Arşiv Makaleler

Yahudiliğin Üç Hali – Süheyla Yıldız

Türkiye’de Yahudilerin Kimlik Stratejileri Üzerine

Türkiye Yahudileri; Sefaradlar (%96) dışında Aşkenaz, Romanyot ve Karaim olmak üzere farklı tarihsel kökenden gelen gruplardan oluşmaktadır. Yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklarda nüfusları hızla azalmakta olan ve artık bugün yaklaşık 20 bin kişiden oluştuğu tahmin edilen Yahudiler, Türkiye toplumunda küçük bir cemaattir. Bugün çoğunluğu İstanbul’da yaşayan Yahudilerin, küçük bir kısmı da İzmir’de yaşamaktadır. Oysa Cumhuriyetin ilk dönemlerinde Trakya’nın birçok kentinde ve özellikle Batı Anadolu’nun kent ve kasabalarında büyük bir Yahudi nüfusu bulunmaktaydı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu seçkinlerinin amacı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yüzyıllar boyunca Millet Sistemi ile idare edilmiş Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşmuş bir halklar topluluğundan, homojen bir topluma dayanan bir ulus devlet inşa etmekti. Osmanlı Millet Sistemi etnik grupları din çatısı altında kategorilere ayırıyordu ve bu sıralamada yine farklı etnik gruplardan oluşan Müslüman milleti en çok hakka sahip olan hâkim milletti. Yahudiler diğer dini gruplar gibi şehirlerin belli bölgelerinde cemaatler halinde yaşıyor, özellikle kadınlar ve çocuklar sadece Ladino konuşuyorlardı.

Cumhuriyetin kuruluş döneminde Millet Sisteminin etkileri devam etti. Anayasadaki laiklik ilkesine rağmen Türk yurttaşı olmak, Türk etnik kökeninden gelme ve/veya Müslüman olmakla eşit tutulmuş ve gayrimüslimler “güvenilmez, bizden olmayan” unsurlar olarak görülerek ulusal kimliğin bir parçası olarak görülmemişlerdir.

Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca ulusal kimlikle bütünleşmeye en kararlı gayrimüslim azınlık olarak görülen Yahudiler hem topluma entegrasyon hem de cemaat kimliğini korumak için farklı dönemlerde kimlik stratejileri geliştirmişlerdir. Yahudi kimliğinin gelişiminde üç farklı tarihsel dönemde üç farklı aşama oluşturan bu stratejiler Türkleşme Çabası, İçe Kapanma, Kimliklenerek Dışa Açılma’dır.

Türkleşme Çabası

Cumhuriyetin kuruluşundan 1942 yılındaki gayrimüslim azınlık karşıtı Varlık Vergisine kadar olan Tek Parti döneminde, Yahudiler cemaat önderlerinin gayreti ile eşit Türk vatandaşı olarak kabul edilmek için Türkleşme gayreti içine girdiler. Dönemin önemli Yahudi aydınları bu süreçte Yahudilere öncülük ettiler.

Ancak Yahudiler, Türk ulusal kimliğine aidiyetlerini ve sadakatlerini kanıtlamaya çalışırken, bir yandan da hızla Türkleşmemekle ve Türkçe konuşmamakla, diğer bir değişle ‘milli birliğe aykırı davrandıkları’ öne sürülerek eleştiriliyorlardı. Bazı basın organlarında yaygın antisemit önyargılarla dolu yazılar çıkmaktaydı. Yahudilerin piyasaya hâkim olmaları ve “zenginlikleri” eleştiriliyor, ülkenin gelişimine faydası olmayan “asalak zenginler” olarak gösteriliyorlardı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olan Lozan Antlaşması, Yahudilere ve diğer azınlıklara kendi dillerinde konuşma hakkı tanımış olmasına rağmen, Yahudilerin kendi dillerinde konuşmaları ve Türkçe konuşmamaları kamuoyunda en büyük eleştiri konusu haline gelmişti. 1930’larda başlayan azınlıklara yönelik ‘‘Vatandaş Türkçe Konuş!’’ kampanyaları bir tehdit havasında gerçekleştiriliyordu. Böyle bir ortamda cemaat önderleri de tepki yaratmamak için Türkçe konuşma tavsiyelerinde bulunuyorlardı. Cemaat ileri gelenleri, Yahudilere Türkçe öğretmek için kurdukları kurumlarla Türk dilini yaygınlaştırma çabası içine girdiler.

Bu ortamda, 1934 yılının temmuz ayında tarihe Trakya Olayları olarak geçen Trakya bölgesinin birçok kentinde ve kasabasında aynı günlerde Yahudilere yönelik gerçekleşen yağma ve saldırılar yaşandı. Saldırıların ardından mallarını, mülklerini bırakıp bölgeden kaçan Yahudilerin bir kısmı sonradan evlerine dönmüş ama çoğu İstanbul’a yerleşmiştir.

Bu dönemde Devletin, bazı uygulamalarıyla gayrimüslim azınlıkların Türkleşmesini, başka bir değişle eşit birer vatandaş olmasını değil de sanki görünmez olmasını talep ediyor gibi davranması da Yahudileri aktif bir Türkleşme stratejisini bırakıp, görünmezlik stratejisine ya da yurt dışına göçe yönlendirmiştir. Yahudilerin Türk dilini öğrenmeleri, çocuklarının Türk okullarına gönderilmesi istenmekte ama memurluk için ‘‘öz Türk’’ olma şartı koşulmaktaydı. 1926’da kabul edilecek ve 1965’e kadar yürürlükte kalacak olan Memurin Kanunu, memur olabilmek için ‘‘Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak’’ yerine ‘‘Türk olmak’’ şartı koyuyordu.

İçe Kapanma

Özellikle dini kıstaslara göre vergi mükellefiyeti belirlenip, gayrimüslimleri Müslümanlara oranla çok yüksek düzeyde vergilendiren 1942 yılındaki Varlık Vergisi Kanunu büyük bir travma yaratarak tüm azınlıkların toplumsal statülerini sarstı ve içe kapanma eğilimini güçlendirdi. Bu hayal kırıklığı, ikinci dönemi başlattı. Yahudiler, Türkleşme gayretlerinin hiçbir şekilde ‘‘Türk’’ olmalarına olanak sağlamayacağı inancıyla artık Türklükte erime yerine uzun bir içe kapanma dönemine girdiler.

1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte, İsrail’e göç de başladı. İsrail Devleti’nin kurulmasının ardından bir yıl içinde 26.306 Türkiye Yahudisi İsrail’e göç etti. Türkiye’de, 1927 nüfus sayımına göre 81.872, 1945’de ise 76.965 Yahudi yaşarken, 1955 yılında bu rakam 45.995’e düşmüştür. Bu tarihten sonra da her türlü ulusal siyasal, toplumsal, ekonomik olayların ardından Türkiye’deki Yahudi nüfusu azaldı.

Göçün yanı sıra, 1946’da geçilen çok partili dönemle İslami hassasiyetlerin artmasından dolayı İsrail Devleti’nin varlığı da Türk Yahudilerinin yaşamını zorlaştırmış ve içe kapanma eğilimlerini perçinlemiştir. 1960’lı yıllarda ise antikomünizme odaklanmış milliyetçi-muhafazakâr harekette antisemitizm bir bileşen olarak yer aldı. Türk sağı hem antikomünist hem de antisemit oldu.

Bu içe kapanma, Yahudilerin sorunlarını çözmedi, aksine önyargıları arttırdı.  Bu ikinci dönem, 1989 yılında İspanya’dan göçün yıldönümü vesilesiyle Yahudi ileri gelenler tarafından 500. Yıl Vakfı’nın kurulması ve yurt dışında Türkiye lehine gerçekleştirdiği lobi faaliyetleri ile Yahudi kimliğinin kamuoyunda görünürlük kazanmasıyla sona erdi, açılım başladı.

Kimliklenerek Dışa Açılma

Yahudi cemaati, kültürel kimlik hareketlerinin geliştiği ve kimlik sorunlarının kamuoyunda açıkça tartışılmaya başlandığı 1990’lı yıllarda dışa açılma stratejisiyle Yahudi kimliğini koruyarak toplumla bütünleşmeyi, antisemitizmi önlemeyi hedefledi.

1989 yılında, Yahudi cemaatinin ileri gelenleri tarafından, yurt içinde ve yurt dışında bir yandan Türkiye’nin tanıtımını da yaparak, Yahudilerin Türkiye’ye gelişlerinin 500. yılını 1992 yılında kutlamak amacıyla 500. Yıl Vakfı’nın kurulmasıyla bu strateji kurumsallaştı. Yahudiler, 500. Yıl Vakfı’nın faaliyetleri ile birlikte eşit yurttaşlık ve kimliksel tanınmayı birlikte takip eden bir kimlik stratejisi geliştirmişlerdir. Vakıf, Yahudi kimliğinin yeniden üretilmesinde önemli bir deneyimdir. 1990’larda cemaati temsil eden 500. Yıl Vakfı’nın Türkiye lehine gerçekleştirdiği lobi faaliyetleri, Yahudilerin damgalanan kimliklerine itibarını kazandırmak için geliştirdikleri bir kimlik stratejisi olarak görülmelidir.

Vakıf, bugün artık misyonunu tamamlamış, çoğunlukla kültürel alanda müze faaliyetleri ile kimliğin korunmasını ve geniş topluma tanıtılmasını sağlamaya çalışmaktadır. 1947 yılında yayın hayatına başlayan Şalom gazetesi ve çevresi ve son yıllardaki yeni gençlik oluşumları bugün artık belirgin olarak eşit yurttaşlık ve Yahudi kimliğinin korunması ve tanıtımı yönünde çaba göstermektedir.

15 Kasım 2003’de, İstanbul’daki Neve Şalom ve Beth Israel Sinagoglarına karşı gerçekleştirilen intihar saldırıları, Türkiye Yahudi cemaatinde bir travma yaratmış, kırılma noktası oluşturmuştu. 2003 saldırıları, Yahudi cemaatinin bu dönemdeki dışa açılma sürecini ‘‘ılımlı eleştirellik’’le sürdürmesine neden oldu.

Son yıllarda antisemitizmi besleyici siyasi söylem, Musevi toplumunda tepkiler oluşturdu, bu tepkiler kamuoyuyla da paylaşıldı. Tüm bunların sonucu olarak, Yahudilerin kimlik stratejisi, daha eleştirel bir çizgi sürdüren Ermenilerinkine yakınlaşmaktadır. Öyle ki 2003 saldırıları hem kolektif hafızayı canlandırdı hem de Yahudi kimliklerini sahiplenme arzularını belirginleştirdi. Ayrıca, Yahudiler, kendileri Türklüklerini sorgulamadıkları halde kimliklerinden dolayı ayrımcılığa tabi tutularak, ‘‘Türk’’ ve eşit yurttaş olarak görülmemekten rahatsızlık duymaktalar. Yahudi cemaatinden birçoklarına göre günümüzde temel sorun, toplum ve devletin antisemit söylemi ve davranışlarıdır.

Günümüzde bazı siyasal grupların, basın organlarının, her siyasal meselenin arkasında ‘‘Yahudi’’yi görmesi, Yahudileri rahatsız etmekte. Yahudiler, özellikle, İsrailli olmakla Yahudi olmak arasında ayrım yapılmadan, İsrail’in Filistin’deki her uygulamasından sorumlu tutulup, Devlet ve toplum tarafından antisemit tepkiler almaktan şikâyetçiler.

Türkiye Yahudileri, geçmişte olduğu gibi bugün de kendilerini güven içinde eşit yurttaş olarak hissedememekteler. Yahudi cemaati, eşitlik ve kimliksel tanınma peşinde -antisemitizmin cemaat içinde doğurduğu tepkisellikten dolayı- kimliksel haklar temelli eleştirelliğin baskın olmaya başladığı bir strateji izlemekte. Kimliklenerek temkinli bir görünürlüğe ve eleştirelliğe dayanan bir eşit yurttaşlığı sağlama anlayışı cemaatte yaygınlaşmakta.

 

Özet Kaynakça :

Samim Akgönül, Azınlık: Türk Bağlamında Azınlık Kavramına Çapraz Bakışlar, Bgst Yayınları, 2011; Rıfat Balı, Cumhuriyet Yıllarında Türkiye Yahudileri. Bir Türkleştirme Serüveni, İletişim Yayınları, 2010; Avner Levi, Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler: Hukuki ve Siyasi Durumları, İletişim Yayınları, 2010; Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler, Kapı Yayınları, 2008; E. Saul, Balat’tan Bat-Yam’a, İletişim Yayınları, 2000.

e-mail: [email protected]