Arşiv Makaleler

Erken Hıristiyanlık Döneminde Yahudi İmgesi – Orçun Urgun

Bizans’ın Antisemit Kökenleri Üzerine

Yüzyıllar boyunca Roma İmparatorluğu himayesinde yaşayan Yahudilik, Hıristiyanlığın tarih sahnesine çıkışı ile sosyal ve kültürel olarak radikal değişiklikler yaşadı. Birinci ve dördüncü yüzyıllar arasında henüz oluşum sürecinde olan Hıristiyanlık, kendini var edebilmek için Yahudilik ile arasına kalın bir çizgi çekmek zorunda kaldı. Aynı dinsel ve tarihsel zemini paylaşan bu iki dinin birbirinden kesin bir biçimde ayrılışı kanımca dinler tarihinin en ilgi çekici konularından birisidir. Peki, bu ayrılık nasıl gerçekleşti? Hıristiyanlık gelişim sürecinde kendini nasıl tasarladı ve Yahudiliği nasıl değerlendirdi? Bu ayrılık bize Batı antisemitizminin kökenleri üzerine bir fikir verebilir mi? Dahası, Bizans ve ardılı imparatorlukların Yahudilere karşı hemen hemen aynı politikaları izlediğini hesaba katarsak, antisemitizm yönetimsel ve kalıtsal bir hastalık olabilir mi?

Resim 1-Romalı bir Yahudiye ait mezar lahdinden kesit, M.S. 1. yüzyıl

Ortadoğu’nun diğer kadim toplulukları gibi Yahudiler de M.Ö. 1. yüzyıldan itibaren Roma İmparatorluğu ile politik bağlar kurmaya başlamıştı. Roma’nın Yahudilerle olan ilişkileri ve Yahudilerin imparatorluk bünyesindeki sivil statüleri akademisyenlerin uzunca süredir çalıştığı bir konu. M.Ö. 63’te Roma İmparatoru Pompeius Magnus’un tapınağı kuşatması ve Yudea eyaletinin Roma İmparatorluğu’na bağlanması ile başlayan ve 4. yüzyılda Doğu Roma’nın kuruluşuna dek devam eden bu süreci kronolojik bir düzlemde incelediğimizde birçok ayaklanmanın ve siyasi anlaşmazlığın yaşandığını görürüz. Sözkonusu dönem elbette bu yazının başında yer alamayacak kadar detaylıdır. Ancak genel bir ifadeyle, Jül Sezar’dan beri Yahudiliğin Roma tarafından “onaylanmış din” (religio licita) olarak kabul edildiğini, Yahudilerin ibadet amacı ile toplanmak, birlikte dua etmek ve yemek yemek, dini bayramlarını kutlamak, kendilerini finanse edecek kamu aygıtlarını kullanabilmek ve yeni sinagoglar inşa etmek gibi haklara sahip olduğunu biliyoruz. M.S. 66 ve 135’te gerçekleşen iki büyük Yahudi isyanı Roma’nın Yahudilere olan güvenini derinden sarsmış olsa da Pagan imparatorlar döneminde Yahudilerin birçok  hak ve imtiyazlarını korumaya devam ettiklerini  söyleyebiliriz. Bu görece refah dönemde Yahudi diasporası da rahatça yayılmış, Yahudiler Suriye,  Küçük Asya, Ege Adaları, Yunanistan ve İtalya’ya kalabalık gruplar halinde yerleşerek daha sonra “Bizans Yahudileri” olarak tanımlayacağımız toplulukların temelini oluşturmuşlardı.[1] Başlangıçta Yahudiler nadiren Roma vatandaşlığına sahip olsa da M.S. 212’de İmparator Caracalla’nın kararnamesi ile çoğu Yahudi özgür bireyler olarak Roma vatandaşlığı da elde edebilmişti.

Yahudilerin Roma himayesindeki yasal konumlarının Bizans ve Osmanlı dönemindeki sivil statülerini de karakterize ettiğini unutmamak gerek.[2] Romalı yazar ve düşünürlerin Yahudileri algılayış biçimi sonraki dönemlerde Yahudi imgesini derinden etkilemişti. Yahudiler resmi Roma dini dışında kalan diğer tüm azınlıklarla eşit seviyede muamele görüyorlardı, ancak tek tanrılı bir dine mensup olmaları, haftanın bir günü çalışmayı reddetmeleri ve resmi Roma dinine saygı göstermekten yahut Roma tanrılarına tapınmaktan ekseriyetle uzak durmaları başlarını sık sık belaya sokuyor, Romalılarca egzotik ve garip bulunmalarına sebep oluyordu. Başka bir deyişle, Yahudilere dair basmakalıp inanışların ve önyargıların bu dönemde şekillenmeye başladığını söylemek yanlış olmaz. Hıristiyanlığın birinci yüzyılın ardından yükselişe geçmesi ile bu önyargılar Hıristiyan yazılı kültür tarafından sıkça tekrarlanmış, Hıristiyanlığın 4. yüzyılda resmi din olarak tanınması sonucu iyice pekişerek, Yahudiler kamusal ve hukuksal alanda baskı altına alınmaya başlanmıştı.

Bu metinde bu döneme, yani İsa’nın çarmıha gerilişi ile başlayıp 4. yüzyılda Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğunca resmi olarak tanınması ile son bulan, “Erken Hıristiyanlık Dönemi” olarak da tanımladığımız periyoda odaklanacağız. Zira Hıristiyanlığın bu dönemde Yahudiliği tanımlayış biçimi bize Batı antisemitizminin kökenleri üzerine bazı ipuçları verebilir.

Hıristiyanlığın Dünyaya Açılan Kapısı: Aziz Pavlus

Muhtemelen M.S. 1. yüzyıl ortalarına dek Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında bir ayrım yoktu. Nasıralı İsa ve takipçileri Yahudiler arasında yaşıyor ve sinagogda dua ediyordu. İsa, Tevrat’ta söylenenlerden farklı bir şeyi vaaz etmiyordu: “Kutsal yasayı yahut Peygamberlerin sözünü geçersiz kılmak için geldiğimi sanmayın. Ben geçersiz kılmaya değil tamamlamaya geldim” (Mat.5:17). İsa’nın çarmıha gerilişinden sonra, miras bıraktığı mesajı havariler tarafından Roma İmparatorluğu’nun dört bir yanına taşındı. Öğretisi farklı gurplarca farklı şekillerde yorumlandı. Dolayısı ile iki dinin birbirinden kopuşu tek bir sebebe bağlı, çabucak gerçekleşmiş bir şeyden ziyade kuşaklar boyu devam etmiş, zorlu bir sürecin sonucuydu.

Bu ayrılığın tarihsel kökenlerine baktığımızda ilkin Aziz Pavlus ile karşılaşırız. 1 ila 10 yılları arasında Tarsus’ta doğan Pavlus, Roma vatandaşı bir Yahudiydi. Yahudi hukuku konusunda eğitim gördü ve Hıristiyanların yargılanmasında ve infaz edilmesinde görev aldı. Yaklaşık 36 yılında Hıristiyanları tutuklamak üzere Şam’a yaptığı bir yolculuk esnasında İsa ona göründü. Bu mistik görü sonucu Hıristiyanlığın en ateşli savunucularından birine dönüşen Pavlus, 47 ve 58 yılları arasında Antakya’dan Roma’ya kadar onlarca şehri ziyaret etti. Gittiği her yerde İsa’nın tüm ulusların kurtarıcısı olduğunu müjdeledi. Oldukça yetenekli bir vaizdi ve İsa’nın öğretisini herkes için anlaşılabilir ve ulaşılabilir halde getiriyordu. Belki de farkında olmadan Hıristiyanlık ve Yahudiliğin ayrılığında en büyük rolü üstlendi.

Resim 2-Kariye Müzesi, Aziz Pavlus mozaiği

Yeni Ahit’in beşinci kitabı olan Elçilerin İşleri bize Pavlus’un bu rölü konusunda bilgi verir. On beşinci kısımda yazıldığı üzere muhtemelen 50-60 yılları arasında, henüz daha yeni oluşmaya başlamış Hıristiyanlığın önde gelen isimleri arasında sıradışı bir çekişme yaşandı. Pavlus ve havarilerden Barnabas, Yahudi olmayanların (Centiller) Hıristiyanlığa geçmek için sünnet olma zorunluluğunu kaldırmak istedi; Eski Ahit’in katı yasalarını bir nebze gevşetmenin Hıristiyanlığa geçişi kolaylaştıracağını düşünüyorlardı. Bu görüş, Tevrat ve “Musa’nın Yasası”na uymanın mecburi olduğunu düşünen diğerlerince hoş karşılanmadı. Sonuç olarak Yakup (James), Yahudi olmayanların “en azından putlara sunulup murdar hale gelmiş etlerden, fuhuştan, boğularak öldürülmüş hayvanların etinden ve kanından sakınmaları gerektiğini” (15:20) söyledi.

Bu uzlaşmanın sonraki dönemlerde Roma İmparatorluğu’nun farklı kesimlerine yayılmış olan Hıristiyanlarca nasıl karşılandığı yahut uygulamaya konulduğu konusunda bilgi sahibi değiliz. Ancak Yeni Ahit’in Pavlus’un takipçileri tarafından yazıldığını ve Hıristiyanlığın bu yönde yayıldığını göz önüne alırsak, Eski Ahit yasalarının erken dönemde Hıristiyanlığa geçenler için tamamıyla geçerli olmadığını söylemek yanlış olmaz.[3] Öyle ki, Pavlus’un Yahudi olmayanları da Hıristiyanlığa davet etmek konusundaki kararlılığı sadece doktrinsel değil sosyal bir ayrışmaya da sebep olur. Her din kendisini kanunları, gelenekleri ve ritüelleri ile var eder; sünnet gibi dini bir kuralın kolektif bir biçimde terk edilmesi o dine özgü temel unusurlardan birinin reddedilmesi anlamına gelebilir. Elbette Pavlus’un amacı iki din arasındaki farklılıkları tartışmak değil, İsa’nın mesajının geniş kitlelerce benimsenmesini sağlamaktı. Ancak bu amaçla aldığı kararlar Yahudi olan ve olmayanları birleştirmek yerine her biri kendini “İsrail’in gerçek varisi” olarak tanımlayan iki grubun oluşmasına sebep oldu.

Pavlus, her ne kadar İsa’ya inanan Yahudilerin (kendisi de dahil olmak üzere) Yahudiliğin temel yasalarına sadık kalması gerektiğini savunsa da, ona göre inananlar Tanrı’ya Yahudiler gibi sadece Tevrat yasaları aracılığı ile değil, sadece İsa aracılığı ile ulaşabilmeliydi.

Öte yandan, iki din arasındaki ayrılığın tek sebebinin bu görüş farklılıkları olmadığını da akılda tutmak gerekir. Bu ayrılığa farklı şehirlerde yaşayan toplulukların zaman içerisinde farklı doktinleri benimsemesi, sosyal faktörler ve dış etkiler de dahil olmuştu. Zaman içerisinde Hıristiyanlık Yahudiliğe oldukça yakın, ancak önemli noktalarda Yahudilikten ayrılan yeni bir akıma dönüştü. 70 yılında Kudüs’teki ikinci tapınağın Roma tarafından yerle bir edilmesi aradaki uçurumu derinleştirdi. Hıristiyanların büyük bir kısmı bu felaketi Tanrı’nın Yahudileri reddedişi ve kendilerini onaylayışı olarak değerlendirdi.[4]

Basit anlaşmazlıklar ve fikir ayrılıkları büyüdü. 1.yüzyıl sonlarında çoğu Hıristiyan topluluk, bilhassa Yahudiler ile aralarındaki farka vurgu yapmaya ve kendilerini bu farklılıklar üzerinden tanımlamaya başladı.

Erken Hıristiyanlık Döneminde Yahudi Algısı

Aziz Pavlus ziyaret ettiği şehirlerin çoğunda Pagan Romalıları İsa ve öğretisi üzerine bilgilendiriyor, şehirde var olan Hıristiyan komünlerini organize ediyor ve kimi zaman bir dini lider atıyordu. Aynı şehirler Pavlus’un ardından Havari Aziz Yuhanna tarafından da ziyaret edilecek, Yuhanna’nın hepsi günümüz Türkiye sınırları içerisinde bulunan bu şehirlerden yedisine yazdığı mektuplar Yeni Ahit’in “Vahiy Kitabı” olarak adlandırılan bölümünü oluşturacaktı.

Erken Kilise’nin ilk inanlarının oluşturduğu bu toplulukların büyük bir kısmı Anadolu’da yer almaktaydı. 1. yüzyıl sonlarına doğru Hıristiyanlar sayıca arttı, henüz fiziksel olarak bir kilise yapısı bulunmadığından cemaatten birinin evinde toplanıyorlardı. 2. yüzyılda Hıristiyanlık Efes gibi kıyı şehirlerin yanısıra iç kesimlere de yayılmıştı. Hıristiyan İlahiyatı’nın temelini oluşturan doktrinler bu yüzyılda şekillenmeye başladı. Çoğu düşünür yahut kilise lideri İsa ve öğretisi üzerine yazılı eserler üretiyordu ve verdikleri vaazlarda Hıristiyanlığın temel konularını tartışıyorlardı.

Apolojetik olarak adlandırdığımız ilahiyat disiplini bu dönemde doğdu. Bu yaklaşımın amacı Hıristiyanlık inancını rasyonel temellere dayandırarak açıklamak, karşıt görüşlere cevap vermek, bir nevi Hıristiyanlığa dini bir temel sağlamaktı. Apolojistler (savunucular) sözlü ikna yeteneklerini kullanarak ve söylediklerini tarihi ve felsefi açıklamalara dayandırarak dinleyicilere Hıristiyanlığı anlatmaktaydı. Bu amaçla sık sık Hıristiyanlık ile diğer dinler arasındaki farklara vurgu yapmak zorundaydılar. Zira, onlarca farklı inanışın yarış içerisinde olduğu Geç Antik Çağ Roması’nda, yeni doğmakta olan bir din kendini ispatlayabilmek adına ikna edici olmak zorundaydı. Bu sebepten, çoğu apolojist dinleyiciler üzerinde kalıcı bir etki bırakabilmek için sivri bir dil kullanmaktan çekinmedi.

Bu dönemde biçimlenen sözlü ve yazılı kültürdeki Yahudi imgesine baktığımızda ilkin Sardesli Meliton ile karşılaşırız. 2. yüzyıl ortalarında Sardes (Salihli-Manisa) psikoposu olarak görev yapan Meliton erken Hıristiyanlığın önde gelen apolojistlerinden ve en nüfuzlu şahsiyetlerinden birisiydi. Görüş ve açıklamaları sonraki yüzyıllarda yaşamış çoğu ilahiyatçıya kaynak oldu. Meliton, 167 yılı civarinda “Hamursuz Bayramı Üzerine Nasihat” başlıklı bir vaaz verdi. Bu vaazında “İsa’yı çarmıha gererek Yahudilerin Tanrı’yı öldürdüğünü” ve “Yahudilerin topluca bu suçun sorumlusu olduğunu” söyledi. Yahudileri İsa’nın ölümü ile suçlayan bilinen ilk yazılı kaynak bu vaazdır.[5]

Meliton’un söyledikleri ilk Hıristiyanların Yahudileri nasıl algıladığının anlaşılabilmesi açısından önemlidir. Bu satırların yazıldığı yıllarda Sardes Hıristiyanları şehrin Yahudi vatandaşları ile kıyaslanamayacak ölçüde küçük bir topluluktu ve Hıristiyanlar Roma İmparatorluğu’nun çeşitli bölgelerinde zulme uğrayan, hiçbir politik güce sahip olmayan azınlıklardı. Elbette bu satırların amacı Hıristiyanlar ve Yahudiler arasındaki şiddeti körüklemek değildi. Amaçlanan cemaat içerisindeki dayanışmayı arttırmak ve Hıristiyanlığın Yahudilikten farklı olan yönlerine vurgu yapmaktı. Ancak Meliton’dan yaklaşık iki yüzyıl sonra işler tersine döndüğünde, yani Hıristiyanlar mevki ve güce eriştiklerinde, Yahudiler’in İsa’nın ölümünden sorumlu olduğu fikri başka bir kimliğe bürünecekti.

Kilise Babaları

Sonraki yüzyıllarda faaliyet göstermiş dini liderler Hıristiyanlığa yeni bir kimlik kazandırmaya ve yazılı eser üretmeye devam ettiler. Kilise Babaları (Church Fathers) olarak tanımladığımız, büyük bir kısmı psikoposlardan oluşan bu grup, ürettikleri eserlerle Hıristiyan İlahiyatı’nın oluşumuna katkıda bulunmuş entellektüeller ve yazarlardan oluşmaktaydı. Birçoğu Azizlik mertebesine layık görüldü ve eserleri asırlar boyunca Hıristiyan doktrinlere temel sağladı.

4. yüzyıl başlarına geldiğimizde geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Hıristiyanların aslında homojen bir grup olmadığını görürüz. Pek çok Hıristiyan, Hıristiyanlığa inanmanın Yahudi geleneklerinden vazgeçmeyi gerektirmediğini düşünürken Yahudi olmayan, ancak hem Hıristiyanlığı benimseyip hem de Yahudi geleneklerini sürdürenler de vardı. Bu yüzyılda yaşamış Kilise Babalarından bazıları Yahudilik ve Hıristiyanlık arasındaki boşluğun açılması gerektiğine inanıyordu. Özünde Yahudi olan Hıristiyanların ya da Yahudi dini pratikleri uygulayan Hıristiyanların eski dinin geleneklerinden uzak durması gerektiği konusunda hemfikirdiler. Ancak bu şekilde Hıristiyanlığa yeni bir kimlik sağlanabilirdi.

Bu gerekliliğin farkında olan en ünlü Kilise Babalarından biri, şüphesiz Yannis Khrysostomos idi.

340-350 yılları arasında Antakya’da doğan Yannis Khrysostomos, Hıristiyanlık tarihinin en yetenekli vaizlerinden birisiydi. Vaazlarının ünü Antakya sınırlarını aşmış, nihayetinde Konstantinapolis’e davet edilerek 398-404 yılları arasında başpsikoposluk görevinde bulunmuştu. Hitabet sanatında öyle yetkindi ki Khrysostomos (Χρυσόστομος) yani “altın ağızlı” olarak adlandırılmıştı. İki bine yakın yazma eser bırakan Khrysostomos, belagat yeteneklerini Yahudi eğilimler gösteren Hıristiyanları eleştirmede kullanmaktan çekinmedi. Dinleyicilerde Yahudilere karşı korku ve tiksinti uyandırmayı amaçlıyordu.[6]

Resim 3-Yannis Khrysostomos mozaiği, Aya Sofya Müzesi

“Nasıl olur da” diye soruyordu Khrysostomos Antakya’da verdiği bir vaazda, “Hıristiyanlar Yahudiler ile sohbet eder?”, “ki onlar tüm insanlığın en zavallısıdır”. Sözlerine Yahudileri “müzmin katiller, yok ediciler, şeytanın sahiplendiği” diye tanımlayarak devam ediyor, sinagogu “suçlu olanların toplandığı yer”, “hırsızların yuvası”, “iblislerin mağarası” olarak tanımlıyordu.[7]

Khrysostomos tarafından yazılmış bu hitabeler bütünü Yunanca’da “Yahudilere Karşı” (Κατα Ιουδαίων) başlığı ile bilinir. Antakya’da papazlık görevinde bulunduğu 386-387 yıllarında kaleme aldığı vaazlardır. Bu satırların muhattabının aslında Yahudiler değil, Yahudi geleneklerine özenen Hıristiyanlar olduğu çoğu akademisyen tarafından kabul edilmiştir. Yahudiliği kötülemekten ziyade kendi cemaatinden üyeleri sinagoga kaptırmak istemediği düşünülmektedir. Khrysostomos’un yaşadığı 4. yüzyıl Antakyası altı yüz yıldır orada yaşayan Yahudi bir nüfusa sahipti ve Hıristiyanlar ve Yahudiler birbirlerine sıkıca bağlıydı. Khrysostomos bu bağların kopma vaktinin geldiğini düşünüyordu.

Khrysostomos fikirleri konusunda yalnız değildi. Erken Hıristiyanlığın önde gelen ilahiyatçılarından Aziz Jerome (347-420), neredeyse aynı yıllarda şu satırları kaleme almıştı: “Yahudiler … çocuk sahibi olmak, zenginleşmek ve sağlıklı olmaktan başka şeyle ilgilenmezler. Dünyevi şeylerin peşinden giderler ve ahireti hiç düşünmezler; bu sebepten tüccardırlar”. Üslubu Khrysostomos’tan daha yumuşak olsa da verdiği mesaj aynıydı. Jerome, Eski Ahit’i Yunanca’dan Latince’ye çevirmiş bir keşişti. Ortaçağ boyunca bilhassa Katolik Kilise tarafından el üstünde tutuldu.

Khrysostomos’tan yaklaşık elli yıl sonra yaşamış bir diğer ilahiyatçı Aziz Augustinus, Yahudiler konusunda daha karmaşık fikirlere sahipti. Bu fikirlerin sonraki yüzyıllarda Avrupa Yahudileri için ciddi neticeleri olacaktı. Augustinus’a göre, Tanrı Yahudileri dünyanın dört bir yanına saçmış ancak onları yok etmemişti. Zira Tanrı, Yahudileri “Hıristiyanlığın gerçek/doğru inanç olarak Yahudiliğin yerini aldığının” kalıcı bir işareti olarak hayatta bırakmıştı. Küçük düşürülmüş ve yenilmiş Yahudiler, Tanrı’nın gerçek yasasını reddedenlere ne olacağının bir göstergesiydi. Tıpkı Khrysostomos gibi Aziz Augustinus da Yahudileri bir emsal olarak kullanmaktaydı; doğru inancı seçmeyenlere ne olacağının canlı bir göstergesi.

Öte yandan, Kilise Babaları’nın dördüncü yüzyılda ürettikleri bu eserleri bütünüyle “antisemit” olarak değerlendirmek doğru değildir. Örneğin, Khrysostomos’un kaleme aldığı vaazlar Yunanca “psogos” (ψογος: suçlama, sansür) olarak bilinen bir edebi türün ürünleridir. Bu türde yazılan ikna metinleri geleneksel olarak rakipleri şeytanlaştırır ve uzlaşmacı bir üsluptan kaçınır. Yani Yahudilerden bu şekilde bahsetmekteki temel amaç şiddet eylemlerini körüklemekten ziyade dinleyeciyi neyin doğru olduğu konusunda tesirli bir biçimde ikna edebilmektir. Bu dönemde yazılanlar, dönemin atmosferi göz önüne alındığında, tek başlarına pek bir şey ifade etmeseler de sonraki yüzyıllarda başka anlamlar kazanmaya başlamıştır. Kilise Babaları’nın bıraktığı yazılı külliyat Hıristiyanlığın temel taşlarıdır. Yüzyıllar boyunca bu eserler etraflıca çalışılmış ve tefsir edilmiştir. Dolayısı ile Hıristiyan Avrupa üzerindeki etkileri inkar edilemez.

Başka bir deyişle, bu metinlerin asıl amacı Hıristiyanları Yahudiler ile olan bağlarını koparmaya ikna etmekti. Başlangıçta bu amaca hizmet ettiler. Ne var ki, sonraki yüzyıllarda Yahudilerin dahil olduğu her politik sorunda bu fikirler tekerleme gibi tekrar edildi. Çoğu zaman Yahudilere karşı şiddet gösterilerinin tetikleyicisi oldular. 414 gibi erken bir tarihte, kilisenin önde gelenleri bu fikirlerle İskenderiye’de sinagoglara karşı bir saldırıyı kışkırttı; şehrin Yahudi nüfusu bir süreliğine yok edildi. Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki en ufak sürtüşmede benzer görüşler hortlatıldı; İkinci dünya savaşı esnasında, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Parti’si Holokostu Avusturyalı ve Alman Hıristiyanların gözünde meşru kılabilmek adına Khrysostomos’un vaazlarından kısımları alıntıladı ve dolaşıma soktu.[8]

4. Yüzyılın Ardından

4. yüzyıl hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar için bir dönüm noktasıydı. İmparator Konstantin 313 yılında yayınladığı Milano Fermanı ile hem Pagan Romalıların hem de diğer dinlere mensup tüm grupların hayatını sonsuza dek değiştirdi. Konstantin bu ferman ile Hıristiyanlara yapılan eziyete son vermekle kalmadı, Hıristiyanlığı destekledi ve İmparatorluğun birçok yerinde yeni kiliseler inşa edilmesini emretti. Konstantin’in daha önemli bir diğer icraatı 325 yılında Hıristiyanlığın ilk ekümenik konsilinin İznik’te toplanmasına öncülük etmesiydi. İmparatorluğun dört bir yanından iki yüz elli psikoposun katıldığı bu konsilde tek bir dini öğreti benimsenerek Tanrı’ya, oğlu İsa’ya ve Kutsal Ruh’a olan inanç tescillendi ve nihayetinde Hıristiyanlık ve Yahudilik arasına kesin bir çizgi çekildi. Bu konsilin ardından yönetim biçimi hızla teokrasiye evrildi; kilise hukuku ve hiyerarşisi devletin desteğini aldı. Bu değişimlerden en çok etkilenen gruplardan biri şüphesiz Yahudilerdi.

315 yılında çıkan bir kanun şunu tebliğ ediyordu: “Yahudiler, kıdemlileri ve reisleri bilsin isteriz ki, bu kanunun kabulunden sonra, eğer onların tehlikeli tarikatından kaçıp kendini Tanrı’ya ibadete (Hıristiyanlığa) adayan bir kimseyi taşlamaya yahut ona herhangi bir şekilde öfke göstermeye cüret ederlerse, suç ortakları ile beraber derhal ateşe verilerek yakılacaklardır. Dahası, eğer toplumdan birisi bu kimselerin menfur tarikatine katılır ve toplantılarına iştirak ederse, hak edilen cezayı onlarla beraber çekecektir”.[9] Bu yasanın iki amacı vardı, ilki Yahudilerin Hıristiyanlığı seçmiş akraba ve yakınları ile iletişim kurmasını engellemek diğeri ise Hıristiyanların Yahudiliğe geri dönüşünün önüne geçmek.

Bu ve buna benzer yasalar Konstantin ve ardılı imparatorlar tarafından defalarca tekrarlandı. Roma İmparatorluğu’nun eşit yurttaşları olarak görülen Yahudiler, Hıristiyanlık güç kazandıkça siyasi, idari, mali ve sosyal birçok kısıtlama ile karşı karşıya kaldı. İlerleyen yıllarda devletin yasama sistemi de Hıristiyanlığın etkisi altına girmeye başlayınca her şey Yahudiler için daha karmaşık hale geldi. Önceden dini kriterleri göz ardı ederek özgür insan ya da köle, yetişkin ya da çocuk, Roma vatandaşı ya da yabancı gibi kıstaslara göre yargılama yapan hukukçular, Hıristiyanlığa geçiş ile beraber Hıristiyan olan ya da olmayan, Ortodoks ya da sapkın gibi ayrımları gözetmeye başladılar.[10]

İmparatorluk desteği ile yükselişe geçen Hıristiyanlık, devletten aldığı gücü çok tanırılı dinleri yok etmekte kullandı. Bu noktada Yahudiliğin zayıflatılması da hedefleniyordu. Öte yandan, Yahudilerin fiziksel olarak var olmaya devam etmeleri “Tanrı’nın onları inkar ve terk ettiğinin” gösterilebilmesi için gerekliydi. Yahudilerin gönüllü olarak Hıristiyanlığı seçişi hem Hıristiyanlığı onaylar nitelikteydi hem de İsa’nın geri dönüşünün (ya da İsa’nın  mesih karakteristiklerinin) ön koşuluydu.[11] Başka bir deyişle, Yahudilerin varlığı İsrail’in monoteist dininin ve Eski Ahit mitolojisinin Eski İsrail’den (Yahudiler), Yeni İsrail’e (Hıristiyanlar) aktarıldığının ispatlanabilmesi için gerekliydi. Ancak iki din arasında bir köprü kurularak Hıristiyanlığın Yahudiliğin devamı olduğu onaylanabilir ve Hıristiyanlığa teolojik bir zemin sağlanabilirdi. Bu sebepten Yahudiliğin devamı devlet tarafından güvence altına alındı. Ancak Yahudilik ikincil konuma düşürüldü ve sesi kısıldı.

İmparator II. Theodosius döneminde (408-450) çıkarılan yasalar Yahudilerin sosyal statüsüne dair birçok kısıtlamalar içeriyordu; Yahudilerin imapartorluk bünyesinde resmi mevkilere gelmesi yasaklandı. Bu yasa iskeleti tüm Ortaçağ boyunca batı medeniyetlerince esas alınacaktı. Aynı yasalar İmparator Jüstinyen döneminde (527-565) detaylandırıldı ve 15. yüzyıldaki Osmanlı fethine dek Balkanlarda yaşayan Yahudiler için temel yasalar olarak kabul edildi. Yahudilerin Bizans’a düşman topluluklara ve kilisenin sapkın olarak tanımladığı akımlara karşı sempati duyması Jüstinyen’i kızdırmıştı. 553’te yayınlanan ve Novella 146 olarak bilinen kanunlar bütünü ile Yahudilerin dini özerkliklerine son verildi; sinagogda İbranice ve Aramice’nin kullanımı yasaklanarak Yunanca şart koşuldu, İsa’nın dirilişi gibi Hıristiyanlığa özgü doktrinlerin sözlü yahut yazılı olarak inkar edilmesi yasaklandı. Yahudilerle ilgili kanun maddelerinde onlardan “batıl inançlı”, “sapkın” gibi ifadelerle bahsedildi.[12]

Özetle Hıristiyanlık, yüzyıllar boyunca Yahudiliği kendine yakın bir mesafede ancak kontrol altında tuttu. Hıristiyanlığın doğduğu yıllarda şekillenmeye başlayan Yahudi algısı ilerleyen zamanlarda dünya tarihine yön verdi. Kilise Babalarının kaleme aldığı eserler Hıristiyan felsefesi ve sanatını neredeyse Rönesans dönemine dek etki altına aldı.

Yaklaşık bin yedi yüz yıl önce bir papazın ağzından dökülenler yankılanarak büyüdü. Günümüzde Yahudilere atfedilen birçok nahoş özellik (paragöz, cimri, sinsi olmak) binlerce yıllık bir geçmişe sahip. Antisemitizm tarihinin iyi okunması, belki de en çok bunun anlaşılabilmesi için önemli.

 

 

Kaynakça

  1. Bowman, Steven, The Cambridge History of Judaism Volume IV, Cambridge University Press, 2008
  2. Goldstein, Phyllis, A Convenient Hatred: The History of Antisemitism, Facing History and Ourselves National Foundation, Kindle Edition, ISBN-10: 0981954383, 2012
  3. Laqueur, Walter, The Changing Face of Antisemitism: From Ancient Times To The Present Day, Oxford University Press, ISBN 0-19-530429-2, 2006
  4. Linder, Amnon, The Legal Status of the Jews in the Roman Empire, The Cambridge History of Judaism Volume IV, Cambridge University Press, 2008
  5. B.B., The Oxford Dictionary of Byzantium Volume 2, Oxford University Press, 1991
  6. Sivrioğlu, Ulaş Töre, Bizans İmparatorluğunda Yahudiler (M.S. 330-1453), History Studies, Volume 7 Issue 2, 2015
  7. Solomon, Norman, Judaism: A Very Short Introduction, Oxford University Press, Kindle Edition, ISBN-13: 978-0192853905, 2014

Görseller

  1. A Convenient Hatred: The History of Antisemitism, Kindle Edition, Loc.684. Facing History and Ourselves National Foundation, Kindle Edition, ISBN-10: 0981954383, 2012
  2. Wikimedia Commons
  3. Wikimedia Commons

 

[1] Sivrioğlu, 2015:101

[2] Bowman, 2008:1040

[3] Solomon, 2014:26

[4] Solomon, 2014:27

[5] Goldstein 2012:Loc.706

[6] Goldstein 2012:Loc.784

[7] Sözkonusu metin Link’ten İngilizce olarak okunabilir.

[8] Laqueur, 2006:47

[9] Goldstein 2012:Loc.744

[10] Linder 2008:145

[11] S.B.B., 1991:1077

[12] Bowman, 2008: 1045

1 comment on “Erken Hıristiyanlık Döneminde Yahudi İmgesi – Orçun Urgun

  1. […] sinagog buldular. Onun zemininde de menora sembolü kazınmış. Roma’da Titus Takı’ndan Efes’teki kütüphanenin merdivenlerine, oradan Side sinagogunun zeminine kadar uzanan çok eski bir […]

Comments are closed.