir Ermeni arkadaşım (Kayuş hanım), yıllar önce kendisiyle ‘şehir’ konulu söyleşi yaparken, o güne dek duymadığım bir şey aktardı bana. Yedi göbek İstanbullu olup İstanbul’a yirmi yıl önce göçenlerce ‘yabancı’ muamelesi gören bir ‘yurttaş’tan söz ediyorum! Malumunuz, Osmanlı’nın 19. yüzyıl batılılaşma serüveni pek çok alanda olduğu gibi mimaride de büyük iz bırakmıştır. Yabancılar ve Osmanlı’nın Müslüman olmayan tebaası nefis eserler inşa etmiştir bu toprakta. Keşke teknik bilgisi olan birileri bu yapıların ‘olmadığı’ bir İstanbul panoraması hazırlasaydı (belki de vardır, bilmiyorum!). Meşhur mimar ailelerden biri Balyanlar’dır. Buraya, internette bulduğum ve Balyanlar’ın eserlerinin anlatıldığı, içinde görseller olan bir yazıyı bırakıyorum. Yalnızca mimarlık değil tabii, Ermenilerin uzmanlaştığı pek çok zanaat da söz konusu, onlarla birlikte tükenen. Her neyse, eserlerden biri Dolmabahçe Sarayı. Kayuş hanım bana, Dolmabahçe Sarayı’nı gezdiren rehberlerin uzun yıllar boyunca, ‘İtalyan Balyani ailesinin’ bir eseri olarak anlattığını söyledi! Bugün de böyle midir, bilmiyorum. Belki de.
Aklınız alıyor mu? Osmanlı’nın mücevher gibi yapılar sipariş ettiği bir Ermeni aile ve o Osmanlı’nın adını duyunca göz yaşı döküp ardından mimar ailenin adını ‘İtalyan Balyani’ olarak anlatan zavallılar. Bir sorun yok mu sizce burada? Bu düzey size de ziyadesiyle aptallık çağrıştırmıyor mu? Ne hissedersiniz bir Ermeni yurttaş olsanız? Sizin pek rahatsız olmayışınızın payı olabilir mi peki? Örneğin ‘Ermeni dölü’ sözünden, çok da tedirginlik duymayışınızın. Yıllardır kimi sağcı siyasetçiler, ‘etkisiz hale’ getirilen PKK’lıların bir kısmının ‘sünnetsiz’ olduğunu söyleme ihtiyacı hisseder? Neden dersiniz? ‘Etkisiz hale’ getirilenin erkeklik organına böylesi ilginin nedeni? Bir taşla iki kuş vuruyor, sizdeki yabancı ve Müslüman olmayanlara yönelik antipatiyi kullanıyor olmasınlar sakın!
Sizler zımni ya da açık onay vermeseniz, bir ‘stadyum’ kadar kalmış Ermeni yurttaşa, Rum yurttaşa, Musevi yurttaşa bu kadar kolay hakaret edilebilir mi? Adları böylesine kolayca küfür olarak kullanılabilir mi?
İşte bu nedenle ırkçılık ısrarla görmemek, ısrarla anlamamaktır. Irkçılık yalancılığı gerektirir. İnkarcılar, yalancıdır.
Bu yazıda, son anı. Daha geçen ay, mecbur kaldığım için bindiğim (İstanbul dolmuş ve taksilerine çok ama çok mecbur kalmadıkça binmeme ilkesi gereğince!) bir dolmuş sürücüsü, önündeki araca sinirlenip “Ermenilik yapma” diye çıkıştı! Hemen yan koltukta otuyordum. Ardından, sırıtarak “Ermenileri sevmem” diye ekledi. Durup dururken, ortada fol ve yumurta yokken. Hiç kimse sesini çıkarmadı. Ben de çıkarmadım (30 yaşımdan sonra, tanımadığım hiçbir iki ayaklıyla, durup dururken diyalog kurmama ilkesi gereğince!) Yaptığım tek şey, ineceğim yere kadar yüzüne dik dik bakmaktı. Bir şey söylemesini bekledim, konuyu açmak ve tepki göstermek için, ancak sanırım durumu fark etti ve o da bana dik dik bakmakla yetindi. Sonuç, göstere göstere ırkçılık, tüm gün süren baş ağrısı ve iki majezik!
Nasıl bu kadar rahat davranabiliyor sizce o dolmuşun sürücüsü? Nasıl böyle pervasız olabiliyor ırkçılar? Hangi torna onları böyle insanlıktan çıkarıp içi boş bir organizmaya dönüştürüyor? Sürücü koltuğundaki organizmanın yaşamı boyunca tek bir Ermeni tanımadığını tahmin etmek güç değil. Nasıl? Neden?
İşte bu nedenle, ırkçılık cehalettir, aymazlıktır, bölücülüktür.
Devam edeceğim…
Kendimizi sorgulamak, bildiğimizi, duyduğumuzu, gördüğümüzü sorgulamak, mükemmel yaratıklar olmadığımızın farkına varıp kendimize biraz sıkıntı vermek iyi bir şeydir. İç sıkıntısı çok iyi bir şeydir. Bir ‘iç’imizin olduğunun delilidir…
Yazı önerisi: Tanıl Bora’nın ‘Mağdur’ başlıklı yazısını buraya bırakıyorum.
Kitap önerisi: Biraz geç keşfedip zevkle okuduğum Figen Şakacı’nın, ‘Bitirgen’, ‘Pala Hayriye’ ve ‘Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı’ adlı romanlarını, bir kadının yaşam öyküsünü, ‘bu sırayla’okumanızı öneririm.
Kaynak: Diken, Murat Sevinç
Bu yazıda da, günlük deneyim ve örneklerden, anılardan, başkalarının anılarından hareket edeceğim. Sıklıkla işittiğimiz, bazen rahatsız olduğumuz ancak çoğu zaman umursamadığımız ırkçı, ayrımcı, mezhepçi ifadelerden bir iki örnek.
Bir insanın ‘ırkçılık’la itham edilmesi ağır bir durum. Irkçılığı bilinçli olarak yapanlar var tabii ancak herhalde onlar azınlıktadır. Hiç kimse kendisine bu sözcükle hitap edilmesini istemez. Sorun da bu zaten. Aslında kötü olduğunu düşünülen bir durumun, savunucusu/onaylayıcısı durumunda olmak!
Sayın okuyucu, bir demokratik (ki ırkçılık karşıtlığı demokrasinin sac ayaklarındandır) sistemin sürmesini sağlayan temel etmenlerden biri, belki de en önemlisi; eğitimli orta sınıf mensuplarının eğilimleridir. Demokratik sistemlerde ‘şişkin olan’ orta gelir düzeyidir. Bu gelir düzeyinin aldığı eğitim, beğenileri, okudukları, yaşam tarzı ve gösterdikleri refleksler, sisteme ana rengini verir. Var olan (ancak tümüyle onların kararı/eseri olmayan!) yapı, onların zımni ya da açık desteğiyle sürer, değişir, dönüşür. Eğitimli orta tabakanın mutlak onay vermediği bir ‘siyaset’ ve ‘söylem’ orta/uzun vadede çuvallar. Çok güncel bir örnekle: Türkiye’de (hemen tüm devrimleri berhava ediliyorken!), henüz Atatürk’ün ‘adına’ kolay kolay ilişilemiyor oluşunun nedeni, söz konusu kalabalık yurttaş topluluğunun sevgisi ve sadakatidir. Daha da Türkçesi: Her ne olup bitiyorsa bu memlekette, sizlerin açık ya da üzeri kapalı desteğiyle oluyor.
Haliyle eğer bir ırkçılık, mezhepçilik, nefret söylemi sorunumuz varsa, bunda hiç kuşkusuz her birimizin katkısı var. ‘körlük, sağırlık, duymazdan gelme, inkar etme, yalancılık’ derken anlatmak istediğim de bu. Toplum ortalaması, maddi ve kültürel sermaye sahipleri bu yönde düşünmezse, ‘onay’ vermezse, “Kürtler ürüyor”, “Her yere doluştular” gibi ifadeler böylesine kolay sarf edilemez. Van depremi mağdurlarına, yardım paketlerinde ‘taş’ gönderemez ırkçılar.
Konuya devam edeceğim için uzatmadan, sizlerin de yadırgayacağını tahmin ettiğim bir iki örneğe geçeyim. Hani her seferinde, sıkılmadan, bıkmadan, usanmadan, mucizevi bir örnek bulduğunu varsaymanın hazzıyla “Canım bir tek Kürtler mi var Allah aşkına, Özal da Kürt değil miydi, hem benim de Kürt arkadaşım var” diyorsunuz ya; bu kez Kürtler’i bir yana bırakalım. Örnekler Müslüman olmayan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından olsun.
Ne Abdülhamit döneminde Ermenilere yapılanlardan (Kürtleri de kullanarak!), ne 1915’ten, 1924 Anayasası’ndaki yurttaşlık tanımı tartışmalarından, ne Cumhuriyet tarihi boyunca Müslüman olmayanlara uygulanan ve büyük ölçüde servet transferi amacı güden siyasetten söz etme niyetindeyim. Hatta üçkağıtçıların klişe tabiriyle: “Aman hayatım, bu konuları tarihçilere bırakalım!’ Sanki bilinmeyen bir şey kalmış, varmış gibi!
Kişisel olarak, çok sıradan anı, örnek ve sorulardan yanayım. Yüz yıl öncesine değil, günümüze, günlük yaşamımıza dair.
Sizinle, bugüne dek işittiğim en acıklı inkar vakasını paylaşmak isterim. Tarihçi arkadaşımız Ege’nin bir şehrinden geçerken, orada Ermeni kilisesi olduğunu hatırlar ve görmek ister. Kilisenin olduğu tepenin eteğindeki kahveye gidip oturanlara ‘kiliseye kestirmeden nasıl gidebileceğini’ sorar. Kahvedekiler, orada bir kilise olmadığını, söyler! Arkadaşımız şaşkınlıkla bir kez daha yineler ve kahvedekiler bir kez daha, “Burada kilise yok” der. Ya sabır diyerek yürür ve kendisi bulur, sağına soluna bakar metruk haldeki kilisenin. Yıllar sonra (dört beş yıl önce), o kilisenin devlet tarafından restore edildiğini okur. Derste bu ‘inkar anısı’nı anlatır öğrencilere. Ve sorar, “O şehirden bir öğrenci var mı sınıfta?” Öğrencilerden biri parmak kaldırır. Hoca bir soru daha yöneltir: “Ne oldu, kilisenin restorasyonu tamamlandı mı?”Öğrenci şu yanıtı verir: “Hocam bizim orada bir kilise yok!”
Nasıl olabilir böyle bir şey? O genç insan nasıl bu denli inkarcı yetişebilir sizce? Hangi torna onu bu hale getirdi? Peki, muhtemelen anısını naklettiği için hocasından da nefret eden bu öğrenciyle, onun yetişkin haliyle, nasıl demokratik bir sistem inşa edeceğiz? Sizce öğrencinin yanıtındaki ‘rahatlık’ta bir payınız yok mu?
İşte bu nedenle, ırkçılık körlüktür, inatla ve ısrarla duymamak ve görmemektir.
Bir başka anı. Çok sevdiğim bir Ermeni arkadaşım (Kayuş hanım), yıllar önce kendisiyle ‘şehir’ konulu söyleşi yaparken, o güne dek duymadığım bir şey aktardı bana. Yedi göbek İstanbullu olup İstanbul’a yirmi yıl önce göçenlerce ‘yabancı’ muamelesi gören bir ‘yurttaş’tan söz ediyorum! Malumunuz, Osmanlı’nın 19. yüzyıl batılılaşma serüveni pek çok alanda olduğu gibi mimaride de büyük iz bırakmıştır. Yabancılar ve Osmanlı’nın Müslüman olmayan tebaası nefis eserler inşa etmiştir bu toprakta. Keşke teknik bilgisi olan birileri bu yapıların ‘olmadığı’ bir İstanbul panoraması hazırlasaydı (belki de vardır, bilmiyorum!). Meşhur mimar ailelerden biri Balyanlar’dır. Buraya, internette bulduğum ve Balyanlar’ın eserlerinin anlatıldığı, içinde görseller olan bir yazıyı bırakıyorum. Yalnızca mimarlık değil tabii, Ermenilerin uzmanlaştığı pek çok zanaat da söz konusu, onlarla birlikte tükenen. Her neyse, eserlerden biri Dolmabahçe Sarayı. Kayuş hanım bana, Dolmabahçe Sarayı’nı gezdiren rehberlerin uzun yıllar boyunca, ‘İtalyan Balyani ailesinin’ bir eseri olarak anlattığını söyledi! Bugün de böyle midir, bilmiyorum. Belki de.
Aklınız alıyor mu? Osmanlı’nın mücevher gibi yapılar sipariş ettiği bir Ermeni aile ve o Osmanlı’nın adını duyunca göz yaşı döküp ardından mimar ailenin adını ‘İtalyan Balyani’ olarak anlatan zavallılar. Bir sorun yok mu sizce burada? Bu düzey size de ziyadesiyle aptallık çağrıştırmıyor mu? Ne hissedersiniz bir Ermeni yurttaş olsanız? Sizin pek rahatsız olmayışınızın payı olabilir mi peki? Örneğin ‘Ermeni dölü’ sözünden, çok da tedirginlik duymayışınızın. Yıllardır kimi sağcı siyasetçiler, ‘etkisiz hale’ getirilen PKK’lıların bir kısmının ‘sünnetsiz’ olduğunu söyleme ihtiyacı hisseder? Neden dersiniz? ‘Etkisiz hale’ getirilenin erkeklik organına böylesi ilginin nedeni? Bir taşla iki kuş vuruyor, sizdeki yabancı ve Müslüman olmayanlara yönelik antipatiyi kullanıyor olmasınlar sakın!
Sizler zımni ya da açık onay vermeseniz, bir ‘stadyum’ kadar kalmış Ermeni yurttaşa, Rum yurttaşa, Musevi yurttaşa bu kadar kolay hakaret edilebilir mi? Adları böylesine kolayca küfür olarak kullanılabilir mi?
İşte bu nedenle ırkçılık ısrarla görmemek, ısrarla anlamamaktır. Irkçılık yalancılığı gerektirir. İnkarcılar, yalancıdır.
Bu yazıda, son anı. Daha geçen ay, mecbur kaldığım için bindiğim (İstanbul dolmuş ve taksilerine çok ama çok mecbur kalmadıkça binmeme ilkesi gereğince!) bir dolmuş sürücüsü, önündeki araca sinirlenip “Ermenilik yapma” diye çıkıştı! Hemen yan koltukta otuyordum. Ardından, sırıtarak “Ermenileri sevmem” diye ekledi. Durup dururken, ortada fol ve yumurta yokken. Hiç kimse sesini çıkarmadı. Ben de çıkarmadım (30 yaşımdan sonra, tanımadığım hiçbir iki ayaklıyla, durup dururken diyalog kurmama ilkesi gereğince!) Yaptığım tek şey, ineceğim yere kadar yüzüne dik dik bakmaktı. Bir şey söylemesini bekledim, konuyu açmak ve tepki göstermek için, ancak sanırım durumu fark etti ve o da bana dik dik bakmakla yetindi. Sonuç, göstere göstere ırkçılık, tüm gün süren baş ağrısı ve iki majezik!
Nasıl bu kadar rahat davranabiliyor sizce o dolmuşun sürücüsü? Nasıl böyle pervasız olabiliyor ırkçılar? Hangi torna onları böyle insanlıktan çıkarıp içi boş bir organizmaya dönüştürüyor? Sürücü koltuğundaki organizmanın yaşamı boyunca tek bir Ermeni tanımadığını tahmin etmek güç değil. Nasıl? Neden?
İşte bu nedenle, ırkçılık cehalettir, aymazlıktır, bölücülüktür.
Devam edeceğim…
Kendimizi sorgulamak, bildiğimizi, duyduğumuzu, gördüğümüzü sorgulamak, mükemmel yaratıklar olmadığımızın farkına varıp kendimize biraz sıkıntı vermek iyi bir şeydir. İç sıkıntısı çok iyi bir şeydir. Bir ‘iç’imizin olduğunun delilidir…
Yazı önerisi: Tanıl Bora’nın ‘Mağdur’ başlıklı yazısını buraya bırakıyorum.
Kitap önerisi: Biraz geç keşfedip zevkle okuduğum Figen Şakacı’nın, ‘Bitirgen’, ‘Pala Hayriye’ ve ‘Hayriye Hanım’ı Kim Çaldı’ adlı romanlarını, bir kadının yaşam öyküsünü, ‘bu sırayla’okumanızı öneririm.
Paylaş: