“Türkiye’deki Yahudi için görünmez yaşar, görünmez olur derler. Doğru ne yazık ki.”
36 yaşında bir Modalı olan Amir ile Kadıköy’de Yeldeğirmeni Mahallesi’nde görüştük. Oturur oturmaz dinsel gelenekten ilhamla aldığı gerçek ismini Amir olarak değiştirdikten sonra onun hikayesini dinlemeye başladım.
Kendi ifadesiyle “mozaik bir aileye” sahip olan Amir’in ailesi Rum, Ermeni ve Müslüman unsurlardan oluşmakta. Özel bir cemaat ilkokulunda başlayan eğitim hayatına kazandığı Anadolu lisesinde devam etmiş olan Amir’in o zamana kadar çevresini Yahudiler oluşturduysa da üniversite hayatına geçerken cemaatin dışa kapalılığından sıkılarak buna tepki olarak herkesle görüşme kararı almış. İlk kez 16 yaşında mağazacılık ile çalışma hayatına başlayan Amir, üniversite sınavlarına hazırlandığı dönem itibariyle matematikte iyi olması sebebiyle özel ders vermeye başlıyor. Programcılık, girişimcilik gibi pek çok farklı şapkayı aynı anda taşıyan Amir kendi işinin sahibi olmayı tercih ettiğinden, bir sermaye sahibi olmasa da, kendisini ticaretle uğraşan Yahudi sınıfına tabii görüyor.
Türkiye’nin laik ve medenî olmadığını düşünen Amir, burada yaşayan Yahudilerin görünmez kabul edilişlerinden şikâyetçi. Cemaatin politik olarak sessiz kalmaması gerektiğine ve bunun Türkiye’deki Yahudi kültürünün devamı için gerekli olduğuna yürekten inanıyor. Daha önce de pek çok örneğini, “Yahudi Gençleri Anlatıyor” yazı dizisi içinde paylaştığımız gibi, cemaatin dışarıya kapalılığı ve politik olarak sessizliği yeni kuşakların pek çoğunu rahatsız eden bir olgu. Amir de onlardan biri. Artık sözü ona bırakalım.
İsminden başlayalım. Nereden geliyor ismin?
Baba tarafından dedemin ismidir esasen.
Ailenden bahseder misin biraz?
Anneannem Rum. O çok büyük fark yaratıyor ailede. Ve Yahudiliğe döndü. Evlenince dönüyor ve aileye kabul görmesi oldukça sancılı bir süreç. Böyle hemen kabul görmüyor. Rum kimliğiyle ilgili konuşmuyor şimdi. O kadar Rum kimliğinden utanır vaziyete getirildi yaşadığı baskıdan dolayı. Aile içerisinde dedemin bütün kardeşleri, ben görmedim o yılları, zorlamışlar kadını. Bu mesela kimlikle ilgili benim için en önemli konulardan bir tanesi. Kimsin sorusunun cevabında belki çoğu kişinin bilmediği bir şey çünkü sokaktaki insana kimsin dendiğinde böyle anlatmıyoruz kendimizi. Öte yandan annem Rumca öğrenmedi ama dayım Rumca biliyor, Yahudice biliyor, Türkçe biliyor. Yani dayıya öğretilmiş, dayıya öğretildikten sonra anneye öğretilmemiş çünkü taşınıyorlar o dönemde. Dedem Bakırköy doğumlu. Onun babası bir sinagog çalışanı. Dedem evlenip aile kurunca kendisine Kuzguncuk’ta bir ev açıyor. Zamanında orada akrabaları da var ve mahalle hayatını yaşıyorlar. Benim için o hayat hep “vay be böyle de bir İstanbul varmış” şeklinde. Yani sokakta yürürken yanındakine selam verebildiğin, selam verirken de ikinci defa düşünmediğin, Ladino konuştuğun veyahut bayram vakti sokakta gezerken yan evin bayram masasını görebildiğin bir yer. Bugün bayram masalarını göremiyoruz. Bunun tek yaşandığı yer Büyükada bugün. Büyükada’da hala bir şekilde arkadaşının kapısının önünden geçerken el sallayabiliyorsun. Orası benim için hala yıkılmamış bir kale gibi. Geri kalan İstanbul benim için tarumardır.
Peki baba tarafı?
Büyük büyük dedem Selanik’ten Edirne’ye göçüyor. Sonra Edirne’den İstanbul’a geliyor. Babamlar üç kardeş. Dedem zamanında sanayici bir adam. Yahudilerin birçoğu matbaacı, o da bir matbaa kurmuş kendisine. Babam ondan devralıyor işi. Oradan bir babadan oğula meslek durumu var. Diğer taraftan anne tarafında dedemde de aynı şekilde, dedem kendisini sıfırdan yetiştirmiş ve işi dayıma devir etmiş, orada da babadan oğula bir meslek durumu söz konusu. Onlar da tekstille uğraşıyorlardı Dayım hala orada o işi yapmaya devam ediyor. Annem bir dönem hiç bilmediği halde kendisini ticari hayatın içerisine attı, butik bir atölye kurup, üretim ve toptan satış yaptı. Yıllar sonra ülkedeki ekonomik krizlerden çok etkilendi maalesef, atölyeyi kapatmak zorunda kaldı.
Anne baba nasıl tanışıyor?
Çok erken yaşta evleniyorlar. Yürümeyen bir evlilik ancak aileler boşanmaya izin vermiyorlar. Cemaat baskısı da etken oluyor. Ben büyüyünce gelip bana soruyorlar, ben de sizin kararınız diyorum ve onlar boşanıyor. Annem uzunca bir süre kimseyle iyi bir beraberlik yaşamıyor. Son dört beş senedir birisiyle beraber. Babam boşanma sonrası kısa bir süre içinde kendine yeni bir hayat arkadaşı buluyor ve ikinci evliliğini yapıyor.
İki tarafın beraber olduğu kişiler cemaatten mi?
Anne tarafı cemaat dışı, Müslüman, baba tarafı cemaatten. Ayrıca dayım da boşandı ve ikinci evliliği Ermeni bir kadınla. Büyük zenginlik benim için.
Aile ne diyor bu işe?
Kimsenin diyecek ikinci bir sözü yok dayıma. Diğer yandan annemin şu anda Müslüman’la beraber olmasına denecek söz olmaması lazım ama dedem anneme biraz içerlemiş vaziyette.
Evde Şabat’a bakılır mıydı?
Bakılırdı tabi. Pazartesi akşamları anne tarafında Cuma günü baba tarafında toplanılırdı. Öte yandan dedem öldükten sonra Mecidiyeköy’den, ikinci ev olan Bomonti’deki eve dedemin kız kardeşiyle dedemin karısı geçti. İki kadın çok uzun yıllar boyunca beraber yaşadılar. Burada babaannemin hiçbir akrabasının olmaması çok büyük etken. Tüm akrabaların hepsi İsrail’e göçtüğü için tek başına kalan bir kadından bahsediyoruz.
Babaannen neden gitmemiş İsrail’e?
Dedem bırakmadı. Ben oradakileri bilirim ancak yakından tanımıyorum. Ailemin bir kısmı da Atina’da. Benim için en üzücü konulardan bir tanesi şudur: Atina’ya giden akrabamla görüştüm, onu yerinde görmüş oldum. Onun söylediği bir şey var; buradan giden Rumlar olaraktan ne Yunanistan’da Atina’da kabul görüyoruz, bize siz İstanbullusunuz diyorlar, ne de İstanbul’dayken siz Rum’sunuz Türk değilsiniz laflarıyla İstanbul’da kabul görüyoruz. Hiçbir taraflı olamadılar, onun acısını hala çekiyorlar.
Bayramlara gelelim, nasıl geçerdi Bayramlar?
Bayram her zaman iyidir. Bayramlar kalabalıktır, uzun bir masası olur, her ne kadar yurt dışında olan akrabalarımız olsa da İstanbul’dakiler katılırdı. Mesela anne tarafı maalesef kalabalık bir sofra değildi. O taraf her zaman da bundan dert yanmıştır. Keşke daha büyük olsaydık diye içleri buruktur biraz. Ama diğer taraf çok ciddi kalabalık olduğu dönemler yaşadı. Onu da anlata anlata bitiremiyorlar. Dedemin Mecidiyeköy’deki evinin büyük olduğunu ve benim sünnetimde o eve 120 kişi aldıklarından bahsediyorlar. Düğün salonu gibi bir evden bahsediyorlar yani. Ben o günleri o şenliği yaşamadım, hatırlamıyorum. Ama yine Pesah sofrası, Kipur sofrası kurulmuştur. Babaannem çok inançlı bir insandı. Kaşeruta da bakardı, ölünceye kadar da baktı.
Senin evinde kaşeruta bakılır mıydı?
Bakılmazdı. Ailede Ermeni de olduğu için Paskalya da kutlanır, yeri gelir bizim Pesah da Sukot da kutlanır, yeri gelir annemin Müslüman ikinci eşinin Ramazanı da kutlanır. O yüzden biraz daha evrensel bir anlayıştan bahsetmek söz konusu evin içinde. Şu anda Şabat’ı sürdürüp sürdürmemek veya Kipur’da oruç tutup tutmamak çok da bir önem arz etmiyor. Bizim bunun farkında olmamız ve herkes tarafından kutlanıyor olması çok güzel bir şey.
Evde Ladino konuşulur muydu?
Ben Ladino hiç bilmiyorum. Anne de, baba da Ladino biliyor ama bana öğretilmiyor. Aile içerisinde gizli, saklı bir dil olarak kullandılar bunu bana karşı. Çocukken dil kimlik ilişkisi veyahut dil düşünce ilişkisi falan bunların üzerine kafa yoracak biri değilsin, çocuksun. Şimdi bakıyorsun dil gerçekten en önemli araçlardan bir tanesi. En temel kimliğini inşa ettiğin en temel şeylerden bir tanesi, kültür aktarımı yani. Duygu düşünce aktarımından daha derin bir şeyler de aktarılıyor orada. Mesela hala ünlemler hayretler bunlar duruyor. Bunlar bizim Rumcada da duruyor. Annem Rumca olarak veriyor bazen tepkisini.
Yahudi olmak olgusu ile ilk kaç yaşında tanıştın?
Benim annemin hayatı boyunca oturup da bana bir Şabat geleneğinden bir bayram geleneğinden bahsettiğini hatırlamıyorum. Ben 7 yaşındayken bizim cemaatin birinci karma özel Musevi ilkokulunda başladım okumaya. Çevrem Yahudi arkadaşlardan oluşuyordu, ilk öğrendiğim yabancı dilim İbranice oldu. Konuşur, yazar vaziyetteydim. Bu durum seviliyordu aile içerisinde. Bu okula göndermeyi onlar seçti zaten. Sonra Anadolu Lisesi kazandım. Bar-Mitzva dönemim geliyordu, sinagoga gittiğimde yeni Yahudi arkadaşlar ediniyordum. Daha sonra Derneklere gittim. Dernek içerisinde arkadaş çevresi edindim. Başka bir şok yaşadım. Cemaat içerisinde aklıma gelen birisi var. Çok çekici bir kız, çok güzel bir kız, acayip de popüler, onunla ilgili olarak herkesin kulak arkasından gezdirdiği bir hikaye var; anne baba mix evlilik. Cemaat içerisinde mix evlilikler soru işareti, kız arkadaş seçimleri soru işareti, cemaat dışından bir şeyler yapılacak mı yapılmayacak mı soru işareti. 13 yaşındasın, sana cemaatten kız seçmen ve arkadaş seçmen gerektiğine dair arka taraftan bir şeyler dayatılıyor. Aile de tabi bunun içerisinde ama Dernekler daha etkiliydi. Bahsettiğim mozaik aile her ne kadar dışarıya açıksa da olsun günün sonunda dönüp dolaşıp gelinen nokta buydu. 18’imden itibaren üniversiteye ayak basmamla “ben herkesle görüşürüm” kararını aldım.
Arkadaş grupların o yaşa kadar nasıldı?
İlk başta Yahudi okulundan arkadaşlarım vardı. Sonrasında Anadolu lisesinden edindiğim arkadaşlarım da vardı ama gel gör ki en yakın arkadaşım Yahudi. Aynı sınıftayız, ikimiz de Anadolu lisesi kazanmışız, denk gelmiş. Okulda altı tane Yahudi’yiz, okul kocaman olsa da hepimiz birbirimizi biliyoruz. Sınıfta benim Yahudi olduğum bilinirdi bu arada. Ama hiç uğraşan olmadı. Okulun dışında görüştüğüm arkadaşlarım yok mu var. Mahalleden arkadaşlarım vardı sokakta top oynardık misket oynardık. Bu arkadaşların hiçbir tanesi de benim Yahudi kimliğimle ilgilenmezdi. Bugün lise arkadaşlarımla görüşüyor muyum görüşüyorum. O dönemde bana yapılan baskıya, kapalılığa tepki olarak dedim ki ben 18’imden sonra lisede yaptığım eşekliği yapmayacağım ve dışarıdan arkadaş edineceğim. 18’inden sonra üniversiteye ayak bastığım zaman herhangi bir şekilde insan ayıklamadım. Her yerden her şekilde insanla görüştüm. Hala da görüşüyorum herhangi bir şekilde anlaşmazlık olmadı.
Kimliğin bilinir miydi?
Bilinirdi. Onla ilgili kimsenin bir rahatsızlığı yoktu. Üniversite içerisinde herhangi bir şekilde tatsız bir anım yok. Annemlerden duyup da şu anda yaşamadığını bildiğim bir kültür var: Ermeni Yahudi Müslüman Rum bunların konuşulması ayıptır çünkü zaten kimin kim olduğu bilinir bunun konuşuluyor olması etiketlemeye girer derdi. Bugün bilinmiyor o yüzden konuşulması gerekiyor. Konuşulması gerektiğinde son derece çirkin bir hale geliyor. Bu yaz birkaç arkadaşımla konuşmayı denedim aldığım cevaplara inanamadım. Bu insanların hepsi üniversite bitirmiş beyaz yakalı dünya görüşü açık insanlar. “Ne yani sen Yahudi kimliğini savunuyorsan ben de Kürt kimliğimi mi savunayım” dedi. “Savunmuyorsan sen bilirsin ama bana niye saldırıyorsun anlamadım” dedim. Karşı taraf farkında değil kimlik bilincinin. “Annem bana aşılamadı kimlik bilincini” diyerekten kendisi de itiraf etti sonra. Cemaat hayatından konuşuyorduk, kız arkadaşı seçimlerinden bahsediyorduk. Mesela şu anda kız arkadaş tercihi yaparken cemaatten birisiyle olmayı niye tercih etmeyeyim. Birbirinin kültürünü daha iyi tanıyan insanlar kültürü daha iyi yaşatma şansına sahip. Aksi durumda kültürümü yaşatabileceğimi düşünmüyorum. Bir başkasına bunu öğretebilmem ekstra bir efor ister. Karşı tarafın da buna açık olmasını isterim ancak bu konulara kapalıysa daha fazlasını bekleyemem.
Ama karşı değilsin? Çarpıcı bir örneğin var mı?
Değilim. Ama zor olduğunu düşünüyorum. En uzun ilişkim “sen Müslüman’la evlenir misin evlenmez misin” diyerek sürekli beni yargılayan bir kızla oldu. İki sene sürdü. Bu beraberliğin evliliğine dönmesini istiyordu. Annemin Müslüman’la olduğunu kuzenimin Müslüman’la evlendiğini dayımın Ermeni’yle evlendiğimi söylesem dahi “siz Yahudiler Müslüman almazsınız” şeklinde içerden çalışmaya devam ediyordu. Çünkü kendi ailesinden gördüğü baskı yüzünden bir Türk kadını olarak bir an önce evlenmeliydi.
Peki, gündelik yaşantında isminden, kimliğinden ötürü neler yaşadın?
Polis’le yan yana gelmeyeceksin. Polis senin kimliğini gördüğü dakika, icabında GBT yaparken, trafikte herhangi bir şekilde kimliğini eline alıp baktığında, bir kere de nezarete düştüm, yine o zaman da sorduğu soru “Nerelisin?”. Elinde TC Kimliğim var, sana nereli olduğumu daha nasıl söyleyeyim ben?
Niye nezarete düştün?
Bir trafik kazası yaşadım. Yaşadığım trafik kazasında karşı taraf ağır yaralandı. Bu ağır yaralamalı kazada davadan son derece haksızca, son derece aleyhte bir karar çıktı. Beni neredeyse tamamen kabahatli buldular. Halbuki karşı taraf bile bana bugün şunu söylüyor, “O davada sana da haksızlık edildi”. Eğer söyleyeceksem Yahudi kimliğimle ilgili bir şey yaşadım mı diye, işte o da Bolu’da yaşadığım şeydir. Son derece tutucu bir yerdir Bolu. Ve belki de orada bana böyle bir hareket yapmak istediler. Belki diyorum, çünkü olup olmadığını bilmiyorum. Hiçbir zaman zan altında bırakmak istemiyorum. Ama bunu anlattığım on kişiden dokuzu diyor ki “Kesin Yahudi kimliği yüzünden olmuştur”. Yine de kimseye karşı böyle bir yargıda bulunmak istemem. Bunun haricinde de başka hiçbir şey aklıma gelmiyor çünkü bu yapılan haksızlık devasa. “İstanbullu zengin Yahudi ödesin Bolulu fakirin cezasını” şeklinde haksız bir karar var ortada. Bu olayla ilgili yaşanan bazı aksaklıklardan ötürü bir günümü nezarethanede geçirmem gerekti. Beni nezarethaneden Hataylı bir Yahudi polis çıkardı.
Çevrenden veya ailenden böyle çarpıcı örnekler var mı?
Tabi. Babamın isminin çok defa yanlış telaffuz edilmesi ya da hiç edilmemesi, annemin isminin Türkleşerek gündelik yaşantısında değişime uğraması buna bir örnek. Benim ismim de telaffuzu ve kullanımı daha kolay, yazımda da zorluk çekilmesin diye dedemin isminin kısaltmasıdır. Amcamın ismi de Türkleşiyor yine. Bunlar hep zorluk yaşanmasın diye. Bir önceki kuşağın tecrübesi bir sonrakilere isimlerin Türkleşmesi olarak yansıyor.
Buradan gitmeyi düşündün mü hiç?
Kalmaya ne zaman gönüllü oldum ki. 17 yaşından beri gitmek istiyorum. Neresi olduğu hiç fark etmez. Ben burayı hiçbir zaman medenî bulmadım. Hiçbir zaman sokaktaki hayatı benim için yaşanılır bulmadım. Ben İstanbulluyum. Bütün ailem İstanbullu. Burada büyümüş olmanın, bir Kuzguncuklu Modalı olmanın, Kadıköy’de Caddebostan’da yetişmenin benim için bir anlamı bir değeri var. Sokağımı seviyorum, mahallemi seviyorum. Ailemin anlattığı hikâyelerle bu şehirle bağ kurmaya çalışıyorum. Bana Galata’nın Balat’ın geçmişini anlatıyorlar. Cemaatin içerisinde zaman zaman bir iki yazıya denk geliyorum, Avlaremoz’dan bir şeyler okuyorum. Oradan bir İstanbulluluğu sürdürmenin bir önemi var. Türk’üm, Türkçe konuşuyorum, bu topraklarda doğdum. Türkiye’nin birçok yerini gezdim. Bölge bölge de gezdim köy köy de gezdim. Bunun dışında Erbil’de yaşadığım dönem kültürler arası benzerlikleri ve farklılıkları da gördüm. Yabancı bir kültürün içerisine ayak basınca kendine daha iyi bakıyorsun. Hoş, azınlık olarak her zaman o bilince sahipsin. O yüzden birçok yerden konuyu değerlendirme imkânım oldu. Evet, bu toprakla bir bağım var bu yadsınamaz. Ama bu topraklarda kalıcı olmakla ilgili bir kaygım yok. Ben burada herhangi bir şekilde bu kültürü yaşatabileceğime inanmıyorum. Buradaki on, on iki bin kişinin herhangi bir şekilde geleceğinin burada sürdürülebilir olduğuna inanmıyorum. İki bin kişi kaldığımız gün ne pozisyona düşeceğimiz çok belli. Zaten oldukça yaşlı bir cemaatiz. Demografik çalışmalara bakıyorsun yedi tane ölüm bir tane doğum görüyorsun. Cemaat ufalıyor. Öte yandan her sene iki yüz elli kişinin göç ettiği, başarısız darbeyle birlikte herkesin fellik fellik uzaklaştığı da bir gerçek. Bu cemaatin uzun vadede çok daha ufalacağı aşikar. Bence bir şeyin yaşatılması için kurumuyla, binasıyla, burada bilfiil gündelik hayata etkisiyle, sosyal olarak var oluşuyla ortada bulunması gerekiyor.
Cemaat yönetimini eksik mi buluyorsun bu konularda?
Tabi ki. Ortaköy’de bir Hanuka Bayramı’nı kamuya açık alanda kutlayarak varlık gösterdiğini hayatımda ilk defa gördüm. Güzel bir şey tamam ama herhangi bir şekilde oradaki politik oyunların içerisine girmemesi lazım. Türkiye’de azınlıklarla yapılan pazarlık; politikaya ayak basmayacaksınız. Nokta. Politikaya ayak basmadığın zaman hiçbir yere ayak basmamış oluyorsun aslında. Politikacı değilim ama bu nüfus bu kadar düştüyse politikaya ayak basmak gerekiyormuş diyorsun.
Politikayla ilgileniyor musun?
Etkin olmadığını biliyorsun ama okuyorsun yine de. Bu toplumun içinde yaşıyoruz sonuçta. Tamamen uzak yaşadığım çok uzun yıllarım var hayatımda. Haber bile okumadım. Niye uğraşayım ki diye düşündüm o zaman. Aile içerisinde son derece apolitik bir tavır vardı, ben de o tavrı sürdürüyordum. Merakım yoktu. Otuzlarımdan sonra merak sardım yurt dışına gidip gelip, Kürtlerin bağımsızlık mücadelesini görünce buradaki cemaati düşündüm.
Burada inançlarını rahatça uygulayabiliyor musun?
Türkiye’nin laik olduğunu düşünmüyorum ama ben kendi inançlarımı özgürce uygulayabildiğimi düşünüyorum. Onla ilgili bir sorunum yok. Bombalanıyor olsa da kendi ibadethaneme gidebiliyorum, oturup Bayram soframı da yapabiliyorum, arkadaşlarımla Sukot’un geldiğini konuşurken o nedir diye merak edip ilgilenen de oluyor kutlamak isteyen de. Bir yandan da düşünüyorum buna açık insanların çevremizde olması biz onları etrafımıza seçerek aldığımız için mi? Aykırı olmayacak insanları hayatımızda tuttuğumuz, yani hiçbir zaman politik polemiğe girmek istemediğimiz için mi var? Yoksa denk geldiği içi mi? Bunun farkında olmadan yapılmış bir tercih olduğunu düşünüyorum. İşte bundan dolayı Türkiye’nin laik olmadığını düşünüyorum. Bana kodlanmış sürekli bir filtreleme sistemiyle yaşıyorum. İnancımı yaşıyorum evet ama bunları belli sınırlar içinde yaşamak zorundayız. Sokakta kipayla gezemezsin mesela. Sinagogun kapısının önünde senin kipayla dolaştığını görebilirler ama daha sonrasında istenmez.
İsrail hakkında, orada yaşamak konusunda ne düşünüyorsun?
17 yaşında gittim. Cemaatle beraber yüz kişilik kalabalık bir gezi şeklinde gittim. Üç günü de gemide geçti. Orada bir exodus yaşatılmaya çalışıldı. Bir kutsal toprak ziyareti, ağlama duvarının görülmesiyle bir coşku yaşamadım. Hatta ömrüm boyunca sorduğum bir soruydu niye bu insanlar buradaki duvara buradaki taşa bu kadar büyük anlam yüklüyorlar, niye orası kutsal da başkası değil. Benim için öyle bir anlayış yok, bana kalırsa dünyadaki her toprak kutsal. İsrail benim için kimliğimin en rahat var olacağı, yarın gittiğimde herhangi bir şekilde dışlanmayacağım, Yahudiliğimi en güzel şekilde yaşayacağım hayaller ülkesi değil. Giden arkadaşlarımdan da dinliyorum, Türk kimliğinle seni orada son derece güzel bir şekilde ayıklayabiliyorlar veyahut göçmen olmanın sorunlarını yaşayabiliyorsun. Bir yerde okumuştum çok ilginç geldi; İsrail’e göç eden birinci nesil insanların hiçbir tanesi politik hayata ayak basmamışlar. Politik olarak baskı altında kalan ve sesini çıkartmayan kitle, İsrail’de Yahudi kimliğiyle bağırabilecek var olabilecek zemine sahipken ufak bir fidan ekip ağaç olmayla ilgili hiçbir şey yapmamış. Yani bu öğrenilmiş vaziyet aynen orada devam etmiş. Bence bu çok acı. Türkiye’deki Yahudi için görünmez yaşar, görünmez olur derler. Doğru ne yazık ki. Ben nereye giderim? Görünür olacağım bir yere giderim, antisemitizm yaşamayacağım bir yere giderim.
Var mı öyle bir yer?
Var tabi ki. Bugün Portekiz veyahut İspanya geri gel diyorsa, ya da Amsterdam’daki arkadaşlarım Yahudi kimlikleriyle rahatça yaşabiliyorlarsa bu mümkündür. Antisemitizmin sıfırlanacağı bir yer yok doğru, ama rahatça yaşayacağım yerler var.
Başvurdun mu vatandaşlığa?
Portekiz’ başvurdum, birkaç aya vatandaşlığımı alacağım. Aldıktan sonra da yurtdışında yolumu bulabilmek için teşebbüslerde bulunacağım.
Son olarak Yahudilik senin için nedir?
On Emir’dir. Benim en çok inandığım odur Yahudi kültürüyle ilgili. Bana en anlamlı gelen şeylerden biridir bu. Bunun ötesinde geri kalan bütün her şey mitolojik güzel hikayelerdir. Kızıl Deniz yarılmış da olabilir yarılmamış da olabilir. Bir sürü öğreti var ve ben bu öğretileri Budizm’den de alabilirim veya okuyup ahlak felsefesinden de alabilirim. Hiçbir tanesinin diğerine üstünlüğü yok benim için. Sözsüz gelenek ve sözlü gelenek kısımlarında işler değişmeye başlar. O zaman da On Emir benim için başattır. Din nedir? Din benim inançlarım doğrultusunda sürdürdüğüm yaşayıştır. Burada geleneği takip edip etmemek soru olabilir; bu katı kurallara bağlı olmaksa ben dindar değilim. Eğer sorgulayıp kendine göre uyguluyorsan o zaman bir dine sahipsin, eğer sorgulamıyorsan yobazsın. Modernizmin bize giydirdiği, mesleklerin insanın kimliğinin temeli olduğu düşüncesine katılmıyorum. Mesleğim beni tanımlayan bir şey değil. Evet, kimliğimi oluşturan parçalardan biri olabilir ama temeli geleneğimdir.
“Türkiye’deki Yahudi için görünmez yaşar, görünmez olur derler. Doğru ne yazık ki.”
36 yaşında bir Modalı olan Amir ile Kadıköy’de Yeldeğirmeni Mahallesi’nde görüştük. Oturur oturmaz dinsel gelenekten ilhamla aldığı gerçek ismini Amir olarak değiştirdikten sonra onun hikayesini dinlemeye başladım.
Kendi ifadesiyle “mozaik bir aileye” sahip olan Amir’in ailesi Rum, Ermeni ve Müslüman unsurlardan oluşmakta. Özel bir cemaat ilkokulunda başlayan eğitim hayatına kazandığı Anadolu lisesinde devam etmiş olan Amir’in o zamana kadar çevresini Yahudiler oluşturduysa da üniversite hayatına geçerken cemaatin dışa kapalılığından sıkılarak buna tepki olarak herkesle görüşme kararı almış. İlk kez 16 yaşında mağazacılık ile çalışma hayatına başlayan Amir, üniversite sınavlarına hazırlandığı dönem itibariyle matematikte iyi olması sebebiyle özel ders vermeye başlıyor. Programcılık, girişimcilik gibi pek çok farklı şapkayı aynı anda taşıyan Amir kendi işinin sahibi olmayı tercih ettiğinden, bir sermaye sahibi olmasa da, kendisini ticaretle uğraşan Yahudi sınıfına tabii görüyor.
Türkiye’nin laik ve medenî olmadığını düşünen Amir, burada yaşayan Yahudilerin görünmez kabul edilişlerinden şikâyetçi. Cemaatin politik olarak sessiz kalmaması gerektiğine ve bunun Türkiye’deki Yahudi kültürünün devamı için gerekli olduğuna yürekten inanıyor. Daha önce de pek çok örneğini, “Yahudi Gençleri Anlatıyor” yazı dizisi içinde paylaştığımız gibi, cemaatin dışarıya kapalılığı ve politik olarak sessizliği yeni kuşakların pek çoğunu rahatsız eden bir olgu. Amir de onlardan biri. Artık sözü ona bırakalım.
İsminden başlayalım. Nereden geliyor ismin?
Baba tarafından dedemin ismidir esasen.
Ailenden bahseder misin biraz?
Anneannem Rum. O çok büyük fark yaratıyor ailede. Ve Yahudiliğe döndü. Evlenince dönüyor ve aileye kabul görmesi oldukça sancılı bir süreç. Böyle hemen kabul görmüyor. Rum kimliğiyle ilgili konuşmuyor şimdi. O kadar Rum kimliğinden utanır vaziyete getirildi yaşadığı baskıdan dolayı. Aile içerisinde dedemin bütün kardeşleri, ben görmedim o yılları, zorlamışlar kadını. Bu mesela kimlikle ilgili benim için en önemli konulardan bir tanesi. Kimsin sorusunun cevabında belki çoğu kişinin bilmediği bir şey çünkü sokaktaki insana kimsin dendiğinde böyle anlatmıyoruz kendimizi. Öte yandan annem Rumca öğrenmedi ama dayım Rumca biliyor, Yahudice biliyor, Türkçe biliyor. Yani dayıya öğretilmiş, dayıya öğretildikten sonra anneye öğretilmemiş çünkü taşınıyorlar o dönemde. Dedem Bakırköy doğumlu. Onun babası bir sinagog çalışanı. Dedem evlenip aile kurunca kendisine Kuzguncuk’ta bir ev açıyor. Zamanında orada akrabaları da var ve mahalle hayatını yaşıyorlar. Benim için o hayat hep “vay be böyle de bir İstanbul varmış” şeklinde. Yani sokakta yürürken yanındakine selam verebildiğin, selam verirken de ikinci defa düşünmediğin, Ladino konuştuğun veyahut bayram vakti sokakta gezerken yan evin bayram masasını görebildiğin bir yer. Bugün bayram masalarını göremiyoruz. Bunun tek yaşandığı yer Büyükada bugün. Büyükada’da hala bir şekilde arkadaşının kapısının önünden geçerken el sallayabiliyorsun. Orası benim için hala yıkılmamış bir kale gibi. Geri kalan İstanbul benim için tarumardır.
Peki baba tarafı?
Büyük büyük dedem Selanik’ten Edirne’ye göçüyor. Sonra Edirne’den İstanbul’a geliyor. Babamlar üç kardeş. Dedem zamanında sanayici bir adam. Yahudilerin birçoğu matbaacı, o da bir matbaa kurmuş kendisine. Babam ondan devralıyor işi. Oradan bir babadan oğula meslek durumu var. Diğer taraftan anne tarafında dedemde de aynı şekilde, dedem kendisini sıfırdan yetiştirmiş ve işi dayıma devir etmiş, orada da babadan oğula bir meslek durumu söz konusu. Onlar da tekstille uğraşıyorlardı Dayım hala orada o işi yapmaya devam ediyor. Annem bir dönem hiç bilmediği halde kendisini ticari hayatın içerisine attı, butik bir atölye kurup, üretim ve toptan satış yaptı. Yıllar sonra ülkedeki ekonomik krizlerden çok etkilendi maalesef, atölyeyi kapatmak zorunda kaldı.
Anne baba nasıl tanışıyor?
Çok erken yaşta evleniyorlar. Yürümeyen bir evlilik ancak aileler boşanmaya izin vermiyorlar. Cemaat baskısı da etken oluyor. Ben büyüyünce gelip bana soruyorlar, ben de sizin kararınız diyorum ve onlar boşanıyor. Annem uzunca bir süre kimseyle iyi bir beraberlik yaşamıyor. Son dört beş senedir birisiyle beraber. Babam boşanma sonrası kısa bir süre içinde kendine yeni bir hayat arkadaşı buluyor ve ikinci evliliğini yapıyor.
İki tarafın beraber olduğu kişiler cemaatten mi?
Anne tarafı cemaat dışı, Müslüman, baba tarafı cemaatten. Ayrıca dayım da boşandı ve ikinci evliliği Ermeni bir kadınla. Büyük zenginlik benim için.
Aile ne diyor bu işe?
Kimsenin diyecek ikinci bir sözü yok dayıma. Diğer yandan annemin şu anda Müslüman’la beraber olmasına denecek söz olmaması lazım ama dedem anneme biraz içerlemiş vaziyette.
Evde Şabat’a bakılır mıydı?
Bakılırdı tabi. Pazartesi akşamları anne tarafında Cuma günü baba tarafında toplanılırdı. Öte yandan dedem öldükten sonra Mecidiyeköy’den, ikinci ev olan Bomonti’deki eve dedemin kız kardeşiyle dedemin karısı geçti. İki kadın çok uzun yıllar boyunca beraber yaşadılar. Burada babaannemin hiçbir akrabasının olmaması çok büyük etken. Tüm akrabaların hepsi İsrail’e göçtüğü için tek başına kalan bir kadından bahsediyoruz.
Babaannen neden gitmemiş İsrail’e?
Dedem bırakmadı. Ben oradakileri bilirim ancak yakından tanımıyorum. Ailemin bir kısmı da Atina’da. Benim için en üzücü konulardan bir tanesi şudur: Atina’ya giden akrabamla görüştüm, onu yerinde görmüş oldum. Onun söylediği bir şey var; buradan giden Rumlar olaraktan ne Yunanistan’da Atina’da kabul görüyoruz, bize siz İstanbullusunuz diyorlar, ne de İstanbul’dayken siz Rum’sunuz Türk değilsiniz laflarıyla İstanbul’da kabul görüyoruz. Hiçbir taraflı olamadılar, onun acısını hala çekiyorlar.
Bayramlara gelelim, nasıl geçerdi Bayramlar?
Bayram her zaman iyidir. Bayramlar kalabalıktır, uzun bir masası olur, her ne kadar yurt dışında olan akrabalarımız olsa da İstanbul’dakiler katılırdı. Mesela anne tarafı maalesef kalabalık bir sofra değildi. O taraf her zaman da bundan dert yanmıştır. Keşke daha büyük olsaydık diye içleri buruktur biraz. Ama diğer taraf çok ciddi kalabalık olduğu dönemler yaşadı. Onu da anlata anlata bitiremiyorlar. Dedemin Mecidiyeköy’deki evinin büyük olduğunu ve benim sünnetimde o eve 120 kişi aldıklarından bahsediyorlar. Düğün salonu gibi bir evden bahsediyorlar yani. Ben o günleri o şenliği yaşamadım, hatırlamıyorum. Ama yine Pesah sofrası, Kipur sofrası kurulmuştur. Babaannem çok inançlı bir insandı. Kaşeruta da bakardı, ölünceye kadar da baktı.
Senin evinde kaşeruta bakılır mıydı?
Bakılmazdı. Ailede Ermeni de olduğu için Paskalya da kutlanır, yeri gelir bizim Pesah da Sukot da kutlanır, yeri gelir annemin Müslüman ikinci eşinin Ramazanı da kutlanır. O yüzden biraz daha evrensel bir anlayıştan bahsetmek söz konusu evin içinde. Şu anda Şabat’ı sürdürüp sürdürmemek veya Kipur’da oruç tutup tutmamak çok da bir önem arz etmiyor. Bizim bunun farkında olmamız ve herkes tarafından kutlanıyor olması çok güzel bir şey.
Evde Ladino konuşulur muydu?
Ben Ladino hiç bilmiyorum. Anne de, baba da Ladino biliyor ama bana öğretilmiyor. Aile içerisinde gizli, saklı bir dil olarak kullandılar bunu bana karşı. Çocukken dil kimlik ilişkisi veyahut dil düşünce ilişkisi falan bunların üzerine kafa yoracak biri değilsin, çocuksun. Şimdi bakıyorsun dil gerçekten en önemli araçlardan bir tanesi. En temel kimliğini inşa ettiğin en temel şeylerden bir tanesi, kültür aktarımı yani. Duygu düşünce aktarımından daha derin bir şeyler de aktarılıyor orada. Mesela hala ünlemler hayretler bunlar duruyor. Bunlar bizim Rumcada da duruyor. Annem Rumca olarak veriyor bazen tepkisini.
Yahudi olmak olgusu ile ilk kaç yaşında tanıştın?
Benim annemin hayatı boyunca oturup da bana bir Şabat geleneğinden bir bayram geleneğinden bahsettiğini hatırlamıyorum. Ben 7 yaşındayken bizim cemaatin birinci karma özel Musevi ilkokulunda başladım okumaya. Çevrem Yahudi arkadaşlardan oluşuyordu, ilk öğrendiğim yabancı dilim İbranice oldu. Konuşur, yazar vaziyetteydim. Bu durum seviliyordu aile içerisinde. Bu okula göndermeyi onlar seçti zaten. Sonra Anadolu Lisesi kazandım. Bar-Mitzva dönemim geliyordu, sinagoga gittiğimde yeni Yahudi arkadaşlar ediniyordum. Daha sonra Derneklere gittim. Dernek içerisinde arkadaş çevresi edindim. Başka bir şok yaşadım. Cemaat içerisinde aklıma gelen birisi var. Çok çekici bir kız, çok güzel bir kız, acayip de popüler, onunla ilgili olarak herkesin kulak arkasından gezdirdiği bir hikaye var; anne baba mix evlilik. Cemaat içerisinde mix evlilikler soru işareti, kız arkadaş seçimleri soru işareti, cemaat dışından bir şeyler yapılacak mı yapılmayacak mı soru işareti. 13 yaşındasın, sana cemaatten kız seçmen ve arkadaş seçmen gerektiğine dair arka taraftan bir şeyler dayatılıyor. Aile de tabi bunun içerisinde ama Dernekler daha etkiliydi. Bahsettiğim mozaik aile her ne kadar dışarıya açıksa da olsun günün sonunda dönüp dolaşıp gelinen nokta buydu. 18’imden itibaren üniversiteye ayak basmamla “ben herkesle görüşürüm” kararını aldım.
Arkadaş grupların o yaşa kadar nasıldı?
İlk başta Yahudi okulundan arkadaşlarım vardı. Sonrasında Anadolu lisesinden edindiğim arkadaşlarım da vardı ama gel gör ki en yakın arkadaşım Yahudi. Aynı sınıftayız, ikimiz de Anadolu lisesi kazanmışız, denk gelmiş. Okulda altı tane Yahudi’yiz, okul kocaman olsa da hepimiz birbirimizi biliyoruz. Sınıfta benim Yahudi olduğum bilinirdi bu arada. Ama hiç uğraşan olmadı. Okulun dışında görüştüğüm arkadaşlarım yok mu var. Mahalleden arkadaşlarım vardı sokakta top oynardık misket oynardık. Bu arkadaşların hiçbir tanesi de benim Yahudi kimliğimle ilgilenmezdi. Bugün lise arkadaşlarımla görüşüyor muyum görüşüyorum. O dönemde bana yapılan baskıya, kapalılığa tepki olarak dedim ki ben 18’imden sonra lisede yaptığım eşekliği yapmayacağım ve dışarıdan arkadaş edineceğim. 18’inden sonra üniversiteye ayak bastığım zaman herhangi bir şekilde insan ayıklamadım. Her yerden her şekilde insanla görüştüm. Hala da görüşüyorum herhangi bir şekilde anlaşmazlık olmadı.
Kimliğin bilinir miydi?
Bilinirdi. Onla ilgili kimsenin bir rahatsızlığı yoktu. Üniversite içerisinde herhangi bir şekilde tatsız bir anım yok. Annemlerden duyup da şu anda yaşamadığını bildiğim bir kültür var: Ermeni Yahudi Müslüman Rum bunların konuşulması ayıptır çünkü zaten kimin kim olduğu bilinir bunun konuşuluyor olması etiketlemeye girer derdi. Bugün bilinmiyor o yüzden konuşulması gerekiyor. Konuşulması gerektiğinde son derece çirkin bir hale geliyor. Bu yaz birkaç arkadaşımla konuşmayı denedim aldığım cevaplara inanamadım. Bu insanların hepsi üniversite bitirmiş beyaz yakalı dünya görüşü açık insanlar. “Ne yani sen Yahudi kimliğini savunuyorsan ben de Kürt kimliğimi mi savunayım” dedi. “Savunmuyorsan sen bilirsin ama bana niye saldırıyorsun anlamadım” dedim. Karşı taraf farkında değil kimlik bilincinin. “Annem bana aşılamadı kimlik bilincini” diyerekten kendisi de itiraf etti sonra. Cemaat hayatından konuşuyorduk, kız arkadaşı seçimlerinden bahsediyorduk. Mesela şu anda kız arkadaş tercihi yaparken cemaatten birisiyle olmayı niye tercih etmeyeyim. Birbirinin kültürünü daha iyi tanıyan insanlar kültürü daha iyi yaşatma şansına sahip. Aksi durumda kültürümü yaşatabileceğimi düşünmüyorum. Bir başkasına bunu öğretebilmem ekstra bir efor ister. Karşı tarafın da buna açık olmasını isterim ancak bu konulara kapalıysa daha fazlasını bekleyemem.
Ama karşı değilsin? Çarpıcı bir örneğin var mı?
Değilim. Ama zor olduğunu düşünüyorum. En uzun ilişkim “sen Müslüman’la evlenir misin evlenmez misin” diyerek sürekli beni yargılayan bir kızla oldu. İki sene sürdü. Bu beraberliğin evliliğine dönmesini istiyordu. Annemin Müslüman’la olduğunu kuzenimin Müslüman’la evlendiğini dayımın Ermeni’yle evlendiğimi söylesem dahi “siz Yahudiler Müslüman almazsınız” şeklinde içerden çalışmaya devam ediyordu. Çünkü kendi ailesinden gördüğü baskı yüzünden bir Türk kadını olarak bir an önce evlenmeliydi.
Peki, gündelik yaşantında isminden, kimliğinden ötürü neler yaşadın?
Polis’le yan yana gelmeyeceksin. Polis senin kimliğini gördüğü dakika, icabında GBT yaparken, trafikte herhangi bir şekilde kimliğini eline alıp baktığında, bir kere de nezarete düştüm, yine o zaman da sorduğu soru “Nerelisin?”. Elinde TC Kimliğim var, sana nereli olduğumu daha nasıl söyleyeyim ben?
Niye nezarete düştün?
Bir trafik kazası yaşadım. Yaşadığım trafik kazasında karşı taraf ağır yaralandı. Bu ağır yaralamalı kazada davadan son derece haksızca, son derece aleyhte bir karar çıktı. Beni neredeyse tamamen kabahatli buldular. Halbuki karşı taraf bile bana bugün şunu söylüyor, “O davada sana da haksızlık edildi”. Eğer söyleyeceksem Yahudi kimliğimle ilgili bir şey yaşadım mı diye, işte o da Bolu’da yaşadığım şeydir. Son derece tutucu bir yerdir Bolu. Ve belki de orada bana böyle bir hareket yapmak istediler. Belki diyorum, çünkü olup olmadığını bilmiyorum. Hiçbir zaman zan altında bırakmak istemiyorum. Ama bunu anlattığım on kişiden dokuzu diyor ki “Kesin Yahudi kimliği yüzünden olmuştur”. Yine de kimseye karşı böyle bir yargıda bulunmak istemem. Bunun haricinde de başka hiçbir şey aklıma gelmiyor çünkü bu yapılan haksızlık devasa. “İstanbullu zengin Yahudi ödesin Bolulu fakirin cezasını” şeklinde haksız bir karar var ortada. Bu olayla ilgili yaşanan bazı aksaklıklardan ötürü bir günümü nezarethanede geçirmem gerekti. Beni nezarethaneden Hataylı bir Yahudi polis çıkardı.
Çevrenden veya ailenden böyle çarpıcı örnekler var mı?
Tabi. Babamın isminin çok defa yanlış telaffuz edilmesi ya da hiç edilmemesi, annemin isminin Türkleşerek gündelik yaşantısında değişime uğraması buna bir örnek. Benim ismim de telaffuzu ve kullanımı daha kolay, yazımda da zorluk çekilmesin diye dedemin isminin kısaltmasıdır. Amcamın ismi de Türkleşiyor yine. Bunlar hep zorluk yaşanmasın diye. Bir önceki kuşağın tecrübesi bir sonrakilere isimlerin Türkleşmesi olarak yansıyor.
Buradan gitmeyi düşündün mü hiç?
Kalmaya ne zaman gönüllü oldum ki. 17 yaşından beri gitmek istiyorum. Neresi olduğu hiç fark etmez. Ben burayı hiçbir zaman medenî bulmadım. Hiçbir zaman sokaktaki hayatı benim için yaşanılır bulmadım. Ben İstanbulluyum. Bütün ailem İstanbullu. Burada büyümüş olmanın, bir Kuzguncuklu Modalı olmanın, Kadıköy’de Caddebostan’da yetişmenin benim için bir anlamı bir değeri var. Sokağımı seviyorum, mahallemi seviyorum. Ailemin anlattığı hikâyelerle bu şehirle bağ kurmaya çalışıyorum. Bana Galata’nın Balat’ın geçmişini anlatıyorlar. Cemaatin içerisinde zaman zaman bir iki yazıya denk geliyorum, Avlaremoz’dan bir şeyler okuyorum. Oradan bir İstanbulluluğu sürdürmenin bir önemi var. Türk’üm, Türkçe konuşuyorum, bu topraklarda doğdum. Türkiye’nin birçok yerini gezdim. Bölge bölge de gezdim köy köy de gezdim. Bunun dışında Erbil’de yaşadığım dönem kültürler arası benzerlikleri ve farklılıkları da gördüm. Yabancı bir kültürün içerisine ayak basınca kendine daha iyi bakıyorsun. Hoş, azınlık olarak her zaman o bilince sahipsin. O yüzden birçok yerden konuyu değerlendirme imkânım oldu. Evet, bu toprakla bir bağım var bu yadsınamaz. Ama bu topraklarda kalıcı olmakla ilgili bir kaygım yok. Ben burada herhangi bir şekilde bu kültürü yaşatabileceğime inanmıyorum. Buradaki on, on iki bin kişinin herhangi bir şekilde geleceğinin burada sürdürülebilir olduğuna inanmıyorum. İki bin kişi kaldığımız gün ne pozisyona düşeceğimiz çok belli. Zaten oldukça yaşlı bir cemaatiz. Demografik çalışmalara bakıyorsun yedi tane ölüm bir tane doğum görüyorsun. Cemaat ufalıyor. Öte yandan her sene iki yüz elli kişinin göç ettiği, başarısız darbeyle birlikte herkesin fellik fellik uzaklaştığı da bir gerçek. Bu cemaatin uzun vadede çok daha ufalacağı aşikar. Bence bir şeyin yaşatılması için kurumuyla, binasıyla, burada bilfiil gündelik hayata etkisiyle, sosyal olarak var oluşuyla ortada bulunması gerekiyor.
Cemaat yönetimini eksik mi buluyorsun bu konularda?
Tabi ki. Ortaköy’de bir Hanuka Bayramı’nı kamuya açık alanda kutlayarak varlık gösterdiğini hayatımda ilk defa gördüm. Güzel bir şey tamam ama herhangi bir şekilde oradaki politik oyunların içerisine girmemesi lazım. Türkiye’de azınlıklarla yapılan pazarlık; politikaya ayak basmayacaksınız. Nokta. Politikaya ayak basmadığın zaman hiçbir yere ayak basmamış oluyorsun aslında. Politikacı değilim ama bu nüfus bu kadar düştüyse politikaya ayak basmak gerekiyormuş diyorsun.
Politikayla ilgileniyor musun?
Etkin olmadığını biliyorsun ama okuyorsun yine de. Bu toplumun içinde yaşıyoruz sonuçta. Tamamen uzak yaşadığım çok uzun yıllarım var hayatımda. Haber bile okumadım. Niye uğraşayım ki diye düşündüm o zaman. Aile içerisinde son derece apolitik bir tavır vardı, ben de o tavrı sürdürüyordum. Merakım yoktu. Otuzlarımdan sonra merak sardım yurt dışına gidip gelip, Kürtlerin bağımsızlık mücadelesini görünce buradaki cemaati düşündüm.
Burada inançlarını rahatça uygulayabiliyor musun?
Türkiye’nin laik olduğunu düşünmüyorum ama ben kendi inançlarımı özgürce uygulayabildiğimi düşünüyorum. Onla ilgili bir sorunum yok. Bombalanıyor olsa da kendi ibadethaneme gidebiliyorum, oturup Bayram soframı da yapabiliyorum, arkadaşlarımla Sukot’un geldiğini konuşurken o nedir diye merak edip ilgilenen de oluyor kutlamak isteyen de. Bir yandan da düşünüyorum buna açık insanların çevremizde olması biz onları etrafımıza seçerek aldığımız için mi? Aykırı olmayacak insanları hayatımızda tuttuğumuz, yani hiçbir zaman politik polemiğe girmek istemediğimiz için mi var? Yoksa denk geldiği içi mi? Bunun farkında olmadan yapılmış bir tercih olduğunu düşünüyorum. İşte bundan dolayı Türkiye’nin laik olmadığını düşünüyorum. Bana kodlanmış sürekli bir filtreleme sistemiyle yaşıyorum. İnancımı yaşıyorum evet ama bunları belli sınırlar içinde yaşamak zorundayız. Sokakta kipayla gezemezsin mesela. Sinagogun kapısının önünde senin kipayla dolaştığını görebilirler ama daha sonrasında istenmez.
İsrail hakkında, orada yaşamak konusunda ne düşünüyorsun?
17 yaşında gittim. Cemaatle beraber yüz kişilik kalabalık bir gezi şeklinde gittim. Üç günü de gemide geçti. Orada bir exodus yaşatılmaya çalışıldı. Bir kutsal toprak ziyareti, ağlama duvarının görülmesiyle bir coşku yaşamadım. Hatta ömrüm boyunca sorduğum bir soruydu niye bu insanlar buradaki duvara buradaki taşa bu kadar büyük anlam yüklüyorlar, niye orası kutsal da başkası değil. Benim için öyle bir anlayış yok, bana kalırsa dünyadaki her toprak kutsal. İsrail benim için kimliğimin en rahat var olacağı, yarın gittiğimde herhangi bir şekilde dışlanmayacağım, Yahudiliğimi en güzel şekilde yaşayacağım hayaller ülkesi değil. Giden arkadaşlarımdan da dinliyorum, Türk kimliğinle seni orada son derece güzel bir şekilde ayıklayabiliyorlar veyahut göçmen olmanın sorunlarını yaşayabiliyorsun. Bir yerde okumuştum çok ilginç geldi; İsrail’e göç eden birinci nesil insanların hiçbir tanesi politik hayata ayak basmamışlar. Politik olarak baskı altında kalan ve sesini çıkartmayan kitle, İsrail’de Yahudi kimliğiyle bağırabilecek var olabilecek zemine sahipken ufak bir fidan ekip ağaç olmayla ilgili hiçbir şey yapmamış. Yani bu öğrenilmiş vaziyet aynen orada devam etmiş. Bence bu çok acı. Türkiye’deki Yahudi için görünmez yaşar, görünmez olur derler. Doğru ne yazık ki. Ben nereye giderim? Görünür olacağım bir yere giderim, antisemitizm yaşamayacağım bir yere giderim.
Var mı öyle bir yer?
Var tabi ki. Bugün Portekiz veyahut İspanya geri gel diyorsa, ya da Amsterdam’daki arkadaşlarım Yahudi kimlikleriyle rahatça yaşabiliyorlarsa bu mümkündür. Antisemitizmin sıfırlanacağı bir yer yok doğru, ama rahatça yaşayacağım yerler var.
Başvurdun mu vatandaşlığa?
Portekiz’ başvurdum, birkaç aya vatandaşlığımı alacağım. Aldıktan sonra da yurtdışında yolumu bulabilmek için teşebbüslerde bulunacağım.
Son olarak Yahudilik senin için nedir?
On Emir’dir. Benim en çok inandığım odur Yahudi kültürüyle ilgili. Bana en anlamlı gelen şeylerden biridir bu. Bunun ötesinde geri kalan bütün her şey mitolojik güzel hikayelerdir. Kızıl Deniz yarılmış da olabilir yarılmamış da olabilir. Bir sürü öğreti var ve ben bu öğretileri Budizm’den de alabilirim veya okuyup ahlak felsefesinden de alabilirim. Hiçbir tanesinin diğerine üstünlüğü yok benim için. Sözsüz gelenek ve sözlü gelenek kısımlarında işler değişmeye başlar. O zaman da On Emir benim için başattır. Din nedir? Din benim inançlarım doğrultusunda sürdürdüğüm yaşayıştır. Burada geleneği takip edip etmemek soru olabilir; bu katı kurallara bağlı olmaksa ben dindar değilim. Eğer sorgulayıp kendine göre uyguluyorsan o zaman bir dine sahipsin, eğer sorgulamıyorsan yobazsın. Modernizmin bize giydirdiği, mesleklerin insanın kimliğinin temeli olduğu düşüncesine katılmıyorum. Mesleğim beni tanımlayan bir şey değil. Evet, kimliğimi oluşturan parçalardan biri olabilir ama temeli geleneğimdir.
Paylaş: