Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kurucularından ve uluslararası sosyalist hareketin 19. yüzyılın ikinci yarısındaki en tanınan liderlerinden Auguste Bebel, “antisemitizm aptalların sosyalizmidir” deyişiyle hatırlanır. Aslında bu ifadeyi ilk ortaya atanın Bebel olup olmadığı açık değildir. Bu söz Bebel kadar Avusturyalı demokrat Ferdinand Kronawetter’e de atfedilir. “Mucidi” kim olursa olsun bu deyiş, 19. yüzyılın sonlarında, özellikle de Fransa’daki Dreyfus davasının ardından Avrupa sosyal demokratları arasında sıkça kullanılıyordu.
Antisemitizmin “aptallık” olarak tanımlanması tamam da onun sosyalizmle birlikte anılması, hatta “aptalca” da olsa bir tür sosyalizm olarak tariflenmesi garip gelebilir. Bebel bu deyişle antisemitizmin özellikle alt sınıfları seferber eden bir ideolojik tehdit oluşuna vurgu yapmak istemişti muhtemelen. Gerçekten de antisemitizm hiçbir zaman sadece Yahudilere karşı olmak anlamına gelmedi. Rusya’dan Nazi Almanyası’na modern Yahudi karşıtlığı, toplumsal muhalefet güçlerinin karşısına dikilen bir bariyer, özgürlük ve eşitlik isteyen bütün toplum kesimlerini sindirmeye dönük bir girişim oldu daima. “Modern” anti-semitizm, “beynelmilel Yahudiliğin” dünyayı çeşitli vasıtalarla (finans sermayesi, lobiler vs.) kontrol ettiği argümanını öne sürerek kapitalist modernlik karşısındaki plebyen tedirginliğe belli bir kalıp ve istikamet vermeye dönük bir politik girişimdi. Mağdurların, mesela Rus köylüsünün öfkesini bir başka mağdur gruba, Rusya’da belli bir bölgede ikamete zorlanan Yahudilere sevketme çabasının adıydı.
Bugün Türkiye’de şahidi olduğumuz antisemit patlamayı da benzer bir biçimde yorumlamak mümkün. Ancak bizde antisemitizm “aptalların sosyalizmi” değil de “aptalların antiemperyalizmi” diye tanımlanabilecek şovenist bir sözde “büyük güçler karşıtlığının” cilası haline gelme eğilimi gösteriyor. Malum, AKP hükümetinin muhafazakâr popülist jargonunda “milletin adamı” Erdoğan, “küresel güç merkezlerine” rağmen mazlum İslam aleminin ihyası için seferber olmuş bir lider olarak temsil ediliyor. Türkiye’nin bir “büyük güç” olmasının, yani küresel güç merkezlerinin iradesi dışında Müslümanların dünya çapında yardımına koşan bir güç haline gelmesinin istenmediği, dolayısıyla da böylesi bir sürecin önünün türlü kumpaslarla kesilmeye çalışıldığı, sadece üç beş meczup tarafından değil, bizzat hükümet üyelerince dillendirilen bir görüş. “Dünyanın efendilerine” meydan okuyan, “one minute” diyebilen bir lider ve hükümet imajı popüler kılınmaya çalışılıyor.
“Başdanışman” Yiğit Bulut’un şu satırları, bu “kafayı” gayet iyi özetliyor: “Türkiye, ‘Cihan devletine yakışır yeni bir milli savunma’ konsepti tanımlıyor ve teknik olarak da detaylandırıyor! Türkiye ‘meydana çıktı’ ve bu çıkış, ‘kabuğunu kıranı yeniden içeri doldurmak’ isteyenleri rahatsız ediyor…” Yani işte Türkiye “diriliyor” ve “birileri” de bu şahlanışı önelemek adına devreye giriyor. Milliyetçi muhafazakârlığın “İslam dünyasının mürşid ve mürebbisi Türkiye” söylemi, Türk ulusal kimliğine has beka kaygısının ajite edilmesiyle güncelleniyor ve demagojik bir “antiemperyalizm” olarak geniş kitleleri Erdoğan etrafında konsolide eden bir mit haline sokuluyor. Türk milliyetçiliğinin kırılgan özgüvenine dair o tanıdık “bayrağın inmesi, ezanın susması”, “din-iman-vatan gitti gidiyor” temaları bunun için tepe tepe kullanılıyor.
İşte antisemitizm, bir yandan milliyetçi gururu okşayan (İslam aleminin lideri Osmanlı) bir yandan da “küçük insanın” yukarıdakilere olan tepkisini kaşıyan (“dünyanın efendileri”, “lobiler” vs.) bu popülist milliyetçi jargona tabir caizse “cuk oturuyor”. “Baronlar”, ”finans sermayesi” ve “lobiler” bu demagojik antiemperyalizmde “beynelmilel Yahudinin” yerini tutuyor.
“Ver mehteri”
Yakın zamana kadar bu antisemit izlek kısmen de olsa kamufle edilip ima yoluyla ortaya konulan ve ancak zaman zaman kendisini apaçık eden bir dip akıntısıydı. Güney Kürdistan’daki “bağımsızlık referandumu” ve bu referanduma İsrail yönetiminin destek vermesi, alttan alta gelişen bu antisemit temalarda gerçek bir patlamaya yol verdi. Barzani soyunun Yahudi olduğuna dair, eskiden esas olarak ulusalcı cenahın iştahla kullandığı safsata, hızla yeniden geçer akçe hale geldi. Geçenlerde İstanbul’da asılan “Yahudi Barzani” pankartı sadece bir örnek. Yandaş medyada “Yahudi Kürt Devletine”, “Barzani Siyonizmine”, “Barzani’nin Kuzey Irak’ı İsrail’e sattığına”, “Kuzey Irak’a 200 bin Yahudi yerleştirileceğine”, “Türk karşıtı İsrail-Barzani ittifakına”, “Barzani’yi Mossad’ın eğittiğine”, “Barzani’nin İsrail’in taşeronu olduğuna” dair haber ve yorumların haddi hesabı yok.
Akşam gazetesinin Taraf’tan gelme yazarı, “Tel Aviv, bölgede kendine yeni sadık bir devlet arıyor. 1960’tan beri Barzani ailesine yatırım yapan MOSSAD, 1990’dan beri de aktif olarak Kuzey Irak’ta yeni bir devletin temellerini atıyor”diye yazıyor. Yeniçağ gazetesinin “muhalif milliyetçi” yazarıysa, mazisi 1960’lara kadar geri giden hain plan kesmemiş olacak ki “Tevrat’taki İsrail ve referandum” başlıklı yazısıyla çıtayı (bir hayli) yükseltiyor. Eygi, “Barzani ailesi Yahudidir ve hayli haham yetiştirmiştir” diye başlık atıyor. Perinçek boş durmuyor ve “kurulmak istenen devletin Kürdistan değil İkinci İsrail olduğu” tespitini yapıyor. Karagül, “Yeni Sevr” planlarına dikkat çekerek “İsrail’den sonra ilk kez coğrafyamızın merkezinde bir ‘yabancı garnizon’ oluşturuluyor” diye yazıyor. A Haber televizyonunda Erkan Tan da kendini tutamayıp İsrail ve Barzani’ye “mehteri veriyor”; verirken de Türkiye’deki azınlık toplulukları töhmet altında bırakmanın ananevi taktiğine başvurarak “aklı selim Yahudileri göreve davet ediyor”, yani onları sadakatlerini alenen sergilemeye çağırıyor.
Örnekleri çoğaltmanın anlamı yok. Sadece şunu atlamayalım: “Demek ki Mossad’la bu yönetimin geçmişi bir ve beraberdi” diye konuşan Erdoğan, “Barzani’nin en büyük müttefiki” (İsrail değil de) “Yahudi devletidir” deyip “İsrail, bölgede kendisinden sonra ikinci bir çıbanbaşı oluşturma hevesindedir” diye ekleyen Bahçeli, bu dalganın üzerine oturmaya çalışıyor. Yani antisemitizm ayıplanması gereken bir “aşırılık” olmaktan çıkıp bizatihi hükümet çevrelerinin önünü açtığı bir “vasat” halini alıyor. Bu vasata göre, “Abdülhamid” dizisinde “oluşum halindeki Siyonizm” Osmanlı’yı ayakta tutma çabasına nasıl çelme atıyorsa bugün de aynı güç, Osmanlı nizam-ı aleminin ihyasının önüne set çekiyor. Yüzyıldır aynı “proje” uygulanıyor. Böylece “Yahudi”, Türk İslam aleminin ezel ebed düşmanına dönüşüyor, dönüştürülüyor.
Aslında “Haçlı zihniyetinin” ya da “beynelmilel Yahudiliğin” Türkiye’yi kuşatma planlarına karşı teyakkuza çağıran bu demagojik “antiemperyalizmin” cilasını az kazıdığımızda karşımıza devletler arası hiyerarşide çiğ bir “sınıf atlama” istencinden, eski tipte bir “machtpolitik”, yani güç siyasetinden başka bir şey çıkmıyor. Dahası, İsrail’in “yeni” ya da bir “küçük İsrail” kurdurarak Türkiye’yi kuşatmaya çalıştığına dair demagojik söylem, Kürtleri “gâvur-mutlak öteki” kılarak onların demokratik-ulusal taleplerini yok saymanın, halkları birbirine düşman etmenin kılıfı haline getiriliyor.
Antisemitizm “aptalların sosyalizmi”zamanında hangi işlevi gördüyse “aptalların antiemperyalizmi” versiyonunda da aynı işlevi görüyor. “Aşağıdakilerin” hıncını çarpıtıyor, onları muktedirlerin bindirilmiş kıtalarına dönüştürüyor, altta kalanları başka altta kalanlara kırdırmanın mazereti haline geliyor. Antisemitizmin alt sınıfların “yukarıdakilere” olan tepki ve öfkelerini çarpıtıp yozlaştıran bir siyasal kılıf halini alışı karşısında Yahudi karşıtlığını kuru kuruya tespit ve teşhis edip kınamak, onun “ayıp” olduğunu hatırlatmak, bu nedenle yeterli olmayacaktır. Yapılması gereken, “aptalların antiemperyalizmi” olarak Yahudi karşıtlığının ipliğini pazara çıkarmak. Antiemperyalist söylem ve tavrı ucuz komplo teorilerinin ve şoven demagojinin elinden kurtarıp onu antikapitalizm temeline yeniden oturtmadan bu antisemitik (sözde sistem karşıtı) safsataları ait oldukları çöplüğe iade etmemiz hayli zor olacak.
[…] “Aptalların antiemperyalizmi” olarak antisemitizm ve “Yahudi Barzani” (Foti Benlisoy –… […]