Soykırım, insanlık tarihini en derinden etkileyen insanlık suçu. Hatta bu kavramı duyunca hemen irkilir, muhtemelen de kabul etmekte veya yüzleşmekte çok zorlanırız. Dünya üzerinde bildiğimiz pek çok ulus-devlet kendi hegemonyalarını kurmak için soykırım ve katliamlar yapmış, kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan halklara, kimliklere bu acıları yaşatmıştır. İşin doğrusu yaşadığımız topraklarda “soykırım” ve “katliam” gibi kavramlar bize de pek yabancı değildir. Çoğunlukla yaşanan olaylar inkar edilir. Her bir acı, hem kitlesel hem de insani boyutlarıyla, kendine özel hikayeleri ve yaşanmışlıklarıyla, hüzünle yoğrulmuş yaşamları içlerinde barındırır. Her birinin altını eşeledikçe ortaya çok farklı perspektiften hikayeler, ilişkiler, acılar çıkar.
Bu girişten yola çıkarak ve herkesin de kabul edeceğini düşünerek, yeryüzünde yapılan en büyük insanlık suçlarından birinin de Holokost olduğunu söylemek mümkündür. Nazi dönemi Almanyası tarafından gerçekleştirilen bu soykırım, hala konuşulmakta ve tartışılmakta, üzerine çeşitli araştırmalar yapılmakta, kültür-sanat çalışmaları üretilmekte, anıtlar inşa edilmekte ve müzeler açılmaktadır. Tüm bu çalışmaların ve çabaların amacı, hafızayı geri çağırarak, gelecekte böyle bir insanlık dışı tutumunun bir daha yaşanmamasını sağlamaya yöneliktir. Ancak Nazilerin uyguladığı soykırımın tek bir kimliğe yapılmadığını hatırlatmak bu noktada faydalı olacaktır. Kuşkusuz Yahudiler, soykırımın baş mağdurudur. Ancak diğer tarafta kadınlar, eşcinseller, Romanlar, yaşlılar, engelliler de bu katliamdan paylarını çok büyük bir oranda almışlardır. Bu yüzden, bir daha gerçekleşmemesi adına çeşitli anma ve etkinlikler yapılarak, Holokost ile her yıl yüzleşilmektedir. Bu anlatıların hatırlanmasında sanat, kitap, film, anıt, müze ve benzeri iş ve çalışmalar hafızayı aktarım araçları olarak önemli bir rol oynamaktadır. Yapılan işler görselliğin dışa vurumu ile ortaya çıkmakta ve yaşamın her alanında yaşananları hatırlatmaktadır.
Günümüzde, Avrupa’da ve tüm dünyada anma pratikleri değişmektedir. Anıtlar ve müzeler çeşitlenerek, soykırım ve katliamlara farklı bakış açıları getirmektedirler. Bu değişimi, yakın zamanda Holokost çalışmalarına da konu olan Post-Hafıza kavramı ile açıklamak mümkündür. Post-hafıza kavramını, Holokost’tan kurtulmuş ailelerin ikinci ve üçüncü nesile aktardıkları duygu ve deneyimler olarak açıklamak mümkündür. Bu deneyimler illa yazılı veya sözlü olmak zorunda değildir. Örneğin, kişinin kendi annesi veya babasının hiç görmediği bir ülkedeki sokakları, çocukluklarını, hikayelerini çok iyi bilmesi ve hatırlaması, hafızayı canlı tutmasına etken olurken aynı zamanda tüm bunlar sanki kendi hafızasıymış gibi hissetmesine böylece geçmişe dönerek o tahribatı duygulanım yoluyla adeta kendi yaşamış gibi canlandırmasına sebep olur. İşte günümüzde artık hafızaya odaklanan ve özellikle hafızanın deneyim boyutunu öne çıkaran çok çeşitli yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Avrupa’daki yeni yaklaşımlardan biri olan Karşıt Anıtlar bunlardan biridir. Karşıt Anıtlar, klasik anıtlardan farklı olarak deneyim mekanları olarak tanımlanıyorlar. Deneyim üzerinden Soykırım’ın ne kadar insanlık dışı bir yaklaşım olduğunu göstermeyi amaçlayan bu anıt mekanlar, içimize dönerek, kendimize bakmamızı sağlıyor ve parçası olduğumuz hikayenin üzerinde düşünmeye davet ederek, yüzleşebilmemizi, düşünebilmemizi, muhakeme edebilmemizi sağlıyorlar. Daha didaktik ve elitist bir kurgudan ziyade, aktif olarak hikayeye katılmaya imkan sağlayan bu anıtlar sabit ve kalıcı olmak yerine, tam tersine gittikçe yok olan anıtlar olarak ortaya çıkıyorlar. Kişileri kahramanlaştırmaktan imtina ederek, daha çok sessizlikler, yokluklar üzerine giden ve o boşlukları dolduran, kapsamlı şekilde düşünmeye yol açan bu anıtlar, insanları Holokost bağlamında bir deneyime davet ederken yaşanmış acıları da derinden hissettirmeyi hedefliyorlar. Holokost özelinde ele alınabilecek mekanlar Doğu ve Batı anlatıları ile anıtlaştırılmaktadır. Bu anıt mekanlar, Doğu Avrupa’da anti-faşist bir söylemin temsili ile Batı Avrupa’da ise Yahudiler üzerinden kurulan kurban deneyimleri ve anlatıları ile inşa edilmektedirler. Bu iki temel fark, anıt ve müzeler söz konusu olduğunda ele alınan yaklaşımları da değiştirmektedir.
Özellikle 1990’lardan sonra Almanya’da anlatılar da değişmeye başlamıştır. Geçmişte üzerinde pek fazlaca durulmamış ya da gözardı edilmiş yaklaşımların daha belirgin olarak karşımıza çıkmakta olduğunu söylemek artık mümkündür. Holokost’a dair bu yeni yaklaşımlardan biri de kadın odaklı bakış açısıdır. Son yirmi yılda artan kimlik hareketleri ve geniş bir yankı bulan kadın hareketleri ile birlikte artık Holokost’u yaşayan kadınların da anı ve otobiyografi kitapları çıkmaya ve ilgi görmeye başladı. Nazi döneminde yalnızca kadınların toplandığı, çalıştırıldığı ve katledildiği Ravensbrück Toplama Kampı, bugün artık Holokost’a dair kadın deneyimini ve kimlik hafızasını canlandırmak üzere ziyarete açıldı. Kadın anlatılarının en önemli kısımlarından biri de cinsel şiddet ve zorunlu seks işçiliğidir. Bugün pek çok toplama kampında kurulan genelevler olduğunu biliyoruz. Burada kadın bedeni sömürüsü üst boyutlarda yaşanmışken, çoğunlukla büyük katliama odaklandığımızda, kadın ve beden sömürüsüne değinmek mümkün olmuyor. Ancak Holokost, bir süredir ele alınmayan bu yönleri ile de inceleniyor, yaşananlar ifşa ediliyor. Anıt ve müzelerde kadın kurbanların yaşadığı acılar sergileniyor, akademilerde üstüne çalışmalar yapılıyor.
İşte tam da bu noktada, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayşe Gül Altınay’ın bu yıl Holokost Anma Günü’nde düzenlenen “Holokost ve Hafıza” adlı panelde sorduğu sorular anlam kazanıyor: “Holokost’ta kadınlar sadece mağduriyet üzerinden pasif mağdurlar, kurbanlar olarak mı temsil ediliyorlar, yoksa dayanışma ve direnişleri tersten bir aktör olarak mı ele alınıyor? Ölüm ve hayat üzerinde nasıl bir ilişki kuruluyor? Sadece ölüm üzerinden mi kurgulanıyor bu deneyim, yoksa hayat, yaratıcılık hem geçmişte hem de bugün içerisinde devam eden hayatta kalma beceleri, çabaları ve yaratıcılık deneyimleri ile mi ele alınıyor? Holokost bize yalnızca Holokost olarak mı anlatılıyor yoksa öncesinde, mesela o ülkenin veya o toprakların, ya da o mekanın tarihinde Yahudilerin neler yaptığını veya diğer kurbanların o mekanlara katkılarına yer veriyor mu? Kadınlar ve toplumsal cinsiyet nasıl ele alınıyor? Kadınlar kurban olarak mı, yoksa o tarihin öznesi olarak mı anılıyorlar? Hayatta kalan, direnen, dayanışan kadınlar olarak mı karşımıza çıkıyorlar? Kadınlar arası şiddet nasıl ele alınıyor?” Bu soruları kendimize sorduğumuzuda çok farklı açılımlara yönelebiliriz. Daha önce üzerinde düşünülmemiş bu alanlarda Holokost’u daha kapsamlı inceleyebilir ve yüzleşebiliriz. Nazi Kadınları Holokost sürecinde neredeydi? Bu kadınlar soykırım sürecinde ne yaptılar? Niye seslerini çıkaramadılar? Ya da çıkarmak istediler mi? Bu ve benzeri sorular oldukça değerli araştırma ve düşünme alanları yaratabilirler. Genellikle mağdur-fail ilişkisinde mağdur ele alınır, ama fail salt bir biçimde şiddetin penceresinden aktarılır. Burada fail neden böyle bir davranış biçimi sergiledi, kaynağı neydi sorusu, yani sorunun özüne inilmez ve olduğu gibi bırakılır. Maalesef ki, sorunun özüne inilemediği veya inilmek istenmediği için, yaklaşımlar zayıf kalmakta, geleceğe yüklü bir bagaj olarak aktarılmaktadır. Dönem içinde kurgulanan annelik ya da yaratılan “milli kadın” kurgusu da bir o kadar irdelenmesi gereken konular olarak karşımızda durmaktadır.
Tüm bunların yanı sıra Holokost bağlamında bugüne dek göz ardı edilen ve görünmez kalan sadece kadınlar değildir. Eşcinseller, engelliler, akıl hastaları ve Roma-Sinti mağdurları da göz ardı edilmiştir. Oysa Holokost esnasında Avrupa Roman nüfusunun yaklaşık %25’ine denk gelen Roma-Sinti öldürülür. Artık bu konuda da çalışmalar yapılmaya başlanmış olup, anıt ve müzelerde sadece Yahudiler değil, ötekileştirilmiş bu diğer kimliklere de yer verilmektedir. Günümüzde artık daha bütüncül bir yaklaşımla ele alınmakta olan Holokost, toplumun kendi içinde birçok katmanı olduğunu göz önünde bulundurarak, dezavantajlı grupların da buna maruz kalabileceğini unutmadan ortaya koyulmaktadır. Kuşkusuz bu büyük insanlık suçunu ifşa etmek ve her yönüyle ele almak için daha gidilecek bir hayli yol vardır. Ancak yapılacak çalışmalarda, mağdurların travmalarını araçsallaştırmadan soykırımın ifşa edilmesine dikkat edilmesi ve daha da önemlisi topluma her fırsatta “bu kötülük bir daha olmayacak” güveninin verilmesi ve aşılanması gerektiği kanısındayım.
Soykırım, insanlık tarihini en derinden etkileyen insanlık suçu. Hatta bu kavramı duyunca hemen irkilir, muhtemelen de kabul etmekte veya yüzleşmekte çok zorlanırız. Dünya üzerinde bildiğimiz pek çok ulus-devlet kendi hegemonyalarını kurmak için soykırım ve katliamlar yapmış, kendileri gibi düşünmeyen ve yaşamayan halklara, kimliklere bu acıları yaşatmıştır. İşin doğrusu yaşadığımız topraklarda “soykırım” ve “katliam” gibi kavramlar bize de pek yabancı değildir. Çoğunlukla yaşanan olaylar inkar edilir. Her bir acı, hem kitlesel hem de insani boyutlarıyla, kendine özel hikayeleri ve yaşanmışlıklarıyla, hüzünle yoğrulmuş yaşamları içlerinde barındırır. Her birinin altını eşeledikçe ortaya çok farklı perspektiften hikayeler, ilişkiler, acılar çıkar.
Bu girişten yola çıkarak ve herkesin de kabul edeceğini düşünerek, yeryüzünde yapılan en büyük insanlık suçlarından birinin de Holokost olduğunu söylemek mümkündür. Nazi dönemi Almanyası tarafından gerçekleştirilen bu soykırım, hala konuşulmakta ve tartışılmakta, üzerine çeşitli araştırmalar yapılmakta, kültür-sanat çalışmaları üretilmekte, anıtlar inşa edilmekte ve müzeler açılmaktadır. Tüm bu çalışmaların ve çabaların amacı, hafızayı geri çağırarak, gelecekte böyle bir insanlık dışı tutumunun bir daha yaşanmamasını sağlamaya yöneliktir. Ancak Nazilerin uyguladığı soykırımın tek bir kimliğe yapılmadığını hatırlatmak bu noktada faydalı olacaktır. Kuşkusuz Yahudiler, soykırımın baş mağdurudur. Ancak diğer tarafta kadınlar, eşcinseller, Romanlar, yaşlılar, engelliler de bu katliamdan paylarını çok büyük bir oranda almışlardır. Bu yüzden, bir daha gerçekleşmemesi adına çeşitli anma ve etkinlikler yapılarak, Holokost ile her yıl yüzleşilmektedir. Bu anlatıların hatırlanmasında sanat, kitap, film, anıt, müze ve benzeri iş ve çalışmalar hafızayı aktarım araçları olarak önemli bir rol oynamaktadır. Yapılan işler görselliğin dışa vurumu ile ortaya çıkmakta ve yaşamın her alanında yaşananları hatırlatmaktadır.
Günümüzde, Avrupa’da ve tüm dünyada anma pratikleri değişmektedir. Anıtlar ve müzeler çeşitlenerek, soykırım ve katliamlara farklı bakış açıları getirmektedirler. Bu değişimi, yakın zamanda Holokost çalışmalarına da konu olan Post-Hafıza kavramı ile açıklamak mümkündür. Post-hafıza kavramını, Holokost’tan kurtulmuş ailelerin ikinci ve üçüncü nesile aktardıkları duygu ve deneyimler olarak açıklamak mümkündür. Bu deneyimler illa yazılı veya sözlü olmak zorunda değildir. Örneğin, kişinin kendi annesi veya babasının hiç görmediği bir ülkedeki sokakları, çocukluklarını, hikayelerini çok iyi bilmesi ve hatırlaması, hafızayı canlı tutmasına etken olurken aynı zamanda tüm bunlar sanki kendi hafızasıymış gibi hissetmesine böylece geçmişe dönerek o tahribatı duygulanım yoluyla adeta kendi yaşamış gibi canlandırmasına sebep olur. İşte günümüzde artık hafızaya odaklanan ve özellikle hafızanın deneyim boyutunu öne çıkaran çok çeşitli yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Avrupa’daki yeni yaklaşımlardan biri olan Karşıt Anıtlar bunlardan biridir. Karşıt Anıtlar, klasik anıtlardan farklı olarak deneyim mekanları olarak tanımlanıyorlar. Deneyim üzerinden Soykırım’ın ne kadar insanlık dışı bir yaklaşım olduğunu göstermeyi amaçlayan bu anıt mekanlar, içimize dönerek, kendimize bakmamızı sağlıyor ve parçası olduğumuz hikayenin üzerinde düşünmeye davet ederek, yüzleşebilmemizi, düşünebilmemizi, muhakeme edebilmemizi sağlıyorlar. Daha didaktik ve elitist bir kurgudan ziyade, aktif olarak hikayeye katılmaya imkan sağlayan bu anıtlar sabit ve kalıcı olmak yerine, tam tersine gittikçe yok olan anıtlar olarak ortaya çıkıyorlar. Kişileri kahramanlaştırmaktan imtina ederek, daha çok sessizlikler, yokluklar üzerine giden ve o boşlukları dolduran, kapsamlı şekilde düşünmeye yol açan bu anıtlar, insanları Holokost bağlamında bir deneyime davet ederken yaşanmış acıları da derinden hissettirmeyi hedefliyorlar. Holokost özelinde ele alınabilecek mekanlar Doğu ve Batı anlatıları ile anıtlaştırılmaktadır. Bu anıt mekanlar, Doğu Avrupa’da anti-faşist bir söylemin temsili ile Batı Avrupa’da ise Yahudiler üzerinden kurulan kurban deneyimleri ve anlatıları ile inşa edilmektedirler. Bu iki temel fark, anıt ve müzeler söz konusu olduğunda ele alınan yaklaşımları da değiştirmektedir.
Özellikle 1990’lardan sonra Almanya’da anlatılar da değişmeye başlamıştır. Geçmişte üzerinde pek fazlaca durulmamış ya da gözardı edilmiş yaklaşımların daha belirgin olarak karşımıza çıkmakta olduğunu söylemek artık mümkündür. Holokost’a dair bu yeni yaklaşımlardan biri de kadın odaklı bakış açısıdır. Son yirmi yılda artan kimlik hareketleri ve geniş bir yankı bulan kadın hareketleri ile birlikte artık Holokost’u yaşayan kadınların da anı ve otobiyografi kitapları çıkmaya ve ilgi görmeye başladı. Nazi döneminde yalnızca kadınların toplandığı, çalıştırıldığı ve katledildiği Ravensbrück Toplama Kampı, bugün artık Holokost’a dair kadın deneyimini ve kimlik hafızasını canlandırmak üzere ziyarete açıldı. Kadın anlatılarının en önemli kısımlarından biri de cinsel şiddet ve zorunlu seks işçiliğidir. Bugün pek çok toplama kampında kurulan genelevler olduğunu biliyoruz. Burada kadın bedeni sömürüsü üst boyutlarda yaşanmışken, çoğunlukla büyük katliama odaklandığımızda, kadın ve beden sömürüsüne değinmek mümkün olmuyor. Ancak Holokost, bir süredir ele alınmayan bu yönleri ile de inceleniyor, yaşananlar ifşa ediliyor. Anıt ve müzelerde kadın kurbanların yaşadığı acılar sergileniyor, akademilerde üstüne çalışmalar yapılıyor.
İşte tam da bu noktada, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayşe Gül Altınay’ın bu yıl Holokost Anma Günü’nde düzenlenen “Holokost ve Hafıza” adlı panelde sorduğu sorular anlam kazanıyor: “Holokost’ta kadınlar sadece mağduriyet üzerinden pasif mağdurlar, kurbanlar olarak mı temsil ediliyorlar, yoksa dayanışma ve direnişleri tersten bir aktör olarak mı ele alınıyor? Ölüm ve hayat üzerinde nasıl bir ilişki kuruluyor? Sadece ölüm üzerinden mi kurgulanıyor bu deneyim, yoksa hayat, yaratıcılık hem geçmişte hem de bugün içerisinde devam eden hayatta kalma beceleri, çabaları ve yaratıcılık deneyimleri ile mi ele alınıyor? Holokost bize yalnızca Holokost olarak mı anlatılıyor yoksa öncesinde, mesela o ülkenin veya o toprakların, ya da o mekanın tarihinde Yahudilerin neler yaptığını veya diğer kurbanların o mekanlara katkılarına yer veriyor mu? Kadınlar ve toplumsal cinsiyet nasıl ele alınıyor? Kadınlar kurban olarak mı, yoksa o tarihin öznesi olarak mı anılıyorlar? Hayatta kalan, direnen, dayanışan kadınlar olarak mı karşımıza çıkıyorlar? Kadınlar arası şiddet nasıl ele alınıyor?” Bu soruları kendimize sorduğumuzuda çok farklı açılımlara yönelebiliriz. Daha önce üzerinde düşünülmemiş bu alanlarda Holokost’u daha kapsamlı inceleyebilir ve yüzleşebiliriz. Nazi Kadınları Holokost sürecinde neredeydi? Bu kadınlar soykırım sürecinde ne yaptılar? Niye seslerini çıkaramadılar? Ya da çıkarmak istediler mi? Bu ve benzeri sorular oldukça değerli araştırma ve düşünme alanları yaratabilirler. Genellikle mağdur-fail ilişkisinde mağdur ele alınır, ama fail salt bir biçimde şiddetin penceresinden aktarılır. Burada fail neden böyle bir davranış biçimi sergiledi, kaynağı neydi sorusu, yani sorunun özüne inilmez ve olduğu gibi bırakılır. Maalesef ki, sorunun özüne inilemediği veya inilmek istenmediği için, yaklaşımlar zayıf kalmakta, geleceğe yüklü bir bagaj olarak aktarılmaktadır. Dönem içinde kurgulanan annelik ya da yaratılan “milli kadın” kurgusu da bir o kadar irdelenmesi gereken konular olarak karşımızda durmaktadır.
Tüm bunların yanı sıra Holokost bağlamında bugüne dek göz ardı edilen ve görünmez kalan sadece kadınlar değildir. Eşcinseller, engelliler, akıl hastaları ve Roma-Sinti mağdurları da göz ardı edilmiştir. Oysa Holokost esnasında Avrupa Roman nüfusunun yaklaşık %25’ine denk gelen Roma-Sinti öldürülür. Artık bu konuda da çalışmalar yapılmaya başlanmış olup, anıt ve müzelerde sadece Yahudiler değil, ötekileştirilmiş bu diğer kimliklere de yer verilmektedir. Günümüzde artık daha bütüncül bir yaklaşımla ele alınmakta olan Holokost, toplumun kendi içinde birçok katmanı olduğunu göz önünde bulundurarak, dezavantajlı grupların da buna maruz kalabileceğini unutmadan ortaya koyulmaktadır. Kuşkusuz bu büyük insanlık suçunu ifşa etmek ve her yönüyle ele almak için daha gidilecek bir hayli yol vardır. Ancak yapılacak çalışmalarda, mağdurların travmalarını araçsallaştırmadan soykırımın ifşa edilmesine dikkat edilmesi ve daha da önemlisi topluma her fırsatta “bu kötülük bir daha olmayacak” güveninin verilmesi ve aşılanması gerektiği kanısındayım.
Paylaş: