Kaynak: Sivil Sayfalar
Trakya Pogromu’nun sene-i devriyesine istinaden Trakya göçmeni bir aileden gelen Işıl Demirel ile geçen söyleşimizde yaşananların tarihsel alt yapısını ve günümüze yansımalarını konuşmuştuk. Işıl’la sohbetimize devam ediyor, bu bölümde Türkiye siyaset skalasının sağından soluna var olan, düşünce dünyamızın kılcal damarlarına dek işlemiş, tabularımızın üstüne inşa edildiği Türkiye’deki anti-semitizmi değerlendiriyoruz.
Işıl, Türkiye’deki anti-semitizmi tarihsel temelleri çerçevesinde değerlendirirken, Türkiye’deki Yahudi cemaatinin dönüşümüne, Türkiyeli Yahudilerin ‘hissettiklerine’ de değiniyor ve antise-mitizmi aşma yolunda bir kapı da aralıyor: Sivil toplumun çuvaldızı kendine batırma vakti geldi!
Işıl’la kaldığımız yerden devam edelim…
“ALMANLARLA KURDUĞUMUZ İTTİFAKI DA HAYRANLIĞI DA BİR TÜRLÜ BİTİREMEMİŞİZ VE HALA DA BİTİREMİYORUZ”
Devlet temsilcileri ‘500 senelik bir misafirlik” ifadelerini kullanıyor Türkiyeli Yahudilerden bahsederken.
500. Yıl Vakfı’nda da yapıldı aynı şey ve Yahudi cemaati de alkışlamak durumunda kaldı bunu.
Türkiye’deki anti-semitizm dalgasını nasıl değerlendiriyorsun?
Aslında anti-semitizm bu coğrafyanın çok geç öğrendiği bir şey. Avrupa’daki gibi kökleri çok eskiye dayanmıyor. Hatta bana sorarsan ‘gayrimüslim’ çok uzun yılar bu coğrafyada Hristiyanlar için kullanılmış bir laf. Çünkü Yahudi günün sonunda Müslüman gibi sünnet olan, Müslüman gibi domuz eti yemeyen harama-helale dikkat eden, dini ibadeti, kadın-erkek ilişkisi dolayısıyla da aslında daha fazla Müslüman’a benzeyen ya da benzetilen.
Ama aslında sorun şu esas korkutucu olan o ‘benzeme’ ihtimali değil mi zaten? Holokost’a kadar, Almanya’daki Yahudiler neredeyse Almanlaşmış bir kimliği temsil ediyordu. Bu aynı zamanda sınırların ihlal edilmesi anlamında bir tehlike de barındırıyor…
Kesinlikle öyle ama bu ülkedeki anti-semitizm oradaki gibi tek boyutlu değil. Her zaman söylerim; solun dahi anti-semitizmi var Türkiye’de. Her zaman vardı. 1940’ların komünist zihniyetinde de bir anti-semitizm vardı. Komünizmi öğrendikleri adamın bir Yahudi olduğunu gözden kaçırarak bu anti-semitizmi sürdürüyorlardı. Alman romantizmi o kadar yayılmış ki bu coğrafyaya, Tanzimat’ı nasıl sindiremediysek Almanlarla kurduğumuz ittifakı da hayranlığı da bir türlü bitirememişiz ve hala da bitiremiyoruz. Almanya’ya işçi gönderirken dahi seviniyoruz onlar için çünkü çok da gurbet değil orası artık. Bir nevi yarı Türkiye.
‘Gurbetçiler’ için dahi “acı vatan Almanya” …
Vatan işte sonuçta. Zamanında, ‘Onlar kaybedince biz de kaybettik, kazanırlarsa da kazanacağız’ dedik. Hep böyle bakıyoruz bu hikâyeye. Bugün ülkedeki anti-semitizm Almanya’dakinden çok daha boyutlu. Solun, Yahudi sermayesini düşmanlaştıran anti-semitizmi, İslami kesimin semitizm korkusu ve nefreti ile köklendirdiği anti-semitizmi, laik beyaz Türklerin antisemitizmi, milliyetçi muhafazakârların anti-semitizmi derken aslında çok boyutlu, çok katmanlı ve ayrı kaynaklardan beslenen pek çok antisemitizm olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla düşman çok başlı bir ejderha aslında. Tek başlı değil. Bir gözünün ortasından sokup kılıcı öldürebileceğimiz bir düşman yok karşımızda. Ve yazık ki bu çok başlı ejderhanın vücudunun kökleri çok derinlere dayanıyor. Milliyetçi, islamcı, muhafazakâr internet forumları bunun güzel bir örneği. Mustafa Kemal Atatürk’ten hoşlanmayan bu cephenin tüm komplo teorileri bu ülkeyi Yahudiler kurdu ve dinimizi bize unutturdular üzerinedir. Buradaki asıl gönderme Mustafa Kemal’in Selanikli kökleri olsa Yahudiler suçlanır. Ya da bugünün özel sağcı yayınları ile dikkat çeken gazete ve köşe yazılarını ele alalım; PKK söz konusu olduğunda Kürtler ya aslında Ermeni oldukları için kötüdür ya da İsrail’in maşası olarak kullanıldıkları için. Hep bir Yahudi oyunu velhasıl.
“VELEV Kİ GERÇEKTEN TÜRKİYE’NİN KURUCU ELİTLERİ SABETAYİST YAHUT YAHUDİYDİ, ONLARIN ALDIKLARI KARARLAR TÜM YAHUDİLERE MAL EDEBİLEBİLİR YA DA ONLARIN SEÇİMLERİNDEN KOCA BİR HALK SORUMLU TUTULABİLİR Mİ? “
Hatta Abdullah Öcalan’ın tam tersi istikamette söylemi de var. Milliyetçileşme, uluslaşma ve ‘Kürt sorunu’ Yahudilerle, Sabetaylardan kalma bir miras…
Tam olarak sorun da bu aslında. Bahsettiğim anti-semitizm işte böyle çok boyutlu ve çok yönlü. Başımıza gelen her kötülükten, tarihteki her yanlış karardan hep Yahudiler sorumlu. Velev ki gerçekten Türkiye’nin kurucu elitleri Sabetayist yahut Yahudiydi, onların aldıkları kararlar tüm Yahudilere mal edebilebilir ya da onların seçimlerinden koca bir halk sorumlu tutulabilir mi? Yahudiden, Yahudi olduğu için bir kötülük yapmasını beklemek ile bir kötülükten Yahudiyi sorumlu tutmak farklı şeyler mi?
Dinmek bilmeyen bir anti-semitizm atmosferi var. Türkiye Yahudileri nasıl hissediyor?
Türkiye’deki Yahudi topluluğu, diğer azınlık gruplarına göre görece sessiz bir topluluk. Bunun cemaat yönetimleriyle ve güdülen politikalarla da çok alakası vardı bana kalırsa. Bugünkü durumu konuşacak olursak; günümüzde cemaat yönetiminin, geçmiş yönetimlerinden çok farklı bir politika izlediği artık aşikâr.
Ne gibi?
Daha fazla ses çıkaran, ‘hayır’ demesi gerektiğinde ‘hayır’ diyen, itiraz eden, yeri gelince iş birliğine evet diyen, bir yanlış yapıldığında da özür talep edebilen, yapılan yanlış karşısında susmayan bir yönetim.
Cemaat yönetimini biraz daha açar mısın?
Son cemaat başkanı İshak İbrahimzadeh ve onunla birlikte çalışan pek çok insanın adını anmak mümkün. Geçmiş yönetimlerden çok daha farklı bir dil kullanıyorlar artık. Bu aslında bir yandan içinde yaşadığımız çağın gereği bir yandan. Ancak düşman çok başlı olunca bu gereği yerine getirmek bir hayli zor tabii. Bu sebeple sosyal medya araçlarının yaygınlaşması ile daha fazla ses çıkarabilme özgürlüğü de ortaya çıktı tabii.
Niye sesini fazla çıkarmaya başladı artık bu topluluğun?
Özel bir sebebi yok bana sorarsan. Ama 500. Yıl Vakfı’nın kuruluşunda devlet erkanı Yahudilere “500 yıllık misafirlerimiz” dediğinde alkışlayan bir cemaat yönetiminden, bugün Struma anmasında sarf edilen hatalı bir sözden, bir milletvekilinin Yahudileri hedef alan çirkin bir ithamına ve hatta bir valinin tehditkâr çıkışına dek hemen her alanda “Buradayız ve bir özür bekliyoruz” diyen bir cemaat yönetimine geçildiği aşikâr. Bu da çok olumlu bir gelişme bana sorarsan.
Nasıl okumalı bu değişimi?
İstanbul’a sığınmasından tam 72 gün sonra, 24 Şubat 1942 tarihinde bir denizaltı tarafından batırılan gemide 769 yolcusundan geriye kalan üçü ölü, dört bedendi…
Bence bu artık biraz çağın, politikaların gereği. Bir de herhalde artık herkesin ‘burasına geldi’ diye düşünüyorum. Aslında “Yahudi cemaati sessizdir” demek, bugüne dek cemaat yönetimlerinin güttüğü politikayı bütün bir topluluğa addetmek anlamına gelir. Oysa hiçbir toplumsal örgütlenme ya da hareketlenme olmadan, bireysel olarak kendi tepkisini ortaya koyan çok insan vardı ama bunları görmüyorduk, duymuyorduk ya da duysak da bu mahallenin delisidir deyip geçiyorduk. Bugün artık cemaat yönetiminin değişen tavrı sayesinde bu durum da değişiyor. Yeni gelen zihniyet artık susan bir zihniyet değil ve bu çok da iyi bir şey. Ama bu demek değildir ki, ‘devlete baş kaldıralım, düşmancıl politikalar güdelim’. Tam tersine birlikte yaşam kültürü oluşturma çabasına dair bir çaba var yeni söylemde. Türkiye’de azınlık cemaatlerinin ve cemaat yönetimlerinin bir misyonu var. Bu misyon da şudur; sana bağlı yaşayan topluluğunun sivil haklarını yönetebilmek, devlet ile iyi ilişkiler kurarak onların daha güvenli, refah içinde ve sağlıklı, huzurlu bir hayat sürdürebilmelerini sağlamak. Tanzimat’ı sindiremediğimizden, “azınlıkları” eşit vatandaş olarak kabul etmeyi beceremediğimizden, devlet yerine getirmesi gereken fonksiyonları yerine getiremediğinden, cemaat yönetimleri, dindaşlarını, kendi halklarını korumak, kollamak ve devletle ilişkilerini kolaylaştırmak adına bir politika gütmek zorunda kalıyor. Bugün bu politikalar bir parça değişti. Misyon aynı kalsa da yöntem farklılaştı. Artık susup, kabul edip, ayak uydurmak yerine varlığını kabul ettirmeye çalışan azınlık cemaatleri söz konusu. Kimlikler çağında yaşıyor olmamız da etkili tabii bu tutumda. Ancak baştan sona azınlıkların yaşadığı her türlü olumsuzluk da devleti suçlu bulduğumu söylemeliyim. Bugün hala Edirne Valisi çıkıp dünyanın en akıl almaz lafını edebiliyorsa, bir başkası Struma anmasında ya da Holokost anmalarında yeri olmayan lafları telaffuz edebiliyorsa bunda devlet en az bu lafı edenler kadar suçludur. Tamam bu adamlar anti-semit anladık ama bari başka yerde göstersinler bunu. Yahudiler ile ilgili anmalarda insanların suratlarına karşı bu suçu işlemek akıl alacak gibi değil.
“Madem misafirperverdik, 500 yıl öncede mi kaldı o misafirperverlik!”
Ne demişti?
Struma’da da insanların gözünün içine baka baka geminin açığa alındığı sürüklendiği vs. Gemi kendi kendine sürüklenmedi, rüzgâr yoktu. O gemi oraya demirlerle bağlanarak başka gemiler tarafından açığa çekildi.
“…BU ÜLKEDE ANTİ-SEMİTİZM BİR NEFRET SUÇU BİLE DEĞİL NE YAZIK Kİ. SİNAGOGUN KAPISINA ‘YAKILACAK MEKÂN’ YAZILI BİR KÂĞIDI ASACAK KADAR ‘ÖZGÜVENLİ’ ÖĞRETMENLERE EMANET EDİYORUZ BİZ ÇOCUKLARI”
Sovyetler’in batırdığı iddia ediliyordu…
Kimin batırdığı çok da önemli değil. Ben oradaki insani durumdayım. Neden kurtarmadık ya! Madem misafirperverdik, 500 yıl öncede mi kaldı o misafirperverlik! 500 yıl öncede kaldıysa 1990’larda 500. Yıl Vakfı kurulurken biz ‘neden hala misafirperveriz’ diyoruz. 50 yıl önce o geminin batmasına o insanların açlıktan, sefaletten, hastalıktan kırılmasına müsaade ettiysek pek de misafirperver değiliz demek ki. Çelişkilerin ülkesiyiz. Bir karar vermemiz lazım. Bu ülkede Yahudilerin konumunun da anti-semitizmin de çok durumsal olduğunu düşünüyorum. Rıfat Bali’nin sevdiğim bir kitabı vardır; ‘Devletin Yahudi’si ve Öteki Yahudi’. Hakikaten devletin Yahudisi, Ermenisi, Rumu, Kürdü her bir şeyi var. Devletin Ermenisi olarak Etyen Mahçupyan’ı işaretlerim hemen. Tercih ettikleri biri. Devletin de var devletin Sünn’si de devletin Alevisi de var. Devletin çok iyi geçindiği insanlar var ama bir de ötekiler var. Ötekilerin sesinin de doğru yansıtıldığına inanmıyorum. Bugün günümüzün internet koşullarında sosyal medya koşullarında ses çıkarmak ve çıkardığınız sese karşılık bulmak o sesi duyurmak çok daha kolay. Bundan on yıl önce zaten böyle bir şey yapılamazdı. Yapılsa ‘Yahudi konuştu’ derlerdi. Hala öyle deniyor hoş ama bugün sosyal medya sayesinde sesinize karşılık bulmak, destek bulmak kolaylaştı. Artık kimse yalnız olmadığını biliyor. Ancak Yahudiler söz konusu olduğunda binlerce yıldır oradan oraya sürgün edilmiş ve hiçbir yerde barındırılamamış bir halktan söz ediyoruz. Ve bu coğrafyada da koşulsuz şartsız kabul edildiklerini de kimse karşıma geçip iddia edemez. Hala misafir oldukları yüzlerine vuruluyor. Her gün, her hafta onlarca antisemit yazı çıkıyor. Ve bu ülkede anti-semitizm bir nefret suçu bile değil ne yazık ki. Sinagogun kapısına “yakılacak mekân” yazılı bir kâğıdı asacak kadar ‘özgüvenli’ öğretmenlere emanet ediyoruz biz çocukları. Ve ceza vermiyoruz. Çünkü ne yaptı ki! Aslında kâğıt astı yani hepsi bu! Sinagog patlamalarının iç yüzünü hala konuşmuyoruz. Kim patlattı o sinagogları? Kim izin verdi o sinagogların patlamasına? Devlet ne yapıyordu biri bana anlatabilir mi? İstihbarat neredeydi? Bunlar benim kişisel sorularım, problemlerim. Aklımın almadığı şeyler. Cemaatin ya da topluluğun düşüncesi olarak iddia ettiğim şeyler değil. Bu devletin buradaki anti-semitizme yaklaşımı hakkındaki kişisel görüşlerim. Bütün bunların üzerinde düşünmeden, konuşmadan, açıklığa kavuşturmadan ya da Yahudi’yi Yahudi olarak işaretlemekten vazgeçmeden biz bu nefreti çözemeyiz. Bu sağ içinde böyle sol içinde böyle. Anti-semitizm yalnızca AKP ya da diğer sağ partilerin faili olduğu bir suç değil. Sol da en az sağ kadar suçlu. Ben özellikle sol düşünceye seslenen pek çok yazı yazdım bir dönem Şalom gazetesinde. “HDP niye Yahudilere seslenmiyor?” bunlardan biri. Yıllar geçti hala soruyorum. Ermeni’ye, Rum’a, Süryani’ye, Zaza’ya herkese seslenen HDP, neden Yahudi’ye seslenirken iki kere düşünüyor. Bu da bir sorun, kafalardaki ön yargı.
“SÖZ KONUSU İSRAİL OLDUĞUNDA BURADA YAŞAYAN YAHUDİLERE BİR MİSYON YÜKLENİYOR: İSRAİL ADINA ÖZÜR DİLEMELERİ VE İSRAİL’İ KÖTÜLEMELERİ”
Türkiye’de kalan Yahudiler ne hissediyor yükselen anti-semitizm karşısında? “Trakya Pogromu sırasında yaşadıklarını birbirlerine dahi anlatmıyorlar” demiştin oysa görmezlikten gelince bitmiyor. 6-7 Eylül olayları var, sinagoglara yönelik bombalı eylemler devam ediyor, Mavi Marmara, medyada ve sosyal medyada yazılan anti-semit ifadeler artık neredeyse olmazsa olmazlarımızdan!
Türkiye’deki anti-semitizm en çok İsrail ile ilgili bir şey olduğunda hortlar yazık ki. Ne zaman İsrail’de bir taş yerinden oynar o zaman burada Yahudi’nin burnu kanar. Mavi Marmara’da ben iş yeri basılıp dövülen Yahudiler tanıyorum. Bunlar basında karşılık bile bulmadı kendine. Ve hakikaten bu insanların iş yerleri basıldı ‘Allahın belası Yahudiler’ diye dövüldüler. Dövülen bu insanların Mavi Marmara olayına bir destekleri mi vardı? -hayır. En ufak bir ilgileri mi vardı? – hayır, Tek suçları Yahudi olmaktı. Erdoğan’ın ‘one minutes’ çıkışında da burada bir sürü olay oldu. Yazık ki söz konusu İsrail olduğunda burada yaşayan Yahudilere bir misyon yükleniyor: İsrail adına özür dilemeleri ve İsrail’i kötülemeleri. Bu akıl alır bir durum değil. Cemaatin herhangi bir temsilcisini geçtim siyasetle hiç alakası olmayan, sıradan bir Yahudi olarak Müslüman Türklerin bulunduğu bir toplantı, sohbet hatta vatan kurtarılan içki sofrasında bile olsanız sohbet İsrail siyasetine gelirse bir Yahudi olarak İsrail’in politikalarını reddetmeniz ve onun adına özür dilemeniz beklenir sizden. En demokrat gözüken, en liberal ortamların bile yazık ki beklentisi budur. Bizim Türkiye’de yaşayan Yahudilere yüklediğimiz misyon bu ve bu çok acı bir şey. Bundan yıllar evvel, eski cemaat başkanlarından Bensiyon Pinto’nun bütün hayatını çok açık sözlülükle aktardığı kitabı için düzenlenen bir söyleşisine katılmıştım. Ülkenin son derece saygın üniversitelerinden birinde “akademik” bir toplantı havasında düzenlenmişti bu söyleşi. Pinto kitabında, babasının Varlık Vergisi öncesinde 20 Kur’a Asker olarak götürülüşünü ve aylar sonra yaşlanmış olarak geri dönüşünü, Varlık Vergisi sırasında küçücük bir çocukken altından çekilip alınan halıyla birlikte yere düşüşünün aslında bedensel olarak o acıyı hissetmesine sebep oluşunu, 6-7 Eylül olayları sırasında buradan gitmeye karar verişini ve burada geçen hayatını, yıllarını tüm açık sözlülüğü ile anlatmıştı. Oysa Pinto’nun sunuşu bitip de soru cevap bölümüne geçildiğinde sorulan tüm sorulan İsrail’in politikaları ve savaşı üzerineydi. Pinto’ya o salonda o gün yüklenen misyon da aynıydı. Ondan İsrail politikalarını reddetmesi, eleştirmesi ve hatta İsrail adına özür dilemesi bekleniyordu. Kitapta anlatılan onca hikâye ve acı burada yaşanmamışçasına biz bu topraklarda olan bitene gözümüzü kapayıp oturup İsrail’i konuşmayı tercih ediyoruz hep. Bunu çözmedikçe de bir adım ilerlememiz, burada kalmaya devam eden Yahudilere huzur telkin etmemiz mümkün değil.
Peki nasıl bir duygu hali içindeler? Fransa’da bile yükselen anti-semit saldırılar nedeniyle, Yahudiler’in İsrail’e göçü her sene artıyor…
Yahudiler bin yıllardır vatansız aslında. 1948’den itibaren bir vatan var hesapta. Ama İsrail’in vatan olarak kabul görüp görmediğini oturup tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bence İsrail hakikaten Nuh’un Gemisi. Dünyanın dört bir tarafından insanların bir arada yeni bir yaşam kurabilmesi bir mucize. Ancak buradan oraya göç etmiş ve orada yaşayamayıp geri dönmüş çok insan tanıyorum. Özellikle Türkiyeli Yahudiler için oranın bir “vatan” ya da “anayurt” olduğunu ben düşünmüyorum. Yaptığım pek çok saha araştırmasından sonra çok açıkça söyleyebilirim bunu. Türkiyeli Yahudiler için İsrail, işler iyi gitmezse, barınamazlarsa, başlarına kimliklerinden dolayı bir iş gelirse kaçabilecekleri, sığınabilecekleri, kendileri olarak yaşayabilecekleri bir liman. Buradan da özellikle son yıllarda çok fazla Yahudi göç etti. Özellikle gençler gidiyor artık. Kimse burada kalmak istemiyor çünkü güven duymuyor ama gitmek de kalmak kadar zor bir yandan. Yıllar önce bir saha araştırması sırasında yaşlı bir karı koca ile tanışmıştım. Bütün aile İsrail’e göçtükten sonra sonunda bir gün onlar da ‘artık yaşlandık kimsemiz de kalmadı’ deyip İsrail’e gidiyorlar. Göçleri üzerinden 5-6 ay geçiyor. Mevsim ilkbahara dönüyor. Kadına sorarsanız o aylar nasıl geçti hiç bilmiyor. 70 küsur yaşında bambaşka bir ülkeye gidiyor, dilini bilmiyor ve kendi akrabaların dışında bir sosyal çevresi yok. Alıştığı çevre, komşuluk ilişkileri, kültür hepsi geride kalmış. Kültürden kastı şuydu; hatırlı komşuluk ilişkileri, bir yaşlıya saygı duymak, hürmet göstermek, yer vermek vb. Bu kadıncağızın en büyük korkusu oğlunun İsrail’den biz kızla evlenmesiydi; “Gelsin Türkiye’de Türk bulsun, Müslüman bulsun ona razıyım yeter ki oradan, kökleri bizden olmayan biriyle evlenmesin. Kadınların buralarında etekler (mini etekleri kastediyor), terbiye diye bir şey kalmamış, senin karşına geçer bacak bacak üstüne atar oturur” diyordu. Kadının gelin adayından beklentisi bu coğrafyanın beklentisi ile aynıydı. Yani bu coğrafyanın ortak bir kültürü olduğu bir gerçek ve Yahudiler de bu kültürün bir parçası. Neyse asıl konuya geleyim, mayıs ayı geliyor. Bu hanımın en sevdiği meyve çilek. Eşi Rıfat’tan bir gün rica ediyor. “Allah aşkına Rıfat kalk, çilek al- gel, burnumda tüttü memleketimin çileği, dün gece rüyamda gördüm bu yaştan sonra aş mı eriyorsun diyeceksin ama canım çekti git bana çilek bul!” Adamcağız hakikaten gidiyor arıyor, tarıyor bu coğrafyaya en benzeyen çileği alıp getiriyor. Ancak gelin görün ki onun istediği çilekle alakası yok. Gerisini bana anlattığı gibi aktarayım: “Kızım bana bir çilek getirdi ‘na’ avucumun içi kadar. “Böyle çilek mi olur Rıfat?” dedim “karpuz bu”. İki ay sonra döndük geldik senin anlayacağın. Ne çileği benim memleketime benzer ne havası ne suyu. Dayanamayacaktım yaban elde biz de döndük İstanbul’a geldik”.
“BİR ÖN YARGIYI TÜM TOPLUMA MAL EDEREK BURADAN BİR NEFRET ÜRETMEK EN BÜYÜK SUÇ”
Bu söylem de fazla romantize edilmiş değil mi.? Yani, ait olduğu yere geri dönmek, güzel hoş ama eşit vatandaşlığı en doğal hak bir olarak düşünmek..
Romantize edilmiş olmaktan öte bence hakikatin ta kendisi üstelik romantik bile değil dramatik. Siz Yahudiye ne kadar İsrailli muamelesi yaparsanız yapın o kendini buralı hissediyor. Bu tıpkı sevgili Hrant’ın yıllar evvel bir yazısında söylediği gibi: “Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için.” Mevzu bu kadar insani ve dramatik bana kalırsa. Burası memleket, burası toprak, burası kök saldıkları yer, ata mezarları burada, kökleri, yaşamları burada. İsrail bunların hangisi olabilir? Ama bir yandan bir de gerçek var, biz bu insanlara yaşam alanı bırakmıyor, gündelik hayatlarını zehrediyor, her fırsatta Yahudiye olan nefretimizi kusuyoruz. Bu ortam içinde İsrail gibi bir seçenek olması tabii ki herkese kendini rahat hissettiriyor. Bir gün gitmek gerekirse gidilebilecek bir yer olması çok olumlu bir şey. Ama bu gidiş istekle mi olacak yoksa mecburiyetle mi bunu tartışmak gerek. Devlet ve kanunlar sizi eşit vatandaş olarak görmüyorsa siz kendinizi eşit görseniz kaç yazar? Bugün değiştirilmeye çalışılan tam da bu işte. Eşit vatandaşlığı madem devlet vermiyor, veremiyor gerek söylemini eleştirerek, gerek davranışını eleştirerek, gerek zihniyetini eleştirerek ve tabii dönüşüm talep ederek burayı yaşanılır kılmak tek çare. Bir de resmin ideolojik çerçevesinden çıkıp biraz daha aşağıdan bakmak lazım bence. Bize ezberletilen gerçekleri sorgulamak lazım. ‘Yahudiler zengindir’ diye bir ön yargı var mesela. Yok arkadaşlar bu yalan. En azından hepsi zengin değildir. Nüfusu oranlarsak önemli bir kısmı da zengin değildir. Bu korkunç bir ön yargı. Tüm AKP’liler zengindir demekle aynı şey hatta. Hayır, tüm AKP’liler nasıl zengin değilse tüm Yahudiler de zengin değildir. İşçisi de vardır, fakiri de. Benim yan apartmanım Yahudi fakirhanesi mesela. Oturduğum semtin en fakir insanları oturuyor o binada. Üstelik hepsi Yahudi. Semtin en fakir insanları Yahudiler. Haydi oturup bunu açıklasınlar şimdi? Bir ön yargıyı tüm topluma mal ederek buradan bir nefret üretmek en büyük suç.
“HER ŞEYDEN ÖNCE ANTİ-SEMİTİZMİN BİR NEFRET SUÇU OLDUĞUNU DEVLETE KABUL ETTİRMEK VE BUNUN HUKUKİ BİR YAPTIRIMI OLMASINI SAĞLAMAK YAZIK Kİ SİVİL TOPLUMUN ÜSTLENMESİ GEREKEN BİR VAZİFE”
Peki nasıl önlenir anti-semit söylem, sivil topluma düşen ne?
İsrail protestolarından bir kesit. Fotoğraf: Görkem Keser
Her şeyden önce bu önyargıların değişmesi için toplumu bilinçlendirmek gerek. Yahudileri ezberletilmiş ön yargılardan azade bu topluma tanıtabilmek gerek. Çünkü tanıdığınız, bildiğiniz birinden nefret etmeniz çok da mümkün olmaz. Ancak tanımadığınız birinden düşman yaratabilirsiniz. Bu tanıtma, tanıştırma meselesinde en büyük rol de tabii sivil topluma düşüyor. İnsan hakları ve demokratikleşme adına çaba gösteren, gösterdiğini iddia eden tüm sivil toplum örgütleri, ister islami düşünceyi kendine temel alsın ister seküler olsun söz konusu insan hakları ise nefret suçlarına gözlerini kapamaktan vazgeçmek durumundalar. Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Kürt, Alevi fark etmez nefret suçu nefret suçudur. Anti-semitizm özelinde yapılması gereken tam olarak söylemin değişmesi için çaba göstermek, eğitmek, bunun yaygınlaşmasına engel olmaya çalışmaktır. Üç– beş sivil toplum örgütü dışında kimsenin anti-semitizm ile ilgili bir çabası yok. Yazık ki var olan AB fonlarının ve diğer fonların da pek çoğu anti-semitizmi bir alt başlık hatta alt başlığın da alt başlığı olarak görüyor. Dolayısıyla zaten alan sınırlanıyor. Devletten de bir şey beklemek doğru değil iş başa düşüyor.
Neden devletten beklenmemeli, neden sivil toplum kuruluşlarına iş düşüyor bu konuda?
Devletin kendisi anti-semitizmin en önemli faillerinden biri iken anti-semitizmle mücadele etmesini ondan beklemek saçma olmaz mı? Yazık ki devletin pozitif ayrımcı bir tavır sergilediğini söylemek mümkün dahi değil. Bu yüzden iş sivil toplum kuruluşlarına düşüyor. Her şeyden önce anti-semitizmin bir nefret suçu olduğunu devlete kabul ettirmek ve bunun hukuki bir yaptırımı olmasını sağlamak yazık ki sivil toplumun üstlenmesi gereken bir vazife. Yahudiler konunun mağduru iken, mağdurdan faille mücadele etmesini beklemek haksızlık olur. Bu yüzden sivil topluma en çok da anti-semitizm ile mücadelede ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bugün Yahudiler söz konusu olduğunda anti-semitizm söz konusu olduğunda sokağa çıkan, eylem yapan, bildiri yayınlayan, mücadeleye kafa yoran o kadar az kurum o kadar az insan var ki. Sivil toplumun çuvaldızı kendine batırma vakti geldi diye düşünüyorum.
Kaynak: Sivil Sayfalar
Trakya Pogromu’nun sene-i devriyesine istinaden Trakya göçmeni bir aileden gelen Işıl Demirel ile geçen söyleşimizde yaşananların tarihsel alt yapısını ve günümüze yansımalarını konuşmuştuk. Işıl’la sohbetimize devam ediyor, bu bölümde Türkiye siyaset skalasının sağından soluna var olan, düşünce dünyamızın kılcal damarlarına dek işlemiş, tabularımızın üstüne inşa edildiği Türkiye’deki anti-semitizmi değerlendiriyoruz.
Işıl, Türkiye’deki anti-semitizmi tarihsel temelleri çerçevesinde değerlendirirken, Türkiye’deki Yahudi cemaatinin dönüşümüne, Türkiyeli Yahudilerin ‘hissettiklerine’ de değiniyor ve antise-mitizmi aşma yolunda bir kapı da aralıyor: Sivil toplumun çuvaldızı kendine batırma vakti geldi!
Işıl’la kaldığımız yerden devam edelim…
“ALMANLARLA KURDUĞUMUZ İTTİFAKI DA HAYRANLIĞI DA BİR TÜRLÜ BİTİREMEMİŞİZ VE HALA DA BİTİREMİYORUZ”
Devlet temsilcileri ‘500 senelik bir misafirlik” ifadelerini kullanıyor Türkiyeli Yahudilerden bahsederken.
500. Yıl Vakfı’nda da yapıldı aynı şey ve Yahudi cemaati de alkışlamak durumunda kaldı bunu.
Türkiye’deki anti-semitizm dalgasını nasıl değerlendiriyorsun?
Aslında anti-semitizm bu coğrafyanın çok geç öğrendiği bir şey. Avrupa’daki gibi kökleri çok eskiye dayanmıyor. Hatta bana sorarsan ‘gayrimüslim’ çok uzun yılar bu coğrafyada Hristiyanlar için kullanılmış bir laf. Çünkü Yahudi günün sonunda Müslüman gibi sünnet olan, Müslüman gibi domuz eti yemeyen harama-helale dikkat eden, dini ibadeti, kadın-erkek ilişkisi dolayısıyla da aslında daha fazla Müslüman’a benzeyen ya da benzetilen.
Ama aslında sorun şu esas korkutucu olan o ‘benzeme’ ihtimali değil mi zaten? Holokost’a kadar, Almanya’daki Yahudiler neredeyse Almanlaşmış bir kimliği temsil ediyordu. Bu aynı zamanda sınırların ihlal edilmesi anlamında bir tehlike de barındırıyor…
Kesinlikle öyle ama bu ülkedeki anti-semitizm oradaki gibi tek boyutlu değil. Her zaman söylerim; solun dahi anti-semitizmi var Türkiye’de. Her zaman vardı. 1940’ların komünist zihniyetinde de bir anti-semitizm vardı. Komünizmi öğrendikleri adamın bir Yahudi olduğunu gözden kaçırarak bu anti-semitizmi sürdürüyorlardı. Alman romantizmi o kadar yayılmış ki bu coğrafyaya, Tanzimat’ı nasıl sindiremediysek Almanlarla kurduğumuz ittifakı da hayranlığı da bir türlü bitirememişiz ve hala da bitiremiyoruz. Almanya’ya işçi gönderirken dahi seviniyoruz onlar için çünkü çok da gurbet değil orası artık. Bir nevi yarı Türkiye.
‘Gurbetçiler’ için dahi “acı vatan Almanya” …
Vatan işte sonuçta. Zamanında, ‘Onlar kaybedince biz de kaybettik, kazanırlarsa da kazanacağız’ dedik. Hep böyle bakıyoruz bu hikâyeye. Bugün ülkedeki anti-semitizm Almanya’dakinden çok daha boyutlu. Solun, Yahudi sermayesini düşmanlaştıran anti-semitizmi, İslami kesimin semitizm korkusu ve nefreti ile köklendirdiği anti-semitizmi, laik beyaz Türklerin antisemitizmi, milliyetçi muhafazakârların anti-semitizmi derken aslında çok boyutlu, çok katmanlı ve ayrı kaynaklardan beslenen pek çok antisemitizm olduğunu söylemek mümkün. Dolayısıyla düşman çok başlı bir ejderha aslında. Tek başlı değil. Bir gözünün ortasından sokup kılıcı öldürebileceğimiz bir düşman yok karşımızda. Ve yazık ki bu çok başlı ejderhanın vücudunun kökleri çok derinlere dayanıyor. Milliyetçi, islamcı, muhafazakâr internet forumları bunun güzel bir örneği. Mustafa Kemal Atatürk’ten hoşlanmayan bu cephenin tüm komplo teorileri bu ülkeyi Yahudiler kurdu ve dinimizi bize unutturdular üzerinedir. Buradaki asıl gönderme Mustafa Kemal’in Selanikli kökleri olsa Yahudiler suçlanır. Ya da bugünün özel sağcı yayınları ile dikkat çeken gazete ve köşe yazılarını ele alalım; PKK söz konusu olduğunda Kürtler ya aslında Ermeni oldukları için kötüdür ya da İsrail’in maşası olarak kullanıldıkları için. Hep bir Yahudi oyunu velhasıl.
“VELEV Kİ GERÇEKTEN TÜRKİYE’NİN KURUCU ELİTLERİ SABETAYİST YAHUT YAHUDİYDİ, ONLARIN ALDIKLARI KARARLAR TÜM YAHUDİLERE MAL EDEBİLEBİLİR YA DA ONLARIN SEÇİMLERİNDEN KOCA BİR HALK SORUMLU TUTULABİLİR Mİ? “
Hatta Abdullah Öcalan’ın tam tersi istikamette söylemi de var. Milliyetçileşme, uluslaşma ve ‘Kürt sorunu’ Yahudilerle, Sabetaylardan kalma bir miras…
Tam olarak sorun da bu aslında. Bahsettiğim anti-semitizm işte böyle çok boyutlu ve çok yönlü. Başımıza gelen her kötülükten, tarihteki her yanlış karardan hep Yahudiler sorumlu. Velev ki gerçekten Türkiye’nin kurucu elitleri Sabetayist yahut Yahudiydi, onların aldıkları kararlar tüm Yahudilere mal edebilebilir ya da onların seçimlerinden koca bir halk sorumlu tutulabilir mi? Yahudiden, Yahudi olduğu için bir kötülük yapmasını beklemek ile bir kötülükten Yahudiyi sorumlu tutmak farklı şeyler mi?
Dinmek bilmeyen bir anti-semitizm atmosferi var. Türkiye Yahudileri nasıl hissediyor?
Türkiye’deki Yahudi topluluğu, diğer azınlık gruplarına göre görece sessiz bir topluluk. Bunun cemaat yönetimleriyle ve güdülen politikalarla da çok alakası vardı bana kalırsa. Bugünkü durumu konuşacak olursak; günümüzde cemaat yönetiminin, geçmiş yönetimlerinden çok farklı bir politika izlediği artık aşikâr.
Ne gibi?
Daha fazla ses çıkaran, ‘hayır’ demesi gerektiğinde ‘hayır’ diyen, itiraz eden, yeri gelince iş birliğine evet diyen, bir yanlış yapıldığında da özür talep edebilen, yapılan yanlış karşısında susmayan bir yönetim.
Cemaat yönetimini biraz daha açar mısın?
Son cemaat başkanı İshak İbrahimzadeh ve onunla birlikte çalışan pek çok insanın adını anmak mümkün. Geçmiş yönetimlerden çok daha farklı bir dil kullanıyorlar artık. Bu aslında bir yandan içinde yaşadığımız çağın gereği bir yandan. Ancak düşman çok başlı olunca bu gereği yerine getirmek bir hayli zor tabii. Bu sebeple sosyal medya araçlarının yaygınlaşması ile daha fazla ses çıkarabilme özgürlüğü de ortaya çıktı tabii.
Niye sesini fazla çıkarmaya başladı artık bu topluluğun?
Özel bir sebebi yok bana sorarsan. Ama 500. Yıl Vakfı’nın kuruluşunda devlet erkanı Yahudilere “500 yıllık misafirlerimiz” dediğinde alkışlayan bir cemaat yönetiminden, bugün Struma anmasında sarf edilen hatalı bir sözden, bir milletvekilinin Yahudileri hedef alan çirkin bir ithamına ve hatta bir valinin tehditkâr çıkışına dek hemen her alanda “Buradayız ve bir özür bekliyoruz” diyen bir cemaat yönetimine geçildiği aşikâr. Bu da çok olumlu bir gelişme bana sorarsan.
Nasıl okumalı bu değişimi?
İstanbul’a sığınmasından tam 72 gün sonra, 24 Şubat 1942 tarihinde bir denizaltı tarafından batırılan gemide 769 yolcusundan geriye kalan üçü ölü, dört bedendi…
Bence bu artık biraz çağın, politikaların gereği. Bir de herhalde artık herkesin ‘burasına geldi’ diye düşünüyorum. Aslında “Yahudi cemaati sessizdir” demek, bugüne dek cemaat yönetimlerinin güttüğü politikayı bütün bir topluluğa addetmek anlamına gelir. Oysa hiçbir toplumsal örgütlenme ya da hareketlenme olmadan, bireysel olarak kendi tepkisini ortaya koyan çok insan vardı ama bunları görmüyorduk, duymuyorduk ya da duysak da bu mahallenin delisidir deyip geçiyorduk. Bugün artık cemaat yönetiminin değişen tavrı sayesinde bu durum da değişiyor. Yeni gelen zihniyet artık susan bir zihniyet değil ve bu çok da iyi bir şey. Ama bu demek değildir ki, ‘devlete baş kaldıralım, düşmancıl politikalar güdelim’. Tam tersine birlikte yaşam kültürü oluşturma çabasına dair bir çaba var yeni söylemde. Türkiye’de azınlık cemaatlerinin ve cemaat yönetimlerinin bir misyonu var. Bu misyon da şudur; sana bağlı yaşayan topluluğunun sivil haklarını yönetebilmek, devlet ile iyi ilişkiler kurarak onların daha güvenli, refah içinde ve sağlıklı, huzurlu bir hayat sürdürebilmelerini sağlamak. Tanzimat’ı sindiremediğimizden, “azınlıkları” eşit vatandaş olarak kabul etmeyi beceremediğimizden, devlet yerine getirmesi gereken fonksiyonları yerine getiremediğinden, cemaat yönetimleri, dindaşlarını, kendi halklarını korumak, kollamak ve devletle ilişkilerini kolaylaştırmak adına bir politika gütmek zorunda kalıyor. Bugün bu politikalar bir parça değişti. Misyon aynı kalsa da yöntem farklılaştı. Artık susup, kabul edip, ayak uydurmak yerine varlığını kabul ettirmeye çalışan azınlık cemaatleri söz konusu. Kimlikler çağında yaşıyor olmamız da etkili tabii bu tutumda. Ancak baştan sona azınlıkların yaşadığı her türlü olumsuzluk da devleti suçlu bulduğumu söylemeliyim. Bugün hala Edirne Valisi çıkıp dünyanın en akıl almaz lafını edebiliyorsa, bir başkası Struma anmasında ya da Holokost anmalarında yeri olmayan lafları telaffuz edebiliyorsa bunda devlet en az bu lafı edenler kadar suçludur. Tamam bu adamlar anti-semit anladık ama bari başka yerde göstersinler bunu. Yahudiler ile ilgili anmalarda insanların suratlarına karşı bu suçu işlemek akıl alacak gibi değil.
“Madem misafirperverdik, 500 yıl öncede mi kaldı o misafirperverlik!”
Ne demişti?
Struma’da da insanların gözünün içine baka baka geminin açığa alındığı sürüklendiği vs. Gemi kendi kendine sürüklenmedi, rüzgâr yoktu. O gemi oraya demirlerle bağlanarak başka gemiler tarafından açığa çekildi.
“…BU ÜLKEDE ANTİ-SEMİTİZM BİR NEFRET SUÇU BİLE DEĞİL NE YAZIK Kİ. SİNAGOGUN KAPISINA ‘YAKILACAK MEKÂN’ YAZILI BİR KÂĞIDI ASACAK KADAR ‘ÖZGÜVENLİ’ ÖĞRETMENLERE EMANET EDİYORUZ BİZ ÇOCUKLARI”
Sovyetler’in batırdığı iddia ediliyordu…
Kimin batırdığı çok da önemli değil. Ben oradaki insani durumdayım. Neden kurtarmadık ya! Madem misafirperverdik, 500 yıl öncede mi kaldı o misafirperverlik! 500 yıl öncede kaldıysa 1990’larda 500. Yıl Vakfı kurulurken biz ‘neden hala misafirperveriz’ diyoruz. 50 yıl önce o geminin batmasına o insanların açlıktan, sefaletten, hastalıktan kırılmasına müsaade ettiysek pek de misafirperver değiliz demek ki. Çelişkilerin ülkesiyiz. Bir karar vermemiz lazım. Bu ülkede Yahudilerin konumunun da anti-semitizmin de çok durumsal olduğunu düşünüyorum. Rıfat Bali’nin sevdiğim bir kitabı vardır; ‘Devletin Yahudi’si ve Öteki Yahudi’. Hakikaten devletin Yahudisi, Ermenisi, Rumu, Kürdü her bir şeyi var. Devletin Ermenisi olarak Etyen Mahçupyan’ı işaretlerim hemen. Tercih ettikleri biri. Devletin de var devletin Sünn’si de devletin Alevisi de var. Devletin çok iyi geçindiği insanlar var ama bir de ötekiler var. Ötekilerin sesinin de doğru yansıtıldığına inanmıyorum. Bugün günümüzün internet koşullarında sosyal medya koşullarında ses çıkarmak ve çıkardığınız sese karşılık bulmak o sesi duyurmak çok daha kolay. Bundan on yıl önce zaten böyle bir şey yapılamazdı. Yapılsa ‘Yahudi konuştu’ derlerdi. Hala öyle deniyor hoş ama bugün sosyal medya sayesinde sesinize karşılık bulmak, destek bulmak kolaylaştı. Artık kimse yalnız olmadığını biliyor. Ancak Yahudiler söz konusu olduğunda binlerce yıldır oradan oraya sürgün edilmiş ve hiçbir yerde barındırılamamış bir halktan söz ediyoruz. Ve bu coğrafyada da koşulsuz şartsız kabul edildiklerini de kimse karşıma geçip iddia edemez. Hala misafir oldukları yüzlerine vuruluyor. Her gün, her hafta onlarca antisemit yazı çıkıyor. Ve bu ülkede anti-semitizm bir nefret suçu bile değil ne yazık ki. Sinagogun kapısına “yakılacak mekân” yazılı bir kâğıdı asacak kadar ‘özgüvenli’ öğretmenlere emanet ediyoruz biz çocukları. Ve ceza vermiyoruz. Çünkü ne yaptı ki! Aslında kâğıt astı yani hepsi bu! Sinagog patlamalarının iç yüzünü hala konuşmuyoruz. Kim patlattı o sinagogları? Kim izin verdi o sinagogların patlamasına? Devlet ne yapıyordu biri bana anlatabilir mi? İstihbarat neredeydi? Bunlar benim kişisel sorularım, problemlerim. Aklımın almadığı şeyler. Cemaatin ya da topluluğun düşüncesi olarak iddia ettiğim şeyler değil. Bu devletin buradaki anti-semitizme yaklaşımı hakkındaki kişisel görüşlerim. Bütün bunların üzerinde düşünmeden, konuşmadan, açıklığa kavuşturmadan ya da Yahudi’yi Yahudi olarak işaretlemekten vazgeçmeden biz bu nefreti çözemeyiz. Bu sağ içinde böyle sol içinde böyle. Anti-semitizm yalnızca AKP ya da diğer sağ partilerin faili olduğu bir suç değil. Sol da en az sağ kadar suçlu. Ben özellikle sol düşünceye seslenen pek çok yazı yazdım bir dönem Şalom gazetesinde. “HDP niye Yahudilere seslenmiyor?” bunlardan biri. Yıllar geçti hala soruyorum. Ermeni’ye, Rum’a, Süryani’ye, Zaza’ya herkese seslenen HDP, neden Yahudi’ye seslenirken iki kere düşünüyor. Bu da bir sorun, kafalardaki ön yargı.
“SÖZ KONUSU İSRAİL OLDUĞUNDA BURADA YAŞAYAN YAHUDİLERE BİR MİSYON YÜKLENİYOR: İSRAİL ADINA ÖZÜR DİLEMELERİ VE İSRAİL’İ KÖTÜLEMELERİ”
Türkiye’de kalan Yahudiler ne hissediyor yükselen anti-semitizm karşısında? “Trakya Pogromu sırasında yaşadıklarını birbirlerine dahi anlatmıyorlar” demiştin oysa görmezlikten gelince bitmiyor. 6-7 Eylül olayları var, sinagoglara yönelik bombalı eylemler devam ediyor, Mavi Marmara, medyada ve sosyal medyada yazılan anti-semit ifadeler artık neredeyse olmazsa olmazlarımızdan!
Türkiye’deki anti-semitizm en çok İsrail ile ilgili bir şey olduğunda hortlar yazık ki. Ne zaman İsrail’de bir taş yerinden oynar o zaman burada Yahudi’nin burnu kanar. Mavi Marmara’da ben iş yeri basılıp dövülen Yahudiler tanıyorum. Bunlar basında karşılık bile bulmadı kendine. Ve hakikaten bu insanların iş yerleri basıldı ‘Allahın belası Yahudiler’ diye dövüldüler. Dövülen bu insanların Mavi Marmara olayına bir destekleri mi vardı? -hayır. En ufak bir ilgileri mi vardı? – hayır, Tek suçları Yahudi olmaktı. Erdoğan’ın ‘one minutes’ çıkışında da burada bir sürü olay oldu. Yazık ki söz konusu İsrail olduğunda burada yaşayan Yahudilere bir misyon yükleniyor: İsrail adına özür dilemeleri ve İsrail’i kötülemeleri. Bu akıl alır bir durum değil. Cemaatin herhangi bir temsilcisini geçtim siyasetle hiç alakası olmayan, sıradan bir Yahudi olarak Müslüman Türklerin bulunduğu bir toplantı, sohbet hatta vatan kurtarılan içki sofrasında bile olsanız sohbet İsrail siyasetine gelirse bir Yahudi olarak İsrail’in politikalarını reddetmeniz ve onun adına özür dilemeniz beklenir sizden. En demokrat gözüken, en liberal ortamların bile yazık ki beklentisi budur. Bizim Türkiye’de yaşayan Yahudilere yüklediğimiz misyon bu ve bu çok acı bir şey. Bundan yıllar evvel, eski cemaat başkanlarından Bensiyon Pinto’nun bütün hayatını çok açık sözlülükle aktardığı kitabı için düzenlenen bir söyleşisine katılmıştım. Ülkenin son derece saygın üniversitelerinden birinde “akademik” bir toplantı havasında düzenlenmişti bu söyleşi. Pinto kitabında, babasının Varlık Vergisi öncesinde 20 Kur’a Asker olarak götürülüşünü ve aylar sonra yaşlanmış olarak geri dönüşünü, Varlık Vergisi sırasında küçücük bir çocukken altından çekilip alınan halıyla birlikte yere düşüşünün aslında bedensel olarak o acıyı hissetmesine sebep oluşunu, 6-7 Eylül olayları sırasında buradan gitmeye karar verişini ve burada geçen hayatını, yıllarını tüm açık sözlülüğü ile anlatmıştı. Oysa Pinto’nun sunuşu bitip de soru cevap bölümüne geçildiğinde sorulan tüm sorulan İsrail’in politikaları ve savaşı üzerineydi. Pinto’ya o salonda o gün yüklenen misyon da aynıydı. Ondan İsrail politikalarını reddetmesi, eleştirmesi ve hatta İsrail adına özür dilemesi bekleniyordu. Kitapta anlatılan onca hikâye ve acı burada yaşanmamışçasına biz bu topraklarda olan bitene gözümüzü kapayıp oturup İsrail’i konuşmayı tercih ediyoruz hep. Bunu çözmedikçe de bir adım ilerlememiz, burada kalmaya devam eden Yahudilere huzur telkin etmemiz mümkün değil.
Peki nasıl bir duygu hali içindeler? Fransa’da bile yükselen anti-semit saldırılar nedeniyle, Yahudiler’in İsrail’e göçü her sene artıyor…
Yahudiler bin yıllardır vatansız aslında. 1948’den itibaren bir vatan var hesapta. Ama İsrail’in vatan olarak kabul görüp görmediğini oturup tartışmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bence İsrail hakikaten Nuh’un Gemisi. Dünyanın dört bir tarafından insanların bir arada yeni bir yaşam kurabilmesi bir mucize. Ancak buradan oraya göç etmiş ve orada yaşayamayıp geri dönmüş çok insan tanıyorum. Özellikle Türkiyeli Yahudiler için oranın bir “vatan” ya da “anayurt” olduğunu ben düşünmüyorum. Yaptığım pek çok saha araştırmasından sonra çok açıkça söyleyebilirim bunu. Türkiyeli Yahudiler için İsrail, işler iyi gitmezse, barınamazlarsa, başlarına kimliklerinden dolayı bir iş gelirse kaçabilecekleri, sığınabilecekleri, kendileri olarak yaşayabilecekleri bir liman. Buradan da özellikle son yıllarda çok fazla Yahudi göç etti. Özellikle gençler gidiyor artık. Kimse burada kalmak istemiyor çünkü güven duymuyor ama gitmek de kalmak kadar zor bir yandan. Yıllar önce bir saha araştırması sırasında yaşlı bir karı koca ile tanışmıştım. Bütün aile İsrail’e göçtükten sonra sonunda bir gün onlar da ‘artık yaşlandık kimsemiz de kalmadı’ deyip İsrail’e gidiyorlar. Göçleri üzerinden 5-6 ay geçiyor. Mevsim ilkbahara dönüyor. Kadına sorarsanız o aylar nasıl geçti hiç bilmiyor. 70 küsur yaşında bambaşka bir ülkeye gidiyor, dilini bilmiyor ve kendi akrabaların dışında bir sosyal çevresi yok. Alıştığı çevre, komşuluk ilişkileri, kültür hepsi geride kalmış. Kültürden kastı şuydu; hatırlı komşuluk ilişkileri, bir yaşlıya saygı duymak, hürmet göstermek, yer vermek vb. Bu kadıncağızın en büyük korkusu oğlunun İsrail’den biz kızla evlenmesiydi; “Gelsin Türkiye’de Türk bulsun, Müslüman bulsun ona razıyım yeter ki oradan, kökleri bizden olmayan biriyle evlenmesin. Kadınların buralarında etekler (mini etekleri kastediyor), terbiye diye bir şey kalmamış, senin karşına geçer bacak bacak üstüne atar oturur” diyordu. Kadının gelin adayından beklentisi bu coğrafyanın beklentisi ile aynıydı. Yani bu coğrafyanın ortak bir kültürü olduğu bir gerçek ve Yahudiler de bu kültürün bir parçası. Neyse asıl konuya geleyim, mayıs ayı geliyor. Bu hanımın en sevdiği meyve çilek. Eşi Rıfat’tan bir gün rica ediyor. “Allah aşkına Rıfat kalk, çilek al- gel, burnumda tüttü memleketimin çileği, dün gece rüyamda gördüm bu yaştan sonra aş mı eriyorsun diyeceksin ama canım çekti git bana çilek bul!” Adamcağız hakikaten gidiyor arıyor, tarıyor bu coğrafyaya en benzeyen çileği alıp getiriyor. Ancak gelin görün ki onun istediği çilekle alakası yok. Gerisini bana anlattığı gibi aktarayım: “Kızım bana bir çilek getirdi ‘na’ avucumun içi kadar. “Böyle çilek mi olur Rıfat?” dedim “karpuz bu”. İki ay sonra döndük geldik senin anlayacağın. Ne çileği benim memleketime benzer ne havası ne suyu. Dayanamayacaktım yaban elde biz de döndük İstanbul’a geldik”.
“BİR ÖN YARGIYI TÜM TOPLUMA MAL EDEREK BURADAN BİR NEFRET ÜRETMEK EN BÜYÜK SUÇ”
Bu söylem de fazla romantize edilmiş değil mi.? Yani, ait olduğu yere geri dönmek, güzel hoş ama eşit vatandaşlığı en doğal hak bir olarak düşünmek..
Romantize edilmiş olmaktan öte bence hakikatin ta kendisi üstelik romantik bile değil dramatik. Siz Yahudiye ne kadar İsrailli muamelesi yaparsanız yapın o kendini buralı hissediyor. Bu tıpkı sevgili Hrant’ın yıllar evvel bir yazısında söylediği gibi: “Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözümüz var. Var, çünkü kökümüz burada. Ama merak etmeyin. Bu toprakları alıp gitmek için değil. Bu toprakların gelip dibine gömülmek için.” Mevzu bu kadar insani ve dramatik bana kalırsa. Burası memleket, burası toprak, burası kök saldıkları yer, ata mezarları burada, kökleri, yaşamları burada. İsrail bunların hangisi olabilir? Ama bir yandan bir de gerçek var, biz bu insanlara yaşam alanı bırakmıyor, gündelik hayatlarını zehrediyor, her fırsatta Yahudiye olan nefretimizi kusuyoruz. Bu ortam içinde İsrail gibi bir seçenek olması tabii ki herkese kendini rahat hissettiriyor. Bir gün gitmek gerekirse gidilebilecek bir yer olması çok olumlu bir şey. Ama bu gidiş istekle mi olacak yoksa mecburiyetle mi bunu tartışmak gerek. Devlet ve kanunlar sizi eşit vatandaş olarak görmüyorsa siz kendinizi eşit görseniz kaç yazar? Bugün değiştirilmeye çalışılan tam da bu işte. Eşit vatandaşlığı madem devlet vermiyor, veremiyor gerek söylemini eleştirerek, gerek davranışını eleştirerek, gerek zihniyetini eleştirerek ve tabii dönüşüm talep ederek burayı yaşanılır kılmak tek çare. Bir de resmin ideolojik çerçevesinden çıkıp biraz daha aşağıdan bakmak lazım bence. Bize ezberletilen gerçekleri sorgulamak lazım. ‘Yahudiler zengindir’ diye bir ön yargı var mesela. Yok arkadaşlar bu yalan. En azından hepsi zengin değildir. Nüfusu oranlarsak önemli bir kısmı da zengin değildir. Bu korkunç bir ön yargı. Tüm AKP’liler zengindir demekle aynı şey hatta. Hayır, tüm AKP’liler nasıl zengin değilse tüm Yahudiler de zengin değildir. İşçisi de vardır, fakiri de. Benim yan apartmanım Yahudi fakirhanesi mesela. Oturduğum semtin en fakir insanları oturuyor o binada. Üstelik hepsi Yahudi. Semtin en fakir insanları Yahudiler. Haydi oturup bunu açıklasınlar şimdi? Bir ön yargıyı tüm topluma mal ederek buradan bir nefret üretmek en büyük suç.
“HER ŞEYDEN ÖNCE ANTİ-SEMİTİZMİN BİR NEFRET SUÇU OLDUĞUNU DEVLETE KABUL ETTİRMEK VE BUNUN HUKUKİ BİR YAPTIRIMI OLMASINI SAĞLAMAK YAZIK Kİ SİVİL TOPLUMUN ÜSTLENMESİ GEREKEN BİR VAZİFE”
Peki nasıl önlenir anti-semit söylem, sivil topluma düşen ne?
İsrail protestolarından bir kesit. Fotoğraf: Görkem Keser
Her şeyden önce bu önyargıların değişmesi için toplumu bilinçlendirmek gerek. Yahudileri ezberletilmiş ön yargılardan azade bu topluma tanıtabilmek gerek. Çünkü tanıdığınız, bildiğiniz birinden nefret etmeniz çok da mümkün olmaz. Ancak tanımadığınız birinden düşman yaratabilirsiniz. Bu tanıtma, tanıştırma meselesinde en büyük rol de tabii sivil topluma düşüyor. İnsan hakları ve demokratikleşme adına çaba gösteren, gösterdiğini iddia eden tüm sivil toplum örgütleri, ister islami düşünceyi kendine temel alsın ister seküler olsun söz konusu insan hakları ise nefret suçlarına gözlerini kapamaktan vazgeçmek durumundalar. Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani, Kürt, Alevi fark etmez nefret suçu nefret suçudur. Anti-semitizm özelinde yapılması gereken tam olarak söylemin değişmesi için çaba göstermek, eğitmek, bunun yaygınlaşmasına engel olmaya çalışmaktır. Üç– beş sivil toplum örgütü dışında kimsenin anti-semitizm ile ilgili bir çabası yok. Yazık ki var olan AB fonlarının ve diğer fonların da pek çoğu anti-semitizmi bir alt başlık hatta alt başlığın da alt başlığı olarak görüyor. Dolayısıyla zaten alan sınırlanıyor. Devletten de bir şey beklemek doğru değil iş başa düşüyor.
Neden devletten beklenmemeli, neden sivil toplum kuruluşlarına iş düşüyor bu konuda?
Devletin kendisi anti-semitizmin en önemli faillerinden biri iken anti-semitizmle mücadele etmesini ondan beklemek saçma olmaz mı? Yazık ki devletin pozitif ayrımcı bir tavır sergilediğini söylemek mümkün dahi değil. Bu yüzden iş sivil toplum kuruluşlarına düşüyor. Her şeyden önce anti-semitizmin bir nefret suçu olduğunu devlete kabul ettirmek ve bunun hukuki bir yaptırımı olmasını sağlamak yazık ki sivil toplumun üstlenmesi gereken bir vazife. Yahudiler konunun mağduru iken, mağdurdan faille mücadele etmesini beklemek haksızlık olur. Bu yüzden sivil topluma en çok da anti-semitizm ile mücadelede ihtiyaç var diye düşünüyorum. Bugün Yahudiler söz konusu olduğunda anti-semitizm söz konusu olduğunda sokağa çıkan, eylem yapan, bildiri yayınlayan, mücadeleye kafa yoran o kadar az kurum o kadar az insan var ki. Sivil toplumun çuvaldızı kendine batırma vakti geldi diye düşünüyorum.
Paylaş: