Sona ermesinin üzerinden 70 yıldan fazla geçen insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden biri olan Holokost üzerine düşüneceğiz, özellikle de Holokost hafızası ve eğitimi üzerine…
Önce şunu teslim edelim: bu 70 yıl içinde farklı coğrafyalarda farklı disiplinlerden yola çıkarak olayın tanıkları, bilim insanları ve sanatçılar, önce anlamak, sonra hatırlatmak ve anmak, tekrarlanmasını, inkar edilmesini ve unutulmasını engellemek için Holokost’la ilgili anı kitapları, araştırmalar, romanlar yazdı, belgeseller, filmler çekti, tiyatro oyunları sahneledi, müzik eserleri besteledi, hayatta kalanların tanıklıkları kaydedildi, araştıma merkezleri, müzeler açıldı. Yeni nesillerin bu bilgi ve bilince ulaşması için anma günleri düzenlendi, hafıza mekanları oluşturuldu. Son olarak Holokost müfredata girdi. Bu eğitim genel olarak 1980’lerden itibaren gelişti ve 1990’lardan itibaren sonra çok daha kapsamlı bir hale geldi. Bugun Holokostla ilgili bibliyografya uçsuz bucaksız ve bu çalışmalar üretilmeye devam ediyor, zaman içinde ilgi duyulan konular, alanlar değişiyor ama bu konu hiçbir zaman eskimiyor, gündemden düşmüyor. Bu geçmiş karşımıza yeniden, farklı şekillerde geliyor.
Bu geçmişle önce birebir yaşandığı coğrafyalarda yüzleşildi ve yüzleşilmeye devam ediliyor. Oradan daha dolaylı olarak yaşandığı ya da hiç yaşanmadığı coğrafyalara yayılıyor bu bilgi. Oralarda başka türlü bir yüzleşme oluyor; Holokost ülkelerin kendi sancılı geçmişleriyle yüzleşmelerinde bir referans, bir paradigma haline geliyor. Çünkü yüzleşmenin metotlarını, kelime dağarcığını, anmaları, hafıza mekanlarının oluşturulmasını hep Holokost alanında yapılan çalışmalar ve girişimler belirledi.
Farklı coğrafyalarda bu sürecin nasıl geliştiğine bir iki örnek üzerinden kısaca bakacağız ama önce biraz hatırlamak, unutmak ve hafıza üzerine düşünelim. Elbette burada farklı ülkelerin ortak tarihleriyle ilgili olayların, dönemlerin, kişilerin hatırlanmasından ya da unutulmasından bahsediyoruz. Her ülkenin zafer anıtları, ulusu temsil ettiği düşünülen figürlerinin, savaş meydanlarında vatan topraklarını korumak için hayatını kaybetmiş şehitlerine, askerlerine adanmış heykelleri, anıtları var. Çünkü tarihteki bu zaferler, o ülkenin ulus bilincini güçlendirdikleri için hatırlanıyor. Bu zaferlerin ya da vatan müdafasında yitirilen canların temsilleri de o vatana ait olmanın, onun bir vatandaşı olmanın gururu olduğu duygusunu yaygınlaştırmak ve hatırlatmak için, bireyin ülkesine olan aidiyet hissini güçlendirmek için varlar. Ulus devlet vatandaşlarının bu geçmişi hatırlamasını ister o yüzden bu geçmiş ders kitaplarına da girer ve ortak bir ulus bilinci yaratmaya yönelik eğitimin mihenk taşıdır. İşte tarih normal şartlarda geçmişle ilgili başarıları ya da yenilgileri de konusu yapıyor.
Peki ya unutulmak istenenler? Ya da daha doğrusu resmi söylemin ve okullarının vatandaşlarına unutturmak istedikleri? Bu geçmişle ilgili anlatıları çoğunlukla hafıza kategorisine sokuyoruz. Hafızanın ilk anlamı geçmişte olanları, fikirleri bireysel düzeyde hatırlama becerisi. Ama bu beceri sosyal gruplar için de söz konusu oluyor. Ortak geçmişimizle ilgili bu tip anlatıları araştıran çalışmalara hafıza çalışmaları diyoruz. Hafıza çalışmaları her ne kadar yerel kültüre de ilgi gösterse de çoğunlukla toplumsal geçmişin karanlık sayfalarıyla ilgili oluyor: soykırımlar, sömürge savaşları, diktatörlükler ve baskı rejimleri, iç savaşlar gibi. Mesela bireysel hikayelerden yola çıkarak bireyin bu ortak geçmişle ilgili deneyimini aktaran sözlü tarih çalışmaları da hafıza çalışmalarının bir parçası.
Eğer kolektif, toplumsal hafıza bir grubun geleneklerini ilgilendiriyorsa bu sessizce gelişen ve yeni nesillere aktarılan bir miras oluyor, ama bu toplumsal hafıza bir grubun kimlikleriyle ilgili karar ve stratejilerinden kaynaklanıyorsa, trajik geçmişle ilgili bugün üretilen hafızanın hedefleri, idealleri yani gelecekle ilgili beklentileri kimi zaman siyasi emelleri oluyor. Geçmiş üzerine çalışanlar bilir, sonuçta geçmiş sürekli olarak yeniden üretiliyor. Çünkü o olayı anlatan içinde bulunduğu zamanın şartlarından, fikir akımlarından, bakışından etkileniyor. Aslında bu anlamda toplumsal hafızayı ilgilendiren meseleler olduğunda geçmiş ve şimdiki zaman karşılıklı etkileşim içinde. Yani sadece şimdiki zaman geçmişi nasıl okuduğumuzu değiştirmiyor, geçmiş de şimdiki zaman üzerine bugünün şartlarına etki ediyor.
Dünyadaki gelişmelere baktığımızda hafıza çalışmaları yerleşik geleneksel tarih yazımını yani devletin arşiv belgelerini kullanarak, sadece yönetici erkek egemen elitlerin tarihi olarak değerlendirebileceğimiz tarih yazımını -yani işçi sınıfını, kadınları, azınlıkları, göçmenleri dışında tutan- geleneksel tarih yazımını dönüştürdü. Bugün tarih ve hafıza birbirinden ayrılmaz iki alan. Geçtiğimiz 20-30 yıldır yeni iletişim yollarıyla, sanatla, sinemayla, sözlü tarih tanıklıklarıyla, bunların kaydedilmesiyle, alternatif geçmiş anlatıları inanılmaz bir hızla yayıldı ve tarih özgürleşti ve bu da çeşitli grupların hafıza taleplerini güçlendirdi.
Bu, şu anda küresel bir durum ve dünyanın her yerinde bazı etnik ya da milli gruplar, örneğin eski sömürge toplumları ya da baskıcı bir rejimden çıkan gruplar, soykırım ya da toplu kıyımlara uğrayan gruplar alternatif bir tarih okumasına dayanan kimliklerinin peşindeler. Büyük resme bakıp dünyadaki hafıza taleplerini şöyle bir göz önüne getirdiğimizde Güney Afrika’da apartheid üzerine; Japonya’da sömürge döneminde işlenen suçlar üzerine; Güney Amerika’da diktatörlükler, Amerika’da Afro-Amerikalıların kölelik geçmişi; Doğu Avrupa’da komünist geçmiş üzerine gibi ve başka birçok örnek olmak üzere, geçmiş üzerine sorgulamalar artıyor. Fransa’da Hermes dergisi farklı coğrafyalardaki hafıza talepleri üzerine bir sayı yapmıştı ve sayının adını “Hafıza Savaşları” koymuştu. Doğru, çünkü ortada ciddi bir geçmişin tanınması mücadelesi var.
Hafıza taleplerinin gelecekle ilgili beklentileri olduğunu söylemiştik. İşte Holokost hafızası da önce sorumluların sorumluluklarıyla yüzleşmesi, sonra inkarcılarla mücadele ve en çok da gelecekle ilgili bir beklenti sonucu yani Holokostun daha önce olmuş olması, bir daha olabileceği ve bunun kesinlikle engellenmesi gerektiği kararlılığı ile gelişti. Bu çağrı sadece Yahudiler değil hiçbir etnik, milli, kültürel ya da sosyal grubun sadece “oldukları gibi oldukları” için toplu olarak yok edilmelerini öngören siyasetlere maruz kalmamaları gerektiğine vurgu yapar. Fransa’da “devoir de mémoire” diye bir kavram var. Bunu sanırım “hafıza sorumluluğu” diye çevirebiliriz. Holokost’tan sonra hayatta kalmayı başaran bazı Yahudiler, Nazi zulmünde hayatını kaybeden yakınlarının anılarını ölümsüzleştirmeye karar verdiler. Hayatta kalanların verdikleri mücadeleyle genel olarak geçmişin suçlarının bugün tekrarlanmaması için, unutturulmasının engellenmesi, unutturulmaması için olan mücadeleye “hafıza sorumluluğu” denmeye başlandı.
Peki Holokost hafızası nasıl oluştu?
Savaşın ardından yaşanan bu büyük trajedi üzerine neredeyse hiçbir şey yazılmamıştı. Kimse olan biten üzerine konuşmuyordu. Örneğin savaş sonrası Fransa’da savaştaki Fransız Direniş’i hakim hafıza oldu ve Cumhuriyetçi değerlere olan bağlılıkları Yahudilerin tekrar topluma entegre olmalarını beraberinde getirdi ve Yahudi kimlikleri sadece dini alanda yani özel yaşamlarında görünür oldu. Amerika’da 1970’lerin sonundan itibaren gelişen Holokost hafızası savaştan sonraki yıllarda tamamen gündem dışıydı. Amerikan başarısının ve Amerikan değerlerinin yüceltilmesi söz konusuydu. Filistin’deki Yahudi toplumuna gelirsek, onlar da milletin oluşturulması sürecini yaşadıklarından bu hafızayla çok ilgilenmediler ve Yahudileri zayıf olarak gösterdiğini düşündükleri bir geçmişe başta çok ilgi göstermediler. İlgilendiklerinde de önce Varşova Gettosu isyanında olduğu gibi daha çok kahramanlık ve direniş anlatılarına ilgi gösterdiler.
Almanya’nın durumu tabii daha farklıydı. Almanya’da savaştan sonra kısaca Doğu Almanya ve Batı Almanya diye iki farklı devlet vardı.
1949’da kurulduğu andan itibaren Doğu Almanya kendisini devrimci Alman işçi partisinin devamı ve anti-faşizmin beşiği olarak gördü. Sovyetler’in Doğu Almanya’daki “nazisizleştirme” operasyonu Batı’dakinden çok daha güçlü oldu. Kamu kurumlarındaki önemli görevlerdeki tüm Naziler görevlerinden uzaklaştırıldı aynı şekilde sosyalizmin potansiyel düşmanları da. İşçi sınıfı, anti-faşizmi benimsemiş olduklarından Nazi suçlarının toplumsal ve ahlaki sorumluluğundan kendilerini muaf tuttular. 1960’larda Batı Almanya’da olduğu gibi Nasyonal Sosyalist dönemin tarihiyle yüzleşme gibi bir çaba, Doğu Almanya’da olmadı. Tarihi sorumluluk III. Reich’ın devamı olarak görülen Batı Almanya’ya yüklenmişti.
Batı Almanya’da ise bambaşka bir süreç izlendi. Batı Almanya’da Müttefikler ve Amerikan eğitim komitesi savaş sonrası Almanya’da demokrasiyi sağlamanın en iyi ve tek yolunun eğitim yani bir “yeniden eğitim” olduğuna karar verdi. Buna rağmen 1960’ların başına kadar gerçek bir geçmişle yüzleşme süreci yaşanmadı. Tarih kitapları “Hitlerizm”den bahsediyor, yani yaşananların sorumluluğunu esas olarak Hitler ve çevresindekilere yüklerken, Alman halkının şiddet kurbanı olduğu ve insanlığa karşı işlenen suçlardan pek de haberdar olmadığının altını çiziyordu. Bunun bir nedeni de, savaş sonrası dönemdeki öğretmenlerin çoğunun savaşa katılmış, ve çoğunlukla da sistemin bir parçası olmuş kişiler olmasıydı. Bu nedenle bu kitaplarda destekçilerin ya da işbirlikçilerin varlığından söz edilmiyordu. 1959 sonlarına doğru Köln’deki yoğun antisemit grafitiler Batı Almanya devlet yetkililerini, okul öğretmenlerinin Nasyonal Sosyalizmi derste nasıl işlemeleri gerektiğiyle ilgili düşünmeye itti. Soğuk Savaşın başlaması Alman okullarındaki Amerikan eğitim sistemi etkisini azaltmıştı, faşizm ve komünizm aynı şekilde düşman olarak algılanıyorlardı ve anti-komünizm daha bile önemli hale gelmişti.
Aslında 1960’ların ortalarına kadar Nasyonal Sosyalizm hafızası Batı Almanya’da oluşmamıştı. Bunun en büyük nedeni de eski elitlerin Batı Almanya’da yine güç ve pozisyon sahibi kişiler olmalarıydı. Yaşanan vahşette sessiz kalıp ya da işbirliği yapmış olan kişiler yine önemli pozisyonlara sahipti. Toplumsal olarak geçmişi yeniden düşünme süreci 1961-62’de İsrail’de Nazi Almanyasının Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Nazi subayı, Adolf Eichmann davası ve 1963-65’te Frankfurttaki Auschwitz davasıyla mümkün oldu. Bu süreç 1967-68 öğrenci hareketiyle tavan yaptı. Eski kuşak ilk kez sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda kaldı.
Bu yüzleşme süreci eğitim ve müfreadatı da etkiledi. Bu süreçten sonra Batı Almanya’da Holokost detaylı olarak ders kitaplarında yerini buldu. Doğu Almanya’da ise 1980’lerin sonuna Yahudilerin tarihine farklı bir yaklaşım söz konusu oldu, Almanya’nın birleşmesiyle de Holokost ders kitaplarına girdi.
Almanya örneği üzerinden Holokost hafızasının nasıl geliştiğini kısaca gördük. Şimdi de biraz Hafızalaştırma meselesinden bahsedelim.
Hafızalaştırma
Hafızalaştırma dediğimizde daha çok hatırlamaya ve hatırlatmaya yönelik anma törenleri, anıtlar, müzeler ve bunun gibi girişimleri düşünüyoruz. Bildiğimiz üzere hafıza sabit değil, oluşuyor ve yeniden oluşturulabiliyor… Zamanla değişiyor. Her hatırlama geçmişi yeniden üretme, yeniden anlamlandırma oluyor… Hafızalaştırma da geçmişle yüzleşmenin bir parçası, eğitim gibi… Hafızlaştırma çalışmaları da eğitim gibi geleceğe yönelik bir kaygı taşıyor: yaşanan vahşetin, insan hakları ihlallerinin tekrarlanmasını engellemek. Holokost konusunda hafızalaştırma örnekleri çok fazla. Aslında daha önce belirtildiği gibi bugün başka hafızalarla ilgili hafıza mekanlarından, sergilerden, kamusal alanda gerçekleşen sanat projelerinden bahsediyorsak bunlara hep Holokost anıtları, hafıza mekanlarına dönüştürülen toplama kampları, müzeler böyle bir yol açtı diyebiliriz. Hafızalaştırma girişimlerinin ve hafıza mekanlarının oluşmasındaki en önemli faktör elbette çağdaş tarihin bazı bölümlerinin sadece kurbanlar ve onların torunları tarafından değil çok daha geniş bir kitle tarafından kabul edilip, somutlaşması isteği.
Holokost hafızası şu anlamda diğer hafızalardan ayrılıyor: Holokost önce tüm Avrupalılar’ın sonra da tüm insanlıkla ilişkili bir hafıza haline geldi. Holokost hafızası gerçekleştiği coğrafyanın çok ötesinde evrenselleşti. Holokost farklı hafıza talepleri ve soykırımların, toplu kıyımların incelenmesinde bir paradigma haline geldi.
Aslında Holokost’un Amerikanlaşması benim çok ilginç bulduğum bir örnek. Fransız Holokost uzmanı Jean-Marc Dreyfus bir makalesinde Washington’da 1993 yılında kurulan United States Holocaust Memorial Museum’dan bahsediyor ve soruyor: “Avrupa tarihinin en korkunç felaketlerinden birini anlatan bu müze, nasıl oluyor da Amerikalıların gözünde Amerikan demokrasisinin bir simgesi olabiliyor?”
Demokrasinin diğer simgeleri olan Beyaz Saray ve Kongre’nin toplandığı Capitol binasıyla aynı bölgede yer alan bu müze bugün çok önemli işlere imza atıyor ve dünyanın her yerinde hafıza mekanlarının ve müzelerin yaratılmasına destek oluyor, öğretmen eğitimi seminerleri düzenliyor. Amerika’da Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma günü Başkan ve politikacıların katılımıyla yapılıyor.
Jean-Marc Dreyfus, Holokost hafızasının sadeece Washington’da değil ama çok az Yahudi’nin yaşadığı Nebraska eyaletinde bile ne kadar önemli olduğunu, kurbanları anma gününe tüm siyasilerin katıldığını, devlet üniversitesinin bu konudaki araştırmalarda aktif olduğuna dikkat çekiyor. Zaten Amerikan üniversitelerinin neredeyse yarısında “Holocaust Studies” başlığı altında dersler veriliyor. 1980’lerden beri Amerikan yönetiminin hatta bireysel olarak Roosevelt’in dahi Holokost karşısında ne kadar pasif kaldığı, Amerika’daki resmi Yahudi cemaatlerinin tüm çabalarına rağmen Avrupa’daki Yahudilere yardım edilmediğiyle ilgili ciddi bir bibliyografya var. Amerika Avrupalı Yahudiler’in kaderine kayıtsız kaldığı gerçeğiyle yüzleşti ve Washington’daki Holokost Anma Müzesi’nin bir bölümü sadece bu konu üzerine yani Amerika’nın Avrupalı Yahudiler’e nasıl yardım etmediğiyle ilgili.
Dreyfus ayrıca şunu soruyor: “Nasıl oldu da böyle bir hafıza tüm Amerikan halkı nezdinde böyle bir ilgi ve taleple karşılandı?”
Dreyfus bu soruya son derece ilginç birkaç cevap veriyor, bunlardan bir tanesinden bahsedeceğim… Dreyfus Holokost hafızasının aslında Amerikan Yerlilerine yönelik katliamdan ötürü bastırılmış suçluluk duygusunun bir yönlendirmesi olabileceği fikrini öne atıyor… Doğruluk payı vardır ya da yoktur, ilginç bir tespit. Amerika’nın kendi tarihini doğrudan ele alamadığından bunu kendi toprakları üzerinde yapılmamış başka bir soykırım üzerinden yaptığını söylüyor… Bugün Amerika’da New York ve Washington’da olmak üzere iki tane Amerikalı Yerliler müzesi var ki Washington’daki 2004’te açılmış. Ama bu müzeler etnografya müzeleri olmakla, bu müzelerde Amerika Yerlilerinin bugüne kadar nasıl yok edildikleri, hayatta kalmayı başardıkları ya da assimile eldikleriyle ilgili tarihi bir bilginin olmaması eleştiriliyor…
Yani Amerika Holokost’la yüzleşti ama elbette tüm geçmişiyle yüzleştiğini söyleyemeyiz. Amerika kölelik geçmişiyle ve Afro-Amerikanların hafızasıyla yeni yeni yüzleşiyor. Washington D.C.’de bir Afrikalı-Amerikalı anısına yapılan ilk anıt Martin Luther King anıtı sadece 2011’de Obama döneminde açılabildi. Yine Obama dönemi girişimlerinden biri de Holokost Müzesi’nin az ilerisinde inşaa edilen Afrikalı-Amerikalıların tarih ve kültürlerinin tanıtıldığı ulusal müze. Müze 2016 sonlarında kapılarını açtı ve ilk kez Afrikalı Amerikalıların tarihlerinin müzede objektif olarak sunulduğu söyleniyor. Bu sadece Amerikayla ilgili bir durum değil. Holokosta iştirak eden Avrupa ülkeleri de Holokost geçmişleriyle belki yüzleşti ama tarihlerinin bütünüyle tamamıyla yüzleşebildiler mi?
Fransa Cezayirle tamamen yüzleşebildi mi, Hollanda sömürge geçmişiyle yüzleşebildi mi, ya da Almanya 20. yüzyılın ilk soykırımı kabul edilen Namibya Soykırımı’nda evet sorumluluğunu kabul etti ama bununla ne kadar yüzleşti? Holokosttan sonra soykırımlar devam etti. Uluslararası toplum göz göre göre Srebrenitsa ve Ruanda Soykırımlarının olmasına müsaade etti. Suriyelilerin dramı ortada. Yüzbinlerce insan öldü. Avrupa Parlementosu, IŞİD tarafından Ortadoğu’da dini azınlıkların katlini soykırım olarak tanıdı geçen yıl.
Ben kendi adıma Holokost’la haşır neşir olduğumdan beri hem tarihteki hem günümüzdeki soykırım ve insan hakları ihlalleri konusunda daha duyarlı bir insan oldum. Bu duyarlılığın gençlere öğretilmesi gerektiğine inanıyorum.
İşte Holokost eğitimi de Holokost konusundaki hafıza taleplerinin eğitime tezahür ettiği örneklerden biri. Ulus devletin okulları ister Fransa’da olsun isterse Türkiye’de ulusla ilgili herkesin paylaştığı ve tutarlı bir imge yaratmaya, farklıklardan çok benzerliklere vurgu yapan, ya da farklılıkları tamamen görmezden gelen bir yaklaşıma hizmet etti. Bu tanınma ve hafıza talepleri eğitim alanında da ortaya çıktı. Çeşitli ülkelerdeki devlet adamları tarihlerinin karanlık sayfalarını ve bu hafıza taleplerini müferadatlarına yansıttıysa çoğunlukla sivil toplumun ve medyanın baskısı sonucu, bunu yapmak zorunda kaldıkları için yaptılar. Devletin hafıza taleplerine verdiği başka cevaplar arasında az önce bahsettiğimiz gibi anma günleri, hafıza mekanlarının oluşturulması hatta hukuki bir takım cevaplar da sayılabilir. Örneğin Fransa’da hafıza talepleri öyle bir boyuta ulaştı ki devlet bir takım “hafıza kanunları”yla bu taleplere cevap verdi: Yahudi soykırımı inkarını suç kabul etti; 1915 Olayları’nın soykırım olduğuna dair bir yasa çıkarttı; köleliği insanlık suçu kabul etti… Birçok tarihçi bilimsel özgürlüklerinin kısıtlanması açısından bu tarz yasalara karşı çıktı. Bunlardan bahsediyorum çünkü hafıza taleplerinin gelecekle ilgili beklentileri ve sonuçları siyasi de olabilir ve zorlu ve karanlık geçmişle ilgili taleplerde çoğunlukla bu sonuçların ciddi bir siyasi boyutu da oluyor.
Daha önce de belirtildiği üzere, Holokost’un etkisi gerçekleştiği bölgelerin çok ötesine geçti, bunda uluslararası toplumun elbette büyük etkisi oldu. Öncelikle 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ni kabul etti. 1960’lardan itibaren Almanya ve daha sonraki yıllarda Batı Avrupa ülkeleri geçmişlerini yeniden gözden geçirmeye ve Holokostu mümkün kılan kendi sorumluluklarını keşfetmeye ve onunla yüzleşmeye başladılar. Devlet adamları ülkelerinin tarihteki sorumlulukları adına özür dilediler. Bu yüzleşme süreci devam ediyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ve bu ülkelerin bazılarının NATO ya da AB çatısı altına girmesiyle yüzleşme bu ülkelerde Batı Avrupa’ya kıyasla daha geç başladı. Örneğin Litvanya II. Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline uğradığında ülkedeki Yahudilerin %90’ından fazlası, işgal güçleri ve işbirlikçi Litvanyalılar tarafından öldürüldü. Bugün bu geçmişle yüzleşiliyor ama Litvanyalılar 1944-1952 arasında da Sovyetlere karşı savaştı ve o yüzden Holokost’un sorumlusu Litvanyalılar, aynı zamanda Sovyetler rejiminden baskı gören mağdurlar olarak karşımıza çıkıyor. Yani Holokost geçmişiyle yüzleşme süreci devam ediyor.
2000 yılı Ocak ayında, Uluslararası Stockholm Forumu’nun Holokost Bildirgesi, 60 hükümeti, Birleşmiş Milletler, UNESCO, Avrupa Konseyi, AGİT ve Avrupa Birliği delegasyonlarını bir araya getirdi. Bugünkü adıyla International Holocaust Remembrance Alliance bu forum tarafından kuruldu. Bugün 31 üye devletten ve uluslararası örgütlerin katılımından oluşan bu kuruluş, tamamıyla Holokost anısına adanmış, siyasi ve diplomatik özelliği ağır basan, tek uluslararası örgüttür.
Bu kuruluşun amacı üye ülkelerin soykırım, etnik temizlik, ırkçılık, antisemitizm ve yabancı düşmanlığı gibi kötülüklere karşı savaşma isteğini paylaşmaları ve bunu da gelecek nesillerin Holokost’un nedenlerini ve sonuçlarını anlamalarıyla mümkün olacağına olan inançlarıdır.
Birleşmiş Milletler Genel Meclisi, 1 Kasım 2005 kararıyla, en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampı Auschwitz’in kurtuluş günü olan 27 Ocak tarihini “Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü” ilan etti. Türkiye’de de 2011’den beri 27 Ocak’ta hükümet temsilcilerinin katılımıyla resmi olak anma töreni düzenleniyor.
Aynı zamanda Türkiye bilindiği üzere IHRA adlı örgütün gözlemci üye kategorisinde, tam üye olmak istiyor ve bu maksatla Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Musevi Cemaatinden, Milli Eğitim Bakanlığı Temsilcileri’nden ve bilim adamlarından oluşan bir heyet kurdu ve sıkı bir kampanya başlattı. Türkiye’nin bu kuruluşa üye olabilmesi için Holokost eğitimini müfredata sokması, bu dönemle ilgili arşivlerini açması gerekiyor.
Peki neden Türkiye neden Holokosta ilgi duyuyor ya da öğretmek istiyor ? Ben yaklaşık 5 yıldır Holokost eğitimiyle ilgileniyorum. USHMM, Anne Frank House, Salzburg Global Seminar gibi platformlarda Holokost ve Soykırım eğitimi seminerlerine, konferanslara katıldım. Anne Frank House, SEHAK ve USHMM’un düzenlediği öğretmen eğitimi seminerlerine eğitimci olarak katıldım. Ne zaman Türkiye’de Holokost eğitimi konusunda bir konuşma yapsam bana sorulan şu oldu: biz bugünün Türkiyesinde neden Avrupa Yahudilerinin 70 yıl önce başlarına gelen trajik bir olaydan bahsediyoruz. Bu toprakların ayrımcılığa uğrayanları, katledilenleri, kaybolanları yok mu? Neden onlardan bahsetmiyoruz, neden onların başına gelenler için özür dilemiyoruz? Türkiye’de hafıza talepleri yok mu? Neden okulda Holokost’tan önce kendi geçmişimizle yüzleşip, önce kendi tarihimizin karanlık sayfalarını öğretmiyoruz?
Türkiye’de hafıza talepleri elbette var. Türkiye daha önce bahsettiğim tüm dünyadaki hafıza savaşlarının bir parçaşı. Türkiye toplumu önemli bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Türkiye’de 90’lı yılların sonlarından beri resmi belleğin sorgulandığı ve Türkiye’deki aydınların ve sivil toplum örgütlerinin verdiği ivmeyle bir “tarihle yüzleşme” sürecinden geçiliyor. Son yıllarda 1915 Olayları, 6-7 Eylül Olayları, 1938 Dersim Olayları, 1934 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi, Struma Faciası, Holokost ve Türkiye’nin sorumluluğu gibi Türk tarihinin sorunlu konuları üzerindeki perde aralandı ve toplantı, yayın, sergi gibi çok sayıda etkinlikle bu konularda sesli olarak düşünmek ve paylaşmak mümkün hale geldi. Sözlü tarih çalışmaları arttı ve alternatif geçmiş anlatıları çıktı karşımıza.
Son yıllarda bir yanda farklı etnik, din ve mezhep gruplarının tanınma ve eşitlik talepleri, ve siyaset düzeyindeki müzakere süreçleri hassas birçok konuyu gündemimize getirdi.
Başka ülke örneklerinde gördüğümüz gibi bu süreçler öyle ya da böyle hafıza taleplerinin Devlet tarafından tanınmasıyla sonuçlanacak. Bu süreçler diğer ülke örneklerinde de gördüğümüz gibi elbette kolay olmuyor. Sancılı oluyor ama öyle ya da böyle sonunda oluyor.
Türkiye ve Holokost meselesine gelirsek. Türkiye’de bir Holokost hafızası yok. Türkiye’de alttan mağdurlardan ya da onların ailelerinden gelen bir hafıza talebi yok. Türkiye’de az önce bahsettiğimiz farklı konularda hafıza talepleri var. Türkiye Devleti’nin Holokost’a yaklaşımının onu hafızalaştırma girişimlerinin Amerika örneğine benzediğini düşünüyorum. Hafızalaştırmanın siyasi emelleri var. Türkiye Devleti’nin de siyasi emelleri var, hepimiz biliyoruz. Ama bence çok da sakıncası yok. Şöyle ki, eğer biz niyetimizde samimiysek ve gerektiği gibi bir Holokost eğitimini müfredatımıza sokabilirsek bunun Türk gençlerine ancak faydası olur. Ve bu eğitimi alan gençler Türkiye’nin geçmişindeki diğer zor konularla yüzleşme konusunda büyüklerinden çok daha başarılı olur.
Ama eğitim aşamasına gelmeden önce bu konuya yaklaşımımızda bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. İyi birşey yapmak istiyorsak gerektiği gibi yapmamız lazım diye düşünüyorum. Ben şimdi size kendi niyetler listemi okuyacağım:
Holokost anma günlerinin siyasi emeller için kullanılmasının çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Anma günlerinin yapılmasını; Türkiye’de antisemitizm olmadığını, Türkiye’nin geçmişinde soykırım olmadığını, Türkiye’nin 1492’den beri Yahudi kardeşlerine kucak açıp onları hep zor günlerinde kurtardığını söylemek için kullanmak, anma günlerini güncel İsrail-Filistin meselesi üzerinden mesaj vermek için kullanmak hiç doğru değil. Bu ülkede kalmış bir avuç Yahudi Türkiye vatandaşının bu mesajları böyle bir günde yeniden duymaya ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Anma günlerini bu şekilde kullanmanın Avrupa’da yaşayan Türkiyeli Yahudiler de dahil olmak üzere Holokost’ta yaşamını yitiren 6 milyon Yahudinin anısına ve Türkiye’de bugün yaşayan Yahudilere karşı bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum.
Dışişleri’nin İkinci Dünya Savaşı arşivlerinin artık açılması gerekiyor. Bu ülkenin tarihçileri kendi ülkelerinin tarihlerini başka ülkelerin arşivlerinden bulmaya anlamaya çalışıyor. Türkiye’nin Holokost kaşısındaki tavrını objektif olarak ortaya koyalım. Holokost’ta yaşamını yitiren Türkiyeli Yahudilerin listesini çıkaralım, başlarına neler geldiğini araştırıp ortaya koyalım. Bu bizim ahlaki olarak da borcumuz. Kaderlerini araştırmamız gereken binlerce Türkiyeli Yahudi var. Eğitime, hem gurur duyduğumuz diplomatlarımızın girişimlerini hem de devletin sorumluluğu yüzünden yaşamını yitirenlerin hikayelerini dahil edelim.
Türkiye’de Holokost eğitimi meselesine geçersek, elbetteki Holokost’un nasıl öğretileceği meselesi bir ülkeden diğerine değişiyor ve bu dersin transfer edilmesi mümkün değil. Çünkü her milletin, her kuşağın ve her sosyal ve ideolojik grubun Holokostla yüzleşmede kendi problemleri ve bunu hayatına ve eğitim sistemine dahil etme yolları var. Zaten tüm eğitim sistemlerinin ve müfredatların kendi amaçları, yolları ve elde etmek istedikleri sonuçlar var. Holokost için de aynı şey geçerli.
Şimdi bu eğitime bence Türkiye’de niye ihtiyacımız olduğunu çok kısa özetlemek istiyorum.
-İstediğimiz kadar inkar edelim Türkiye’de antisemitizm ciddi boyutlarda. Anti-Defemation League’in Türkiye’den 10.000 kişiyle gerçekleştirdiği 100 ülkede yapılan araştırmasına göre Türkiye hem 2014’te hem de 2015’te Antisemit tutumların seviyesine göre yapılan sıralamada 17. sırada yer aldı. Yine aynı araştırmaya göre Türkiye’de antisemit tutuma sahip olan kişilerin oranı 2014’te %69 iken 2015’te de %71 oldu. Türkiye’de bu eğitimin ilk hedefi kesinlikle antisemitizmle mücadele olmalı. Çünkü Holokost eğitiminin diğer amaç ve hedefleri başka eğitimlerle sağlanabilir ama antisemitizmle mücadelede spesifik eğitim progamları dışında en faydalı araç Holokost eğitimi. Ve bunun eğitim seminerlerimize katılan öğretmen ve öğrencilerde ne kadar etkili olduğuna birebir şahit oldum.
-Holokost eğitimi sadece geçmişle ilgili bir eğitim değil. Holokost günümüzde yaşanan insanlık suçları ve soykırımlara da hitap ediyor. Bu nedenle bunu bir vatandaşlık eğitimi olarak da görebiliriz. Türkiye farklı gruplardan insanların bir arada yaşadığı, çok renkli bir toplum. Holokost eğitimi farklı gruplar arasındaki karşılıklı anlayış ve saygıyı sağlamada katkı sunabilir. İnsan haklarına saygılı bir toplum kültürü oluşturulmasına katkıda bulunabilir. Etnik/din farklılıklarına daha çok saygı gösterilmesine, nefret söylemiyle mücadeleye yardımcı olabilir.
-Bu eğitimle öğrenciler azınlıkların tarih boyunca bastırıldığının bilincine varıp bunun Türkiye’deki azınlıklar için de geçerli olabileceğinin bilincine varabilirler.
-Öğrenciler insan hakları ihlallerinde, özellikle de başkalarının insan hakları ihlal edildiğinde buna karşı tutum almanın ne kadar önemli olduğunu öğrenirler.
-Holokost eğitimi kişilerde kimlikleri ve geçmişleriyle ilgili farklı duygu ve tutumlar uyandırarak, gerek bireyleri, gerekse toplumları derinden etkileyen, “hatırlama süreçlerini” tetikleyen ve o zamana kadar saklı kalmış tarihsel anlatılarla yüzleşmeye iten bir süreç. Her tarihsel olayın kendi özel şartları ve önemi, özellikleri olduğunu kabul etmekle birlikte bu eğitim, Türkiye’nin tarihinde tabu olarak kalmış konularla baş etmeyi kolaylaştırabilir.
Ancak tüm bu faydalara sadece doğru bir eğitim stratejisiyle ulaşabilirz. Şu an var olan ders kitaplarına bir cümle ekleyerek bizde Holokost eğitimi var diyemeyiz. Bu eğitimi yapacaksak hakkıyla yapalım, bu ülkenin yetiştirdiği harika tarihçilerden, yurtdışındaki konunun uzmanı kurumlardan destek alalım.
*Bu yazı 13 Mart 2016 tarihinde Anne Frank House ve SEHAK tarafından düzenlenen Holokost anma aktivitelerinde yapılmış bir sunumdur.
Kaynakça:
Çayır, Kenan, “Yeni Bir ‘Biz’ Anlayışı Geliştirme Yolunda Eğitim, Ders Kitapları ve Okullar” in Kenan Çayır (ed.), Eğitim, Çatışma Ve Toplumsal Barış: Türkiye’den Ve Dünyadan Örnekler, İstanbul: Tarih Vakfı, 2010.
Dost-Niyego, Pınar ve Aytürk, İlker, “Holocaust Education in Turkey : Past, Present and Future”, Contemporary Review of the Middle East, Vol. 3, no. 3, Eylül 2016, p. 250-265.
Dreyfus, Jean-Marc, “Comment l’Amérique s’est identifiée à la Shoah”, Le Débat, 2004/3 (n° 130).
Sona ermesinin üzerinden 70 yıldan fazla geçen insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden biri olan Holokost üzerine düşüneceğiz, özellikle de Holokost hafızası ve eğitimi üzerine…
Pınar Dost-Niyego / [email protected] / @pdniyego
Önce şunu teslim edelim: bu 70 yıl içinde farklı coğrafyalarda farklı disiplinlerden yola çıkarak olayın tanıkları, bilim insanları ve sanatçılar, önce anlamak, sonra hatırlatmak ve anmak, tekrarlanmasını, inkar edilmesini ve unutulmasını engellemek için Holokost’la ilgili anı kitapları, araştırmalar, romanlar yazdı, belgeseller, filmler çekti, tiyatro oyunları sahneledi, müzik eserleri besteledi, hayatta kalanların tanıklıkları kaydedildi, araştıma merkezleri, müzeler açıldı. Yeni nesillerin bu bilgi ve bilince ulaşması için anma günleri düzenlendi, hafıza mekanları oluşturuldu. Son olarak Holokost müfredata girdi. Bu eğitim genel olarak 1980’lerden itibaren gelişti ve 1990’lardan itibaren sonra çok daha kapsamlı bir hale geldi. Bugun Holokostla ilgili bibliyografya uçsuz bucaksız ve bu çalışmalar üretilmeye devam ediyor, zaman içinde ilgi duyulan konular, alanlar değişiyor ama bu konu hiçbir zaman eskimiyor, gündemden düşmüyor. Bu geçmiş karşımıza yeniden, farklı şekillerde geliyor.
Bu geçmişle önce birebir yaşandığı coğrafyalarda yüzleşildi ve yüzleşilmeye devam ediliyor. Oradan daha dolaylı olarak yaşandığı ya da hiç yaşanmadığı coğrafyalara yayılıyor bu bilgi. Oralarda başka türlü bir yüzleşme oluyor; Holokost ülkelerin kendi sancılı geçmişleriyle yüzleşmelerinde bir referans, bir paradigma haline geliyor. Çünkü yüzleşmenin metotlarını, kelime dağarcığını, anmaları, hafıza mekanlarının oluşturulmasını hep Holokost alanında yapılan çalışmalar ve girişimler belirledi.
Farklı coğrafyalarda bu sürecin nasıl geliştiğine bir iki örnek üzerinden kısaca bakacağız ama önce biraz hatırlamak, unutmak ve hafıza üzerine düşünelim. Elbette burada farklı ülkelerin ortak tarihleriyle ilgili olayların, dönemlerin, kişilerin hatırlanmasından ya da unutulmasından bahsediyoruz. Her ülkenin zafer anıtları, ulusu temsil ettiği düşünülen figürlerinin, savaş meydanlarında vatan topraklarını korumak için hayatını kaybetmiş şehitlerine, askerlerine adanmış heykelleri, anıtları var. Çünkü tarihteki bu zaferler, o ülkenin ulus bilincini güçlendirdikleri için hatırlanıyor. Bu zaferlerin ya da vatan müdafasında yitirilen canların temsilleri de o vatana ait olmanın, onun bir vatandaşı olmanın gururu olduğu duygusunu yaygınlaştırmak ve hatırlatmak için, bireyin ülkesine olan aidiyet hissini güçlendirmek için varlar. Ulus devlet vatandaşlarının bu geçmişi hatırlamasını ister o yüzden bu geçmiş ders kitaplarına da girer ve ortak bir ulus bilinci yaratmaya yönelik eğitimin mihenk taşıdır. İşte tarih normal şartlarda geçmişle ilgili başarıları ya da yenilgileri de konusu yapıyor.
Peki ya unutulmak istenenler? Ya da daha doğrusu resmi söylemin ve okullarının vatandaşlarına unutturmak istedikleri? Bu geçmişle ilgili anlatıları çoğunlukla hafıza kategorisine sokuyoruz. Hafızanın ilk anlamı geçmişte olanları, fikirleri bireysel düzeyde hatırlama becerisi. Ama bu beceri sosyal gruplar için de söz konusu oluyor. Ortak geçmişimizle ilgili bu tip anlatıları araştıran çalışmalara hafıza çalışmaları diyoruz. Hafıza çalışmaları her ne kadar yerel kültüre de ilgi gösterse de çoğunlukla toplumsal geçmişin karanlık sayfalarıyla ilgili oluyor: soykırımlar, sömürge savaşları, diktatörlükler ve baskı rejimleri, iç savaşlar gibi. Mesela bireysel hikayelerden yola çıkarak bireyin bu ortak geçmişle ilgili deneyimini aktaran sözlü tarih çalışmaları da hafıza çalışmalarının bir parçası.
Eğer kolektif, toplumsal hafıza bir grubun geleneklerini ilgilendiriyorsa bu sessizce gelişen ve yeni nesillere aktarılan bir miras oluyor, ama bu toplumsal hafıza bir grubun kimlikleriyle ilgili karar ve stratejilerinden kaynaklanıyorsa, trajik geçmişle ilgili bugün üretilen hafızanın hedefleri, idealleri yani gelecekle ilgili beklentileri kimi zaman siyasi emelleri oluyor. Geçmiş üzerine çalışanlar bilir, sonuçta geçmiş sürekli olarak yeniden üretiliyor. Çünkü o olayı anlatan içinde bulunduğu zamanın şartlarından, fikir akımlarından, bakışından etkileniyor. Aslında bu anlamda toplumsal hafızayı ilgilendiren meseleler olduğunda geçmiş ve şimdiki zaman karşılıklı etkileşim içinde. Yani sadece şimdiki zaman geçmişi nasıl okuduğumuzu değiştirmiyor, geçmiş de şimdiki zaman üzerine bugünün şartlarına etki ediyor.
Dünyadaki gelişmelere baktığımızda hafıza çalışmaları yerleşik geleneksel tarih yazımını yani devletin arşiv belgelerini kullanarak, sadece yönetici erkek egemen elitlerin tarihi olarak değerlendirebileceğimiz tarih yazımını -yani işçi sınıfını, kadınları, azınlıkları, göçmenleri dışında tutan- geleneksel tarih yazımını dönüştürdü. Bugün tarih ve hafıza birbirinden ayrılmaz iki alan. Geçtiğimiz 20-30 yıldır yeni iletişim yollarıyla, sanatla, sinemayla, sözlü tarih tanıklıklarıyla, bunların kaydedilmesiyle, alternatif geçmiş anlatıları inanılmaz bir hızla yayıldı ve tarih özgürleşti ve bu da çeşitli grupların hafıza taleplerini güçlendirdi.
Bu, şu anda küresel bir durum ve dünyanın her yerinde bazı etnik ya da milli gruplar, örneğin eski sömürge toplumları ya da baskıcı bir rejimden çıkan gruplar, soykırım ya da toplu kıyımlara uğrayan gruplar alternatif bir tarih okumasına dayanan kimliklerinin peşindeler. Büyük resme bakıp dünyadaki hafıza taleplerini şöyle bir göz önüne getirdiğimizde Güney Afrika’da apartheid üzerine; Japonya’da sömürge döneminde işlenen suçlar üzerine; Güney Amerika’da diktatörlükler, Amerika’da Afro-Amerikalıların kölelik geçmişi; Doğu Avrupa’da komünist geçmiş üzerine gibi ve başka birçok örnek olmak üzere, geçmiş üzerine sorgulamalar artıyor. Fransa’da Hermes dergisi farklı coğrafyalardaki hafıza talepleri üzerine bir sayı yapmıştı ve sayının adını “Hafıza Savaşları” koymuştu. Doğru, çünkü ortada ciddi bir geçmişin tanınması mücadelesi var.
Hafıza taleplerinin gelecekle ilgili beklentileri olduğunu söylemiştik. İşte Holokost hafızası da önce sorumluların sorumluluklarıyla yüzleşmesi, sonra inkarcılarla mücadele ve en çok da gelecekle ilgili bir beklenti sonucu yani Holokostun daha önce olmuş olması, bir daha olabileceği ve bunun kesinlikle engellenmesi gerektiği kararlılığı ile gelişti. Bu çağrı sadece Yahudiler değil hiçbir etnik, milli, kültürel ya da sosyal grubun sadece “oldukları gibi oldukları” için toplu olarak yok edilmelerini öngören siyasetlere maruz kalmamaları gerektiğine vurgu yapar. Fransa’da “devoir de mémoire” diye bir kavram var. Bunu sanırım “hafıza sorumluluğu” diye çevirebiliriz. Holokost’tan sonra hayatta kalmayı başaran bazı Yahudiler, Nazi zulmünde hayatını kaybeden yakınlarının anılarını ölümsüzleştirmeye karar verdiler. Hayatta kalanların verdikleri mücadeleyle genel olarak geçmişin suçlarının bugün tekrarlanmaması için, unutturulmasının engellenmesi, unutturulmaması için olan mücadeleye “hafıza sorumluluğu” denmeye başlandı.
Peki Holokost hafızası nasıl oluştu?
Savaşın ardından yaşanan bu büyük trajedi üzerine neredeyse hiçbir şey yazılmamıştı. Kimse olan biten üzerine konuşmuyordu. Örneğin savaş sonrası Fransa’da savaştaki Fransız Direniş’i hakim hafıza oldu ve Cumhuriyetçi değerlere olan bağlılıkları Yahudilerin tekrar topluma entegre olmalarını beraberinde getirdi ve Yahudi kimlikleri sadece dini alanda yani özel yaşamlarında görünür oldu. Amerika’da 1970’lerin sonundan itibaren gelişen Holokost hafızası savaştan sonraki yıllarda tamamen gündem dışıydı. Amerikan başarısının ve Amerikan değerlerinin yüceltilmesi söz konusuydu. Filistin’deki Yahudi toplumuna gelirsek, onlar da milletin oluşturulması sürecini yaşadıklarından bu hafızayla çok ilgilenmediler ve Yahudileri zayıf olarak gösterdiğini düşündükleri bir geçmişe başta çok ilgi göstermediler. İlgilendiklerinde de önce Varşova Gettosu isyanında olduğu gibi daha çok kahramanlık ve direniş anlatılarına ilgi gösterdiler.
Almanya’nın durumu tabii daha farklıydı. Almanya’da savaştan sonra kısaca Doğu Almanya ve Batı Almanya diye iki farklı devlet vardı.
1949’da kurulduğu andan itibaren Doğu Almanya kendisini devrimci Alman işçi partisinin devamı ve anti-faşizmin beşiği olarak gördü. Sovyetler’in Doğu Almanya’daki “nazisizleştirme” operasyonu Batı’dakinden çok daha güçlü oldu. Kamu kurumlarındaki önemli görevlerdeki tüm Naziler görevlerinden uzaklaştırıldı aynı şekilde sosyalizmin potansiyel düşmanları da. İşçi sınıfı, anti-faşizmi benimsemiş olduklarından Nazi suçlarının toplumsal ve ahlaki sorumluluğundan kendilerini muaf tuttular. 1960’larda Batı Almanya’da olduğu gibi Nasyonal Sosyalist dönemin tarihiyle yüzleşme gibi bir çaba, Doğu Almanya’da olmadı. Tarihi sorumluluk III. Reich’ın devamı olarak görülen Batı Almanya’ya yüklenmişti.
Batı Almanya’da ise bambaşka bir süreç izlendi. Batı Almanya’da Müttefikler ve Amerikan eğitim komitesi savaş sonrası Almanya’da demokrasiyi sağlamanın en iyi ve tek yolunun eğitim yani bir “yeniden eğitim” olduğuna karar verdi. Buna rağmen 1960’ların başına kadar gerçek bir geçmişle yüzleşme süreci yaşanmadı. Tarih kitapları “Hitlerizm”den bahsediyor, yani yaşananların sorumluluğunu esas olarak Hitler ve çevresindekilere yüklerken, Alman halkının şiddet kurbanı olduğu ve insanlığa karşı işlenen suçlardan pek de haberdar olmadığının altını çiziyordu. Bunun bir nedeni de, savaş sonrası dönemdeki öğretmenlerin çoğunun savaşa katılmış, ve çoğunlukla da sistemin bir parçası olmuş kişiler olmasıydı. Bu nedenle bu kitaplarda destekçilerin ya da işbirlikçilerin varlığından söz edilmiyordu. 1959 sonlarına doğru Köln’deki yoğun antisemit grafitiler Batı Almanya devlet yetkililerini, okul öğretmenlerinin Nasyonal Sosyalizmi derste nasıl işlemeleri gerektiğiyle ilgili düşünmeye itti. Soğuk Savaşın başlaması Alman okullarındaki Amerikan eğitim sistemi etkisini azaltmıştı, faşizm ve komünizm aynı şekilde düşman olarak algılanıyorlardı ve anti-komünizm daha bile önemli hale gelmişti.
Aslında 1960’ların ortalarına kadar Nasyonal Sosyalizm hafızası Batı Almanya’da oluşmamıştı. Bunun en büyük nedeni de eski elitlerin Batı Almanya’da yine güç ve pozisyon sahibi kişiler olmalarıydı. Yaşanan vahşette sessiz kalıp ya da işbirliği yapmış olan kişiler yine önemli pozisyonlara sahipti. Toplumsal olarak geçmişi yeniden düşünme süreci 1961-62’de İsrail’de Nazi Almanyasının Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Nazi subayı, Adolf Eichmann davası ve 1963-65’te Frankfurttaki Auschwitz davasıyla mümkün oldu. Bu süreç 1967-68 öğrenci hareketiyle tavan yaptı. Eski kuşak ilk kez sorumluluğuyla yüzleşmek zorunda kaldı.
Bu yüzleşme süreci eğitim ve müfreadatı da etkiledi. Bu süreçten sonra Batı Almanya’da Holokost detaylı olarak ders kitaplarında yerini buldu. Doğu Almanya’da ise 1980’lerin sonuna Yahudilerin tarihine farklı bir yaklaşım söz konusu oldu, Almanya’nın birleşmesiyle de Holokost ders kitaplarına girdi.
Almanya örneği üzerinden Holokost hafızasının nasıl geliştiğini kısaca gördük. Şimdi de biraz Hafızalaştırma meselesinden bahsedelim.
Hafızalaştırma
Hafızalaştırma dediğimizde daha çok hatırlamaya ve hatırlatmaya yönelik anma törenleri, anıtlar, müzeler ve bunun gibi girişimleri düşünüyoruz. Bildiğimiz üzere hafıza sabit değil, oluşuyor ve yeniden oluşturulabiliyor… Zamanla değişiyor. Her hatırlama geçmişi yeniden üretme, yeniden anlamlandırma oluyor… Hafızalaştırma da geçmişle yüzleşmenin bir parçası, eğitim gibi… Hafızlaştırma çalışmaları da eğitim gibi geleceğe yönelik bir kaygı taşıyor: yaşanan vahşetin, insan hakları ihlallerinin tekrarlanmasını engellemek. Holokost konusunda hafızalaştırma örnekleri çok fazla. Aslında daha önce belirtildiği gibi bugün başka hafızalarla ilgili hafıza mekanlarından, sergilerden, kamusal alanda gerçekleşen sanat projelerinden bahsediyorsak bunlara hep Holokost anıtları, hafıza mekanlarına dönüştürülen toplama kampları, müzeler böyle bir yol açtı diyebiliriz. Hafızalaştırma girişimlerinin ve hafıza mekanlarının oluşmasındaki en önemli faktör elbette çağdaş tarihin bazı bölümlerinin sadece kurbanlar ve onların torunları tarafından değil çok daha geniş bir kitle tarafından kabul edilip, somutlaşması isteği.
Holokost hafızası şu anlamda diğer hafızalardan ayrılıyor: Holokost önce tüm Avrupalılar’ın sonra da tüm insanlıkla ilişkili bir hafıza haline geldi. Holokost hafızası gerçekleştiği coğrafyanın çok ötesinde evrenselleşti. Holokost farklı hafıza talepleri ve soykırımların, toplu kıyımların incelenmesinde bir paradigma haline geldi.
Aslında Holokost’un Amerikanlaşması benim çok ilginç bulduğum bir örnek. Fransız Holokost uzmanı Jean-Marc Dreyfus bir makalesinde Washington’da 1993 yılında kurulan United States Holocaust Memorial Museum’dan bahsediyor ve soruyor: “Avrupa tarihinin en korkunç felaketlerinden birini anlatan bu müze, nasıl oluyor da Amerikalıların gözünde Amerikan demokrasisinin bir simgesi olabiliyor?”
Demokrasinin diğer simgeleri olan Beyaz Saray ve Kongre’nin toplandığı Capitol binasıyla aynı bölgede yer alan bu müze bugün çok önemli işlere imza atıyor ve dünyanın her yerinde hafıza mekanlarının ve müzelerin yaratılmasına destek oluyor, öğretmen eğitimi seminerleri düzenliyor. Amerika’da Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma günü Başkan ve politikacıların katılımıyla yapılıyor.
Jean-Marc Dreyfus, Holokost hafızasının sadeece Washington’da değil ama çok az Yahudi’nin yaşadığı Nebraska eyaletinde bile ne kadar önemli olduğunu, kurbanları anma gününe tüm siyasilerin katıldığını, devlet üniversitesinin bu konudaki araştırmalarda aktif olduğuna dikkat çekiyor. Zaten Amerikan üniversitelerinin neredeyse yarısında “Holocaust Studies” başlığı altında dersler veriliyor. 1980’lerden beri Amerikan yönetiminin hatta bireysel olarak Roosevelt’in dahi Holokost karşısında ne kadar pasif kaldığı, Amerika’daki resmi Yahudi cemaatlerinin tüm çabalarına rağmen Avrupa’daki Yahudilere yardım edilmediğiyle ilgili ciddi bir bibliyografya var. Amerika Avrupalı Yahudiler’in kaderine kayıtsız kaldığı gerçeğiyle yüzleşti ve Washington’daki Holokost Anma Müzesi’nin bir bölümü sadece bu konu üzerine yani Amerika’nın Avrupalı Yahudiler’e nasıl yardım etmediğiyle ilgili.
Dreyfus ayrıca şunu soruyor: “Nasıl oldu da böyle bir hafıza tüm Amerikan halkı nezdinde böyle bir ilgi ve taleple karşılandı?”
Dreyfus bu soruya son derece ilginç birkaç cevap veriyor, bunlardan bir tanesinden bahsedeceğim… Dreyfus Holokost hafızasının aslında Amerikan Yerlilerine yönelik katliamdan ötürü bastırılmış suçluluk duygusunun bir yönlendirmesi olabileceği fikrini öne atıyor… Doğruluk payı vardır ya da yoktur, ilginç bir tespit. Amerika’nın kendi tarihini doğrudan ele alamadığından bunu kendi toprakları üzerinde yapılmamış başka bir soykırım üzerinden yaptığını söylüyor… Bugün Amerika’da New York ve Washington’da olmak üzere iki tane Amerikalı Yerliler müzesi var ki Washington’daki 2004’te açılmış. Ama bu müzeler etnografya müzeleri olmakla, bu müzelerde Amerika Yerlilerinin bugüne kadar nasıl yok edildikleri, hayatta kalmayı başardıkları ya da assimile eldikleriyle ilgili tarihi bir bilginin olmaması eleştiriliyor…
Yani Amerika Holokost’la yüzleşti ama elbette tüm geçmişiyle yüzleştiğini söyleyemeyiz. Amerika kölelik geçmişiyle ve Afro-Amerikanların hafızasıyla yeni yeni yüzleşiyor. Washington D.C.’de bir Afrikalı-Amerikalı anısına yapılan ilk anıt Martin Luther King anıtı sadece 2011’de Obama döneminde açılabildi. Yine Obama dönemi girişimlerinden biri de Holokost Müzesi’nin az ilerisinde inşaa edilen Afrikalı-Amerikalıların tarih ve kültürlerinin tanıtıldığı ulusal müze. Müze 2016 sonlarında kapılarını açtı ve ilk kez Afrikalı Amerikalıların tarihlerinin müzede objektif olarak sunulduğu söyleniyor. Bu sadece Amerikayla ilgili bir durum değil. Holokosta iştirak eden Avrupa ülkeleri de Holokost geçmişleriyle belki yüzleşti ama tarihlerinin bütünüyle tamamıyla yüzleşebildiler mi?
Fransa Cezayirle tamamen yüzleşebildi mi, Hollanda sömürge geçmişiyle yüzleşebildi mi, ya da Almanya 20. yüzyılın ilk soykırımı kabul edilen Namibya Soykırımı’nda evet sorumluluğunu kabul etti ama bununla ne kadar yüzleşti? Holokosttan sonra soykırımlar devam etti. Uluslararası toplum göz göre göre Srebrenitsa ve Ruanda Soykırımlarının olmasına müsaade etti. Suriyelilerin dramı ortada. Yüzbinlerce insan öldü. Avrupa Parlementosu, IŞİD tarafından Ortadoğu’da dini azınlıkların katlini soykırım olarak tanıdı geçen yıl.
Ben kendi adıma Holokost’la haşır neşir olduğumdan beri hem tarihteki hem günümüzdeki soykırım ve insan hakları ihlalleri konusunda daha duyarlı bir insan oldum. Bu duyarlılığın gençlere öğretilmesi gerektiğine inanıyorum.
İşte Holokost eğitimi de Holokost konusundaki hafıza taleplerinin eğitime tezahür ettiği örneklerden biri. Ulus devletin okulları ister Fransa’da olsun isterse Türkiye’de ulusla ilgili herkesin paylaştığı ve tutarlı bir imge yaratmaya, farklıklardan çok benzerliklere vurgu yapan, ya da farklılıkları tamamen görmezden gelen bir yaklaşıma hizmet etti. Bu tanınma ve hafıza talepleri eğitim alanında da ortaya çıktı. Çeşitli ülkelerdeki devlet adamları tarihlerinin karanlık sayfalarını ve bu hafıza taleplerini müferadatlarına yansıttıysa çoğunlukla sivil toplumun ve medyanın baskısı sonucu, bunu yapmak zorunda kaldıkları için yaptılar. Devletin hafıza taleplerine verdiği başka cevaplar arasında az önce bahsettiğimiz gibi anma günleri, hafıza mekanlarının oluşturulması hatta hukuki bir takım cevaplar da sayılabilir. Örneğin Fransa’da hafıza talepleri öyle bir boyuta ulaştı ki devlet bir takım “hafıza kanunları”yla bu taleplere cevap verdi: Yahudi soykırımı inkarını suç kabul etti; 1915 Olayları’nın soykırım olduğuna dair bir yasa çıkarttı; köleliği insanlık suçu kabul etti… Birçok tarihçi bilimsel özgürlüklerinin kısıtlanması açısından bu tarz yasalara karşı çıktı. Bunlardan bahsediyorum çünkü hafıza taleplerinin gelecekle ilgili beklentileri ve sonuçları siyasi de olabilir ve zorlu ve karanlık geçmişle ilgili taleplerde çoğunlukla bu sonuçların ciddi bir siyasi boyutu da oluyor.
Daha önce de belirtildiği üzere, Holokost’un etkisi gerçekleştiği bölgelerin çok ötesine geçti, bunda uluslararası toplumun elbette büyük etkisi oldu. Öncelikle 9 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”ni kabul etti. 1960’lardan itibaren Almanya ve daha sonraki yıllarda Batı Avrupa ülkeleri geçmişlerini yeniden gözden geçirmeye ve Holokostu mümkün kılan kendi sorumluluklarını keşfetmeye ve onunla yüzleşmeye başladılar. Devlet adamları ülkelerinin tarihteki sorumlulukları adına özür dilediler. Bu yüzleşme süreci devam ediyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ve bu ülkelerin bazılarının NATO ya da AB çatısı altına girmesiyle yüzleşme bu ülkelerde Batı Avrupa’ya kıyasla daha geç başladı. Örneğin Litvanya II. Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline uğradığında ülkedeki Yahudilerin %90’ından fazlası, işgal güçleri ve işbirlikçi Litvanyalılar tarafından öldürüldü. Bugün bu geçmişle yüzleşiliyor ama Litvanyalılar 1944-1952 arasında da Sovyetlere karşı savaştı ve o yüzden Holokost’un sorumlusu Litvanyalılar, aynı zamanda Sovyetler rejiminden baskı gören mağdurlar olarak karşımıza çıkıyor. Yani Holokost geçmişiyle yüzleşme süreci devam ediyor.
2000 yılı Ocak ayında, Uluslararası Stockholm Forumu’nun Holokost Bildirgesi, 60 hükümeti, Birleşmiş Milletler, UNESCO, Avrupa Konseyi, AGİT ve Avrupa Birliği delegasyonlarını bir araya getirdi. Bugünkü adıyla International Holocaust Remembrance Alliance bu forum tarafından kuruldu. Bugün 31 üye devletten ve uluslararası örgütlerin katılımından oluşan bu kuruluş, tamamıyla Holokost anısına adanmış, siyasi ve diplomatik özelliği ağır basan, tek uluslararası örgüttür.
Bu kuruluşun amacı üye ülkelerin soykırım, etnik temizlik, ırkçılık, antisemitizm ve yabancı düşmanlığı gibi kötülüklere karşı savaşma isteğini paylaşmaları ve bunu da gelecek nesillerin Holokost’un nedenlerini ve sonuçlarını anlamalarıyla mümkün olacağına olan inançlarıdır.
Birleşmiş Milletler Genel Meclisi, 1 Kasım 2005 kararıyla, en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampı Auschwitz’in kurtuluş günü olan 27 Ocak tarihini “Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü” ilan etti. Türkiye’de de 2011’den beri 27 Ocak’ta hükümet temsilcilerinin katılımıyla resmi olak anma töreni düzenleniyor.
Aynı zamanda Türkiye bilindiği üzere IHRA adlı örgütün gözlemci üye kategorisinde, tam üye olmak istiyor ve bu maksatla Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Musevi Cemaatinden, Milli Eğitim Bakanlığı Temsilcileri’nden ve bilim adamlarından oluşan bir heyet kurdu ve sıkı bir kampanya başlattı. Türkiye’nin bu kuruluşa üye olabilmesi için Holokost eğitimini müfredata sokması, bu dönemle ilgili arşivlerini açması gerekiyor.
Peki neden Türkiye neden Holokosta ilgi duyuyor ya da öğretmek istiyor ? Ben yaklaşık 5 yıldır Holokost eğitimiyle ilgileniyorum. USHMM, Anne Frank House, Salzburg Global Seminar gibi platformlarda Holokost ve Soykırım eğitimi seminerlerine, konferanslara katıldım. Anne Frank House, SEHAK ve USHMM’un düzenlediği öğretmen eğitimi seminerlerine eğitimci olarak katıldım. Ne zaman Türkiye’de Holokost eğitimi konusunda bir konuşma yapsam bana sorulan şu oldu: biz bugünün Türkiyesinde neden Avrupa Yahudilerinin 70 yıl önce başlarına gelen trajik bir olaydan bahsediyoruz. Bu toprakların ayrımcılığa uğrayanları, katledilenleri, kaybolanları yok mu? Neden onlardan bahsetmiyoruz, neden onların başına gelenler için özür dilemiyoruz? Türkiye’de hafıza talepleri yok mu? Neden okulda Holokost’tan önce kendi geçmişimizle yüzleşip, önce kendi tarihimizin karanlık sayfalarını öğretmiyoruz?
Türkiye’de hafıza talepleri elbette var. Türkiye daha önce bahsettiğim tüm dünyadaki hafıza savaşlarının bir parçaşı. Türkiye toplumu önemli bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Türkiye’de 90’lı yılların sonlarından beri resmi belleğin sorgulandığı ve Türkiye’deki aydınların ve sivil toplum örgütlerinin verdiği ivmeyle bir “tarihle yüzleşme” sürecinden geçiliyor. Son yıllarda 1915 Olayları, 6-7 Eylül Olayları, 1938 Dersim Olayları, 1934 Trakya Olayları, 1942 Varlık Vergisi, Struma Faciası, Holokost ve Türkiye’nin sorumluluğu gibi Türk tarihinin sorunlu konuları üzerindeki perde aralandı ve toplantı, yayın, sergi gibi çok sayıda etkinlikle bu konularda sesli olarak düşünmek ve paylaşmak mümkün hale geldi. Sözlü tarih çalışmaları arttı ve alternatif geçmiş anlatıları çıktı karşımıza.
Son yıllarda bir yanda farklı etnik, din ve mezhep gruplarının tanınma ve eşitlik talepleri, ve siyaset düzeyindeki müzakere süreçleri hassas birçok konuyu gündemimize getirdi.
Başka ülke örneklerinde gördüğümüz gibi bu süreçler öyle ya da böyle hafıza taleplerinin Devlet tarafından tanınmasıyla sonuçlanacak. Bu süreçler diğer ülke örneklerinde de gördüğümüz gibi elbette kolay olmuyor. Sancılı oluyor ama öyle ya da böyle sonunda oluyor.
Türkiye ve Holokost meselesine gelirsek. Türkiye’de bir Holokost hafızası yok. Türkiye’de alttan mağdurlardan ya da onların ailelerinden gelen bir hafıza talebi yok. Türkiye’de az önce bahsettiğimiz farklı konularda hafıza talepleri var. Türkiye Devleti’nin Holokost’a yaklaşımının onu hafızalaştırma girişimlerinin Amerika örneğine benzediğini düşünüyorum. Hafızalaştırmanın siyasi emelleri var. Türkiye Devleti’nin de siyasi emelleri var, hepimiz biliyoruz. Ama bence çok da sakıncası yok. Şöyle ki, eğer biz niyetimizde samimiysek ve gerektiği gibi bir Holokost eğitimini müfredatımıza sokabilirsek bunun Türk gençlerine ancak faydası olur. Ve bu eğitimi alan gençler Türkiye’nin geçmişindeki diğer zor konularla yüzleşme konusunda büyüklerinden çok daha başarılı olur.
Ama eğitim aşamasına gelmeden önce bu konuya yaklaşımımızda bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor. İyi birşey yapmak istiyorsak gerektiği gibi yapmamız lazım diye düşünüyorum. Ben şimdi size kendi niyetler listemi okuyacağım:
Holokost anma günlerinin siyasi emeller için kullanılmasının çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Anma günlerinin yapılmasını; Türkiye’de antisemitizm olmadığını, Türkiye’nin geçmişinde soykırım olmadığını, Türkiye’nin 1492’den beri Yahudi kardeşlerine kucak açıp onları hep zor günlerinde kurtardığını söylemek için kullanmak, anma günlerini güncel İsrail-Filistin meselesi üzerinden mesaj vermek için kullanmak hiç doğru değil. Bu ülkede kalmış bir avuç Yahudi Türkiye vatandaşının bu mesajları böyle bir günde yeniden duymaya ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Anma günlerini bu şekilde kullanmanın Avrupa’da yaşayan Türkiyeli Yahudiler de dahil olmak üzere Holokost’ta yaşamını yitiren 6 milyon Yahudinin anısına ve Türkiye’de bugün yaşayan Yahudilere karşı bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum.
Dışişleri’nin İkinci Dünya Savaşı arşivlerinin artık açılması gerekiyor. Bu ülkenin tarihçileri kendi ülkelerinin tarihlerini başka ülkelerin arşivlerinden bulmaya anlamaya çalışıyor. Türkiye’nin Holokost kaşısındaki tavrını objektif olarak ortaya koyalım. Holokost’ta yaşamını yitiren Türkiyeli Yahudilerin listesini çıkaralım, başlarına neler geldiğini araştırıp ortaya koyalım. Bu bizim ahlaki olarak da borcumuz. Kaderlerini araştırmamız gereken binlerce Türkiyeli Yahudi var. Eğitime, hem gurur duyduğumuz diplomatlarımızın girişimlerini hem de devletin sorumluluğu yüzünden yaşamını yitirenlerin hikayelerini dahil edelim.
Türkiye’de Holokost eğitimi meselesine geçersek, elbetteki Holokost’un nasıl öğretileceği meselesi bir ülkeden diğerine değişiyor ve bu dersin transfer edilmesi mümkün değil. Çünkü her milletin, her kuşağın ve her sosyal ve ideolojik grubun Holokostla yüzleşmede kendi problemleri ve bunu hayatına ve eğitim sistemine dahil etme yolları var. Zaten tüm eğitim sistemlerinin ve müfredatların kendi amaçları, yolları ve elde etmek istedikleri sonuçlar var. Holokost için de aynı şey geçerli.
Şimdi bu eğitime bence Türkiye’de niye ihtiyacımız olduğunu çok kısa özetlemek istiyorum.
-İstediğimiz kadar inkar edelim Türkiye’de antisemitizm ciddi boyutlarda. Anti-Defemation League’in Türkiye’den 10.000 kişiyle gerçekleştirdiği 100 ülkede yapılan araştırmasına göre Türkiye hem 2014’te hem de 2015’te Antisemit tutumların seviyesine göre yapılan sıralamada 17. sırada yer aldı. Yine aynı araştırmaya göre Türkiye’de antisemit tutuma sahip olan kişilerin oranı 2014’te %69 iken 2015’te de %71 oldu. Türkiye’de bu eğitimin ilk hedefi kesinlikle antisemitizmle mücadele olmalı. Çünkü Holokost eğitiminin diğer amaç ve hedefleri başka eğitimlerle sağlanabilir ama antisemitizmle mücadelede spesifik eğitim progamları dışında en faydalı araç Holokost eğitimi. Ve bunun eğitim seminerlerimize katılan öğretmen ve öğrencilerde ne kadar etkili olduğuna birebir şahit oldum.
-Holokost eğitimi sadece geçmişle ilgili bir eğitim değil. Holokost günümüzde yaşanan insanlık suçları ve soykırımlara da hitap ediyor. Bu nedenle bunu bir vatandaşlık eğitimi olarak da görebiliriz. Türkiye farklı gruplardan insanların bir arada yaşadığı, çok renkli bir toplum. Holokost eğitimi farklı gruplar arasındaki karşılıklı anlayış ve saygıyı sağlamada katkı sunabilir. İnsan haklarına saygılı bir toplum kültürü oluşturulmasına katkıda bulunabilir. Etnik/din farklılıklarına daha çok saygı gösterilmesine, nefret söylemiyle mücadeleye yardımcı olabilir.
-Bu eğitimle öğrenciler azınlıkların tarih boyunca bastırıldığının bilincine varıp bunun Türkiye’deki azınlıklar için de geçerli olabileceğinin bilincine varabilirler.
-Öğrenciler insan hakları ihlallerinde, özellikle de başkalarının insan hakları ihlal edildiğinde buna karşı tutum almanın ne kadar önemli olduğunu öğrenirler.
-Holokost eğitimi kişilerde kimlikleri ve geçmişleriyle ilgili farklı duygu ve tutumlar uyandırarak, gerek bireyleri, gerekse toplumları derinden etkileyen, “hatırlama süreçlerini” tetikleyen ve o zamana kadar saklı kalmış tarihsel anlatılarla yüzleşmeye iten bir süreç. Her tarihsel olayın kendi özel şartları ve önemi, özellikleri olduğunu kabul etmekle birlikte bu eğitim, Türkiye’nin tarihinde tabu olarak kalmış konularla baş etmeyi kolaylaştırabilir.
Ancak tüm bu faydalara sadece doğru bir eğitim stratejisiyle ulaşabilirz. Şu an var olan ders kitaplarına bir cümle ekleyerek bizde Holokost eğitimi var diyemeyiz. Bu eğitimi yapacaksak hakkıyla yapalım, bu ülkenin yetiştirdiği harika tarihçilerden, yurtdışındaki konunun uzmanı kurumlardan destek alalım.
*Bu yazı 13 Mart 2016 tarihinde Anne Frank House ve SEHAK tarafından düzenlenen Holokost anma aktivitelerinde yapılmış bir sunumdur.
Kaynakça:
Çayır, Kenan, “Yeni Bir ‘Biz’ Anlayışı Geliştirme Yolunda Eğitim, Ders Kitapları ve Okullar” in Kenan Çayır (ed.), Eğitim, Çatışma Ve Toplumsal Barış: Türkiye’den Ve Dünyadan Örnekler, İstanbul: Tarih Vakfı, 2010.
Dost-Niyego, Pınar ve Aytürk, İlker, “Holocaust Education in Turkey : Past, Present and Future”, Contemporary Review of the Middle East, Vol. 3, no. 3, Eylül 2016, p. 250-265.
Dreyfus, Jean-Marc, “Comment l’Amérique s’est identifiée à la Shoah”, Le Débat, 2004/3 (n° 130).
Fracapane, Karel and Haß, Matthias (eds.), Holocaust Education in a Global Context, Paris: UNESCO, 2014, http://unesdoc.unesco.org/images/0022/002259/225973e.pdf
Kattan, Emmanuel, Penser le devoir de mémoire, Paris, Presses universitaires de France, 2002.
Veyrat-Masson, Isabelle , Ferro, Marc ve Blanchard, Pascal, “Les guerres de mémoires dans le monde”, Hermès, La Revue, 52, CNRS Editions, 2008/3.
UNESCO, Combating Intolerance, Exclusion and Violence through Holocaust Education, 27-29 Mayıs 2009, Paris.
UNESCO, Experts Meeting, Building a Pluralistic Culture of Remembrance: The Role of Holocaust Education, Concept Paper, 27 Nisan 2012, Paris.
Paylaş: