Hazırlayanlar: İgal Acıman, İzzet Ers, David Forman, Shelly Grayf, Cem Karako, Vedat Levent, İzzet Moreno, Selin Saylağ, Işık Sivil, Ceni Palti
Kaynak: Şalom Gazetesi, 09 Ekim 2003, Sayı: 2807, Sayfa: 8
SEYİR DEFTERİ
BİZDEN GERİYE NE KALDI? – Cem Karako
– İyi günler, Cem Karako’yla görüşebilir miyim?
– Buyrun benim?
– Cem Bey kusura bakmayın, telefonunuzu gazeteden aldım. Duyduğumuz kadarıyla Haziran ayında Şalom gençleri olarak Trakya’daki eski ve mevcut Yahudi yerleşim birimlerini dolaşmışsınız. Bu yüzden sizi rahatsız ediyorum.
– Rahatsızlık ne demek buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
– Efendim, benim babam İsrail’de yaşıyor. Çorlulu kendisi. Haftaya buraya gelecekler. Doğduğu büyüdüğü yerleri gezmek istiyor. Acaba bir günümüzü Tekirdağ’a, Çorlu’ya ayırsak, orada eskiye dair bir şey bulabilir miyiz? Ne dersiniz gidelim mi? Değer mi gitmeye?
– “Maalesef… Değil Çorlu – Tekirdağ’da, bir zamanın en önemli şehri Edirne’ de bile bir şey yok… Kültürümüze dair her şey yok olmuş. Yıkık dökük sinagoglardan, parçalanmış mezarlıklardan eskiye ait harabeye dönmüş Yahudi evlerinden başka hiçbir şey yok oralarda. Kalmamış… Kalmışsa da bakımsızlıktan çökmüş…“ demek gerekirdi aslında ama diyemedik…
– Açıkçası söylemek gerekirse pek bir şey bulamayacaksınız ama yine de gidin. En azından ne hale geldiğini görürsünüz oraların… Tekirdağ’da sinagogun yerinde yeller esiyor, Çorlu’daki cami olarak kullanılıyor, yoksa o da yok olacaktı herhalde. İki yerde de mezarlıklar sadece mezar taşlarından oluşuyor. Ama Çorlu’da da, Tekirdağ’da da, eski mahalleyi görebilirsiniz. Babanız, en azından doğduğu büyüdüğü mahalleyi dolaşabilir, hatırlayacaktır sanıyorum. Yok, asla değmez diye düşünmeyin, eski Yahudi mahallesinin sokaklarında dolaşmak bile babanızın çok hoşuna gidecektir.
***
“Bizden Geriye Ne Kaldı?” İşte bunu merak ettiğimiz için çıktık yola. Haftalar öncesinden yaptığımız hazırlıklar, röportajların ardından, 18 Haziran sabahı fotoğraf makinelerimizle, notlarımızla, kameramızla, kayıt cihazlarımızla başladık seyr-ü sefere…
Toplandık; ekonomi bölümünden David ve Moreno, perspektiften Ceni ve Selin, Yaşam’dan Işık ve İgal, Spordan Vedat, Dış Haberler’den Kuzu, hep beraber oturduk planladık. Fotoğrafların önemini fark ettik, görsel yönetmen olarak Ers’i de aramıza kattık. Geziye katılmasalar da, işin başından beri yanımızda olan Lüset ve Shelly ve daha adları saklı nice Şalom gençleriyle beraber bu işe baş koyduk. Biz gençler olarak, geçmişimizi araştırmak istedik…
İlk gün Silivri, Çorlu ve Lüleburgaz olmak üzere tüm Trakya’yı dolaştık… İşte bulduklarımız… Hepinize iyi seyirler…
BİRİNCİ DURAK SİLİVRİ…
18 Haziran Çarşamba günü Şalom gençleri olarak geçmişimize doğru 4 günlük gezimizin ilk adımlarını attık. İstanbul’a üç saatlik uzaklıkta bulunan Silivri, bir zamanlar Trakya’daki Yahudi yerleşim bilimlerinin en canlı merkezlerinden biriydi. Oysa şimdi!…
Sabahın erken saatlerinde beş gün sürecek Trakya Araştırma Gezisi için, merak ve heyecanla yola koyulduk. Hazırlıkları tamamlamış, randevuları almış, ne zaman,nerede olmamız gerektiğini saat saat hesaplamıştık. Önceden irtibat kurduğumuz Engin Bey, bizi, güler yüzle karşıladı. Sahildeki çay bahçelerinden birine oturuldu, çaylar ısmarlandı. Engin Bey sabırsızdı. Daha kayıt cihazlarımızı almamıza fırsat vermeden, o, Silivri’yi eskiden burada yaşayan Yahudileri anlatmaya başlamıştı bile.
Engin Erkuş, doğma büyüme Silivrili. Kendisi, ilk başta Yahudi halkını pek tanımazken daha sonra piyanist olarak çalıştığı Park Otel’e gelen misafirler sayesinde Yahudilerle sıcak bir yakınlık kurmuş. İlişkiler ilerledikçe ilgisi, bireysel boyuttan çıkıp, eskiden Silivri’de yaşayan bütün Yahudi cemaatine yönelmiş. “Büyüklerinizle, sıcak bir samimiyet kurmasam ben bunları araştırmazdım, bu konuyla ilgilenmezdim” deyip anlatmaya başladı Engin Bey: “Maalesef eskiden halkın çok büyük bir bölümünü oluşturan Yahudi cemaati hakkında elimizde az bilgi var. Örneğin ‘Silivri’ kitabında, Ermenilerden, Rumlardan detaylı bir şekilde bahsedildiği halde, Yahudiler hakkında tek bir bilgi yok. Hele bir zamanlar burada, 350 Rum, 400 Ermeni, 700 Yahudi evi olduğunu düşününce, bu konuyla kendi imkânlarımca ilgilenmeye ve araştırma yapmaya karar verdim.”
Engin Bey, ilk olarak eski Silivri yaşamından bahsetti bizlere. “Annem sık sık anlatırdı bana: Yahudilerle komşuluklar çok iyiymiş zamanında. Kayınvalidem de Yahudi mahallesinde, onlarla kardeş gibi büyümüş. Genelde her yerde olduğu gibi, burada da, namuslu, dürüst tüccarlardı onlar, müşterilerine güvenirlerdi. Meşhur Silivri yoğurdunun asıl ustaları da onlardı bu arada. Yoğurtçu Avram Susar’ın güzel taze yoğurtlarım hala hatırlarım.” Engin Bey, birden kalkıp, bizleri peşine takarak, bir an içine daldığı eski anların mekânlarına doğru ilerlemeye başladı.
KAHVEDE SOHBET
Küçük meydandaki kahvede çaylarını yudumluyordu Silivri yaşlıları. Merhabalaştık, kendimizi tanıttık. Bizi son derece sıcak karşılayan mahalleli, ilkokulda aynı sırada oturdukları, meydanda beraber oyun oynadıkları Yahudi arkadaşlarını, karşılıklı her özel günde bayramlaştıkları, kendilerine hep lezzetli börekler, kurabiyeler ikram eden madamları, büyüyünce alışveriş yaptıkları bakkalı, yoğurtçuyu, oduncuyu bir bir anlatmaya başladılar. Anılar hatıra geldikçe sabırsızlanıyorlar, hep bir ağızdan heyecanla paylaşmak istiyorlardı o günleri. “Çok iyiydik beraber biz. Sonradan dostlarımız, ya İstanbul’a taşındılar, ya da 1940’larda Filistin’e göç ettiler. Aramızda hiçbir zaman bir sürtüşme olmadı. Onlar, burada kendilerine has bir kültür oluşturmuşlardı.”
Eski mezar taşlarını göreceğimiz sarnıca doğru ilerlerken, ellerimizdeki fotoğraf makinalarını gören çocuklar etrafımızı sardı.
Burası, Dr. Cemal Kozanoğlu‘nun kişisel çabalarıyla müze haline getirilmeye çalışılan eski bir sarnıç. Bu karanlık, nemli yerde, artık nerede olduğu bile yaklaşık olarak gösterilebilen Yahudi mezarlığına ait 5-6 tane büyük mermer mezar taşı vardı… Tozlu, yerde duran taşlardaki İbranice neler yazıyordu acaba? Bu kalanların da yakında ortadan kaybolma ihtimali bizce çok yüksekti. Kimlere aitti bu taşlar? Burada olduklarını bilen var mıydı?
Sarnıcın içinde sessizce dolaşıp, üstlerinde yazılanları anlamaya çalışırken birden vaktimizin epey daraldığını fark ettik. Artık bir sonraki durağımıza doğru yola çıkma zamanı gelmişti. Erkan Bey’e, yeniden görüşebilme umuduyla teşekkür ettik. İstanbul’un yanı başında, eskiden Yahudilerin çoğunluk olarak yaşadığı Silivri’den ayrılırken, hepimizin aklında yerinde otlar bitmiş sinagog, kırık birkaç mezar taşı ve güler yüzlü Silivri yaşlılarının biraz hüzün, biraz da özlemle dolu hatıraları vardı…
MAHZENDEKİ MEZAR TAŞLARI VE EFSANE…
Mezarlık
İlk olarak, deniz kıyısında, şimdi lunapark olan alanın yanına gittik. İlerideki ağaçlı bir bölgeyi işaret ederek anlattı Engin Bey: “İşte, eski Yahudi mezarlığı. Şimdi bir şey kalmamış orada. İstanbul’a gidenler, 1960-65 yıllarında buraya gelip yakınlarının mezarlarını götürdüler. İsrail’e göç edenler de öyle. Şimdi, birkaç mezar taşı kalmış ancak bunlar da bir başka yere taşındı.”
Efsane
Engin Bey’in anlattığına göre, buradaki uçurumda artık efsaneleşmiş bir olay gerçekleşmiş. Tarih, 7 Temmuz 1940… Susarlar ailesinin kızı, baba Rahman Susar ile tartışır. Tartışmanın konusu, hep gizemli bir sır olarak kalır ama bazıları bunun bir gönül meselesi olduğunu da söyler. 17 yaşındaki Suzi Susar, bu uçurumdan atlayıp canına kıyar… O zamandan beri esrarengiz bir hikâye olarak kalır bu olay Silivri’de…
TABUT GEMİ SALVADOR’UN BATIŞI: “SİLİVRİ FACİASI”
Aynı noktada, üç farklı olay anlatılıyor bize. Engin Bey, bize açık denizi gösterip, “İşte o facianın gerçekleştiği yer” diyor. İkinci Dünya Savaşı başlarında, Nazilerden kaçabilen Polonya ve Romanya Yahudileri, daha istila edilmemiş Bulgaristan’daki Yahudilerle buluşup, denizyolu ile Filistin’e gitmeye karar verirler. 150 kişilik, hurda denilebilecek kadar eski, Salvador adlı Uruguay bandıralı, Avram Galanti’ye göre 342 kişi ile beraber Varna’dan İstanbul’a doğru yola çıkar. Aslına bakılırsa, bu gemi, kesinlikle yolculuk yapabilecek teknik özelliklere sahip değildir ve donanımsızdır. Türk Hükümeti limana giren Salvador gemisine biraz da Nazi Almanyası ile olan ‘dostluğu’ nedeniyle, ‘Burada daha fazla bekleyemezsiniz’ uyarısında bulunur. Salvador, limandan hareket eder ve bir kılavuz kaptan eşliğinde Marmara’ya açılır. Gemi Silivri açıklarına geldiğinde şiddetli bir fırtınaya yakalanır. 12 Aralık 1940’ta, fırtınaya dayanamayan çürük gemi dağılarak parçalara ayrılır. Yüzlerce yolcu kendisini soğuk denizin ortasında bulur. Yüzenler Silivri – Çorlu karayoluna kadar çıkmayı başarabilir ama onlar da soğuktan donarak ölür. Toplam 342 yolcudan, 70’i çocuk 220 kişi hayatını kaybeder. Ölenler arasında Türk Hükümeti’nin görevlendirdiği Türk kılavuz kaptan da vardır. Avram Galanti’ye göre, 122 kişi kurtulabilir. Silivri Yahudi cemaati kurtulanları sinagogda ağırlar, yardım eder. Cesetler, Silivri’deki Yahudi mezarlığına gömülür. Silivri ve civar köylerde oturanlar, kurtulan Yahudilere ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışır. Ancak Jandarma kayıtlarına geçen soyguncular da olur. Jandarma karaya vuran cesetleri soyan hırsızları yakalayarak mahkemeye sevk eder.
Salvador faciasından sonra, İsrail Hükümeti Yahudilere yapılan zulmü insanlığın gözleri önüne serebilmek için çok geniş çaplı bir araştırmaya girişir. 1960’lı yıllarda, İsrail’den gelen bir heyet cenazeleri İsrail’e nakleder, 1974 yılında Kudüs’te bir anıt mezar yapılır.
13 Aralık 1940 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin “Müdhiş Bir Facia” başlığıyla duyurduğu bu olayı, Engin Bey, bize açık denizi işaret ederek, olayın dehşetinin uzun süre Silivri’de konuşulduğunu vurgulayarak anlattı.
Deniz kıyısından, Silivri’nin iç kısımlarına doğru ilerlemeye başladık. Bir zamanlar Yahudilerin bir arada yaşadıkları Yahudi mahallesini gezdik, eskiden çoğunluğunu Yahudi esnafın oluşturduğu çarşı alanını dolaştık, fotoğraflar çektik. Yol boyunca bizim gibi kalabalık bir kafileyi meraklı bakışlarla süzenlerin arasından, Silivri’de uzun süreden beri yaşadığı belli olan yaşlılara, Yahudileri, onlarla beraber geçen hayatı sormayı da ihmal etmedik. Kimisi, biraz düşündükten sonra arkadaşlarının isimlerini saymaya başladı Albert, Yosef, İshak diye; kimisi hüzünlü bakışlarla, “Onlar gideli çok oldu” deyiverdi.
Eski mahallenin hemen yakınlarındaki, içinde birkaç ağaç ve çalılar dışında bir şey olmayan bir araziyi göstererek, “İşte burası eskiden havraymış” dedi Engin Bey. Şaşkınlıkla bakakaldık çöplerin yığılmış olduğu alana. “Büyüklerimiz anlatıyorlar… Yahudiler buradan gittiklerinde, havrayı kollasın diye bir bekçi görevlendirmişler. Ama sonradan bekçi görevine sadık kalmayınca, burası sahipsiz kalmış. Akranlarım gider havrada oynarlarmış. Daha sonra da cemaat olmayınca yağmalamışlar. İhtilal zamanı da yönetim, (Kaymakam) havrayı yıktırmış…” 30-40 yıl öncesine kadar burada sağlam bir sinagogun olduğunu hayal etmek maalesef oldukça zordu. Otların arasında tek bir mermer sütun parçasına rastladık. Silivri cemaatinin sinagogundan geriye kalan sadece bu kırık mermer miydi?
Mozaiğin Kayıp Parçası: Trakya Yahudileri” isimli dosyanın diğer bölümlerine buradan ulaşabilirsiniz.
Hazırlayanlar: İgal Acıman, İzzet Ers, David Forman, Shelly Grayf, Cem Karako, Vedat Levent, İzzet Moreno, Selin Saylağ, Işık Sivil, Ceni Palti
Kaynak: Şalom Gazetesi, 09 Ekim 2003, Sayı: 2807, Sayfa: 8
SEYİR DEFTERİ
BİZDEN GERİYE NE KALDI? – Cem Karako
– İyi günler, Cem Karako’yla görüşebilir miyim?
– Buyrun benim?
– Cem Bey kusura bakmayın, telefonunuzu gazeteden aldım. Duyduğumuz kadarıyla Haziran ayında Şalom gençleri olarak Trakya’daki eski ve mevcut Yahudi yerleşim birimlerini dolaşmışsınız. Bu yüzden sizi rahatsız ediyorum.
– Rahatsızlık ne demek buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
– Efendim, benim babam İsrail’de yaşıyor. Çorlulu kendisi. Haftaya buraya gelecekler. Doğduğu büyüdüğü yerleri gezmek istiyor. Acaba bir günümüzü Tekirdağ’a, Çorlu’ya ayırsak, orada eskiye dair bir şey bulabilir miyiz? Ne dersiniz gidelim mi? Değer mi gitmeye?
– “Maalesef… Değil Çorlu – Tekirdağ’da, bir zamanın en önemli şehri Edirne’ de bile bir şey yok… Kültürümüze dair her şey yok olmuş. Yıkık dökük sinagoglardan, parçalanmış mezarlıklardan eskiye ait harabeye dönmüş Yahudi evlerinden başka hiçbir şey yok oralarda. Kalmamış… Kalmışsa da bakımsızlıktan çökmüş…“ demek gerekirdi aslında ama diyemedik…
– Açıkçası söylemek gerekirse pek bir şey bulamayacaksınız ama yine de gidin. En azından ne hale geldiğini görürsünüz oraların… Tekirdağ’da sinagogun yerinde yeller esiyor, Çorlu’daki cami olarak kullanılıyor, yoksa o da yok olacaktı herhalde. İki yerde de mezarlıklar sadece mezar taşlarından oluşuyor. Ama Çorlu’da da, Tekirdağ’da da, eski mahalleyi görebilirsiniz. Babanız, en azından doğduğu büyüdüğü mahalleyi dolaşabilir, hatırlayacaktır sanıyorum. Yok, asla değmez diye düşünmeyin, eski Yahudi mahallesinin sokaklarında dolaşmak bile babanızın çok hoşuna gidecektir.
***
“Bizden Geriye Ne Kaldı?” İşte bunu merak ettiğimiz için çıktık yola. Haftalar öncesinden yaptığımız hazırlıklar, röportajların ardından, 18 Haziran sabahı fotoğraf makinelerimizle, notlarımızla, kameramızla, kayıt cihazlarımızla başladık seyr-ü sefere…
Toplandık; ekonomi bölümünden David ve Moreno, perspektiften Ceni ve Selin, Yaşam’dan Işık ve İgal, Spordan Vedat, Dış Haberler’den Kuzu, hep beraber oturduk planladık. Fotoğrafların önemini fark ettik, görsel yönetmen olarak Ers’i de aramıza kattık. Geziye katılmasalar da, işin başından beri yanımızda olan Lüset ve Shelly ve daha adları saklı nice Şalom gençleriyle beraber bu işe baş koyduk. Biz gençler olarak, geçmişimizi araştırmak istedik…
İlk gün Silivri, Çorlu ve Lüleburgaz olmak üzere tüm Trakya’yı dolaştık… İşte bulduklarımız… Hepinize iyi seyirler…
BİRİNCİ DURAK SİLİVRİ…
18 Haziran Çarşamba günü Şalom gençleri olarak geçmişimize doğru 4 günlük gezimizin ilk adımlarını attık. İstanbul’a üç saatlik uzaklıkta bulunan Silivri, bir zamanlar Trakya’daki Yahudi yerleşim bilimlerinin en canlı merkezlerinden biriydi. Oysa şimdi!…
Sabahın erken saatlerinde beş gün sürecek Trakya Araştırma Gezisi için, merak ve heyecanla yola koyulduk. Hazırlıkları tamamlamış, randevuları almış, ne zaman,nerede olmamız gerektiğini saat saat hesaplamıştık. Önceden irtibat kurduğumuz Engin Bey, bizi, güler yüzle karşıladı. Sahildeki çay bahçelerinden birine oturuldu, çaylar ısmarlandı. Engin Bey sabırsızdı. Daha kayıt cihazlarımızı almamıza fırsat vermeden, o, Silivri’yi eskiden burada yaşayan Yahudileri anlatmaya başlamıştı bile.
Engin Erkuş, doğma büyüme Silivrili. Kendisi, ilk başta Yahudi halkını pek tanımazken daha sonra piyanist olarak çalıştığı Park Otel’e gelen misafirler sayesinde Yahudilerle sıcak bir yakınlık kurmuş. İlişkiler ilerledikçe ilgisi, bireysel boyuttan çıkıp, eskiden Silivri’de yaşayan bütün Yahudi cemaatine yönelmiş. “Büyüklerinizle, sıcak bir samimiyet kurmasam ben bunları araştırmazdım, bu konuyla ilgilenmezdim” deyip anlatmaya başladı Engin Bey: “Maalesef eskiden halkın çok büyük bir bölümünü oluşturan Yahudi cemaati hakkında elimizde az bilgi var. Örneğin ‘Silivri’ kitabında, Ermenilerden, Rumlardan detaylı bir şekilde bahsedildiği halde, Yahudiler hakkında tek bir bilgi yok. Hele bir zamanlar burada, 350 Rum, 400 Ermeni, 700 Yahudi evi olduğunu düşününce, bu konuyla kendi imkânlarımca ilgilenmeye ve araştırma yapmaya karar verdim.”
Engin Bey, ilk olarak eski Silivri yaşamından bahsetti bizlere. “Annem sık sık anlatırdı bana: Yahudilerle komşuluklar çok iyiymiş zamanında. Kayınvalidem de Yahudi mahallesinde, onlarla kardeş gibi büyümüş. Genelde her yerde olduğu gibi, burada da, namuslu, dürüst tüccarlardı onlar, müşterilerine güvenirlerdi. Meşhur Silivri yoğurdunun asıl ustaları da onlardı bu arada. Yoğurtçu Avram Susar’ın güzel taze yoğurtlarım hala hatırlarım.” Engin Bey, birden kalkıp, bizleri peşine takarak, bir an içine daldığı eski anların mekânlarına doğru ilerlemeye başladı.
KAHVEDE SOHBET
Küçük meydandaki kahvede çaylarını yudumluyordu Silivri yaşlıları. Merhabalaştık, kendimizi tanıttık. Bizi son derece sıcak karşılayan mahalleli, ilkokulda aynı sırada oturdukları, meydanda beraber oyun oynadıkları Yahudi arkadaşlarını, karşılıklı her özel günde bayramlaştıkları, kendilerine hep lezzetli börekler, kurabiyeler ikram eden madamları, büyüyünce alışveriş yaptıkları bakkalı, yoğurtçuyu, oduncuyu bir bir anlatmaya başladılar. Anılar hatıra geldikçe sabırsızlanıyorlar, hep bir ağızdan heyecanla paylaşmak istiyorlardı o günleri. “Çok iyiydik beraber biz. Sonradan dostlarımız, ya İstanbul’a taşındılar, ya da 1940’larda Filistin’e göç ettiler. Aramızda hiçbir zaman bir sürtüşme olmadı. Onlar, burada kendilerine has bir kültür oluşturmuşlardı.”
Eski mezar taşlarını göreceğimiz sarnıca doğru ilerlerken, ellerimizdeki fotoğraf makinalarını gören çocuklar etrafımızı sardı.
Burası, Dr. Cemal Kozanoğlu‘nun kişisel çabalarıyla müze haline getirilmeye çalışılan eski bir sarnıç. Bu karanlık, nemli yerde, artık nerede olduğu bile yaklaşık olarak gösterilebilen Yahudi mezarlığına ait 5-6 tane büyük mermer mezar taşı vardı… Tozlu, yerde duran taşlardaki İbranice neler yazıyordu acaba? Bu kalanların da yakında ortadan kaybolma ihtimali bizce çok yüksekti. Kimlere aitti bu taşlar? Burada olduklarını bilen var mıydı?
Sarnıcın içinde sessizce dolaşıp, üstlerinde yazılanları anlamaya çalışırken birden vaktimizin epey daraldığını fark ettik. Artık bir sonraki durağımıza doğru yola çıkma zamanı gelmişti. Erkan Bey’e, yeniden görüşebilme umuduyla teşekkür ettik. İstanbul’un yanı başında, eskiden Yahudilerin çoğunluk olarak yaşadığı Silivri’den ayrılırken, hepimizin aklında yerinde otlar bitmiş sinagog, kırık birkaç mezar taşı ve güler yüzlü Silivri yaşlılarının biraz hüzün, biraz da özlemle dolu hatıraları vardı…
MAHZENDEKİ MEZAR TAŞLARI VE EFSANE…
Mezarlık
İlk olarak, deniz kıyısında, şimdi lunapark olan alanın yanına gittik. İlerideki ağaçlı bir bölgeyi işaret ederek anlattı Engin Bey: “İşte, eski Yahudi mezarlığı. Şimdi bir şey kalmamış orada. İstanbul’a gidenler, 1960-65 yıllarında buraya gelip yakınlarının mezarlarını götürdüler. İsrail’e göç edenler de öyle. Şimdi, birkaç mezar taşı kalmış ancak bunlar da bir başka yere taşındı.”
Efsane
Engin Bey’in anlattığına göre, buradaki uçurumda artık efsaneleşmiş bir olay gerçekleşmiş. Tarih, 7 Temmuz 1940… Susarlar ailesinin kızı, baba Rahman Susar ile tartışır. Tartışmanın konusu, hep gizemli bir sır olarak kalır ama bazıları bunun bir gönül meselesi olduğunu da söyler. 17 yaşındaki Suzi Susar, bu uçurumdan atlayıp canına kıyar… O zamandan beri esrarengiz bir hikâye olarak kalır bu olay Silivri’de…
TABUT GEMİ SALVADOR’UN BATIŞI: “SİLİVRİ FACİASI”
Aynı noktada, üç farklı olay anlatılıyor bize. Engin Bey, bize açık denizi gösterip, “İşte o facianın gerçekleştiği yer” diyor. İkinci Dünya Savaşı başlarında, Nazilerden kaçabilen Polonya ve Romanya Yahudileri, daha istila edilmemiş Bulgaristan’daki Yahudilerle buluşup, denizyolu ile Filistin’e gitmeye karar verirler. 150 kişilik, hurda denilebilecek kadar eski, Salvador adlı Uruguay bandıralı, Avram Galanti’ye göre 342 kişi ile beraber Varna’dan İstanbul’a doğru yola çıkar. Aslına bakılırsa, bu gemi, kesinlikle yolculuk yapabilecek teknik özelliklere sahip değildir ve donanımsızdır. Türk Hükümeti limana giren Salvador gemisine biraz da Nazi Almanyası ile olan ‘dostluğu’ nedeniyle, ‘Burada daha fazla bekleyemezsiniz’ uyarısında bulunur. Salvador, limandan hareket eder ve bir kılavuz kaptan eşliğinde Marmara’ya açılır. Gemi Silivri açıklarına geldiğinde şiddetli bir fırtınaya yakalanır. 12 Aralık 1940’ta, fırtınaya dayanamayan çürük gemi dağılarak parçalara ayrılır. Yüzlerce yolcu kendisini soğuk denizin ortasında bulur. Yüzenler Silivri – Çorlu karayoluna kadar çıkmayı başarabilir ama onlar da soğuktan donarak ölür. Toplam 342 yolcudan, 70’i çocuk 220 kişi hayatını kaybeder. Ölenler arasında Türk Hükümeti’nin görevlendirdiği Türk kılavuz kaptan da vardır. Avram Galanti’ye göre, 122 kişi kurtulabilir. Silivri Yahudi cemaati kurtulanları sinagogda ağırlar, yardım eder. Cesetler, Silivri’deki Yahudi mezarlığına gömülür. Silivri ve civar köylerde oturanlar, kurtulan Yahudilere ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışır. Ancak Jandarma kayıtlarına geçen soyguncular da olur. Jandarma karaya vuran cesetleri soyan hırsızları yakalayarak mahkemeye sevk eder.
Salvador faciasından sonra, İsrail Hükümeti Yahudilere yapılan zulmü insanlığın gözleri önüne serebilmek için çok geniş çaplı bir araştırmaya girişir. 1960’lı yıllarda, İsrail’den gelen bir heyet cenazeleri İsrail’e nakleder, 1974 yılında Kudüs’te bir anıt mezar yapılır.
13 Aralık 1940 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nin “Müdhiş Bir Facia” başlığıyla duyurduğu bu olayı, Engin Bey, bize açık denizi işaret ederek, olayın dehşetinin uzun süre Silivri’de konuşulduğunu vurgulayarak anlattı.
Deniz kıyısından, Silivri’nin iç kısımlarına doğru ilerlemeye başladık. Bir zamanlar Yahudilerin bir arada yaşadıkları Yahudi mahallesini gezdik, eskiden çoğunluğunu Yahudi esnafın oluşturduğu çarşı alanını dolaştık, fotoğraflar çektik. Yol boyunca bizim gibi kalabalık bir kafileyi meraklı bakışlarla süzenlerin arasından, Silivri’de uzun süreden beri yaşadığı belli olan yaşlılara, Yahudileri, onlarla beraber geçen hayatı sormayı da ihmal etmedik. Kimisi, biraz düşündükten sonra arkadaşlarının isimlerini saymaya başladı Albert, Yosef, İshak diye; kimisi hüzünlü bakışlarla, “Onlar gideli çok oldu” deyiverdi.
Eski mahallenin hemen yakınlarındaki, içinde birkaç ağaç ve çalılar dışında bir şey olmayan bir araziyi göstererek, “İşte burası eskiden havraymış” dedi Engin Bey. Şaşkınlıkla bakakaldık çöplerin yığılmış olduğu alana. “Büyüklerimiz anlatıyorlar… Yahudiler buradan gittiklerinde, havrayı kollasın diye bir bekçi görevlendirmişler. Ama sonradan bekçi görevine sadık kalmayınca, burası sahipsiz kalmış. Akranlarım gider havrada oynarlarmış. Daha sonra da cemaat olmayınca yağmalamışlar. İhtilal zamanı da yönetim, (Kaymakam) havrayı yıktırmış…” 30-40 yıl öncesine kadar burada sağlam bir sinagogun olduğunu hayal etmek maalesef oldukça zordu. Otların arasında tek bir mermer sütun parçasına rastladık. Silivri cemaatinin sinagogundan geriye kalan sadece bu kırık mermer miydi?
Mozaiğin Kayıp Parçası: Trakya Yahudileri” isimli dosyanın diğer bölümlerine buradan ulaşabilirsiniz.
Paylaş: