Antisemitizme karşı Kreuzberg Inisiyatifi (KIgA)’nden Aycan Demirel’le ikincil antisemitizm olgusundan Ermeni Soykırımı inkârına ve ‘ortak acı’, ‘adil hafıza’ gibi kavramların Türkiye’de yarattığı yeni nefret söylemine kadar pek çok konuyu tartıştık.
Antisemitizme karşı Kreuzberg Inisiyatifi (KIgA)’nden Aycan Demirel, Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği “Kesişen Söylemler, Yaratıcı Yöntemler: Almanya’da Nefret Söylemi ve Antisemitizmle Mücadele Pratikleri” başlıklı panelde bir konuşma yapmak üzere İstanbul’daydı. 2000’li yılların başından itibaren KIgA’daki çalışmalarıyla gençlik eğitimi üzerine uzmanlaşan Demirel, antisemitizm, Holokost eğitimi ve özellikle Müslümanlara karşı ırkçılık ve İslamcı radikalleşme konularında birçok proje geliştirip yönetmiş bir isim. Demirel, aynı zamanda, Almanya Federal Parlamentosu’nun 2009’da oluşturduğu Antisemitizmle Mücadele Uzmanlar Komisyonu’nun da üyesi. Demirel’le ikincil antisemitizm olgusundan Ermeni Soykırımı inkârına ve ‘ortak acı’, ‘adil hafıza’ gibi kavramların Türkiye’de yarattığı yeni nefret söylemine kadar pek çok konuyu tartıştık.
Antisemitizmle mücadele alanında faaliyet gösteriyorsunuz ama içinde çalıştığınız toplum bu alanda çok fazla incelenmeyen de bir toplum aslında, genel olarak Almanya’daki Müslüman göçmenler ve özel olarak Berlin’deki Türk toplumu. Bu çalışmaları diğer antisemitizmle mücadele alanındaki çalışmalardan ayıran nedir?
Biz Kreuzberg’de bulunan bir kuruluşuz, zaten burası Almanya’da göçmenliğin sembolü olmuş bir yer durumunda. Bizim çalışmalarımızda da göçmen vurgusu çok kuvvetli. Ekibin kurucularından biri benim, kuruluşumuzdan bu yana da göçmen kişilerin bünyesinde yer aldığı bir yapıdan bahsediyoruz. Bu da tabii ki ister istemez pek çok farklı perspektifi bir arada bulundurmamıza yol açıyor. İşe başladığımız dönemde Almanya’da Holokost sadece etnik olarak Alman olanlarla bağlantılı bir konu gibi düşünülüyordu. Dolayısıyla göçmen çocuklarının bu konuyla ilgilenmesi biraz şaşırtıcı olmuştu.
Sizin kuruluşunuzda aslında Türkiye’de olan bitenin de payı var. Bunu da biraz açabilir misiniz?
Kasım 2003’te İstanbul’da El Kaide tarafından sinagog saldırısı yapıldı, bizim de kuruluş olarak yaptığımız ilk etkinlik bu saldırılara karşı bir dayanışma etkinliği oldu. Antisemit terörü kınayan bir dayanışma etkinliğiydi. Bu saldırıların bizim çok yakınımızda Kreuzberg’te de etkileri görüldü. Buradaki sinagoga giden insanlar sözlü sataşmaya uğruyorlardı. Bir iki kez molotof atıldı sinagoga. Yahudilere karşı tekil şiddet eylemleri yapılıyordu. Bunların hepsi, hem akademik hem de siyasi tartışmalarla beraber görüldüğünde antisemitizm çalışmaları alanında yeni bir konu, yeni bir sorun olarak gündemdeydi. Kreuzberg için çok kültürlü toplumun kendini rahatça ifade edebildiği gibi bir algı vardır. Bu kısmen de doğrudur ama bu tür bir yaşamın içinde Yahudiler sinagoga korku içinde gidiyorsa, demek ki bu çok kültürlü toplumunda bir sorunu var. Bizim de başlangıç noktamız bu oldu. Türkiye’deki saldırılar da ortaya çıkmak iyi bir fırsat, harekete geçirici bir imkân oldu.
Bahsettiğiniz grup antisemitizmi nasıl gösteriyordu? Bu konuda diğer gruplardan ayrışıyor mu?
Günlük yaşamda Yahudi’yi bir küfür olarak kullanıyorlardı. Hamas’ın Hizbullah’ın sivillere yönelik yaptığı eylemlerine karşı olumlu bir vurgu oluyordu. Bu tür anlamlandırmalarla karşılaşıyorduk. Ben Türkiye’de doğup büyüdüm ve bu benim pek tanık olduğum bir tarz değildi. Şaşırmıştım ve şok olmuştum. Antisemitizm sürekli dönüşen, toplumsal şartlara uyarlanan bir düşünce… Diğer dışlama ve ayrımcılık biçimleriyle örtüşen çok unsuru var. Ancak Türkiye’ye baktığımızda bu konuda bir yenilik gördük. Türkiye’de antisemitizm biraz öksüz bir alan aslında… Alevilerin dışlanmasına yönelik, Kürtlerin, Ermenilerin veya diğer azınlıkların dışlanmasına yönelik daha fazla duyarlılık olduğunu görebiliyoruz, ama antisemitizm olgusu gündeme geldiğinde bu konuda çok daha sessiz bir sivil toplum var. Zaten devlet perspektifinden bakıldığında antisemitizm zaten yok. Türk ve Müslüman kültürünün Yahudilere, genel olarak mağdur olanlara hep kucak açtığını, 1492’de İspanya’dan kovulanlara ya da İkinci Dünya Savaşı’ndan kaçanlara kucak açıldığı gibi hep bu mitler üzerinden üretilen pozitif bir tarih var. Aslında bu gerçeği pek yansıtmıyor. Türkiye’de son on yılda sürekli artan bir Yahudi düşmanlığı söz konusu. Burada şu an belki çok popüler olmasa bile hatırlarsınız, dönme düşmanlığı üzerinden üretilen bir Yahudi düşmanlığı vardı. Bu tüm topluma yayılan bir hal aldı. Bu ‘Kripto Yahudi’ algısı Avrupa’da çok rastlanan bir söylem değil.
Almanya’da bugün Holokost’a rağmen yeniden üretilebilen bir antisemitizm var. Bunun dengi bir ırkçı ve ayrımcı söylemi Türkiye’de gördüğümüzü söyleyemeyiz, çünkü Almanya’nın aksine, Ermeni Soykırımı da dâhil hiçbir insanlığa karşı suçla yüzleşilmiş değil. Ancak Almanya’da bugün ‘Holokost’tan dolayı’ üretilen bir antisemitizmin olduğunu da biliyoruz. Alman kimliğiyle bütünleşmek isteyen bazı gruplar Holokost’u bu kimlikle ilişki kurma aşamasında bir ‘tökez’ olarak görüyor. Bu konuda çokça kullanılan bir ifade var: “Almanlar Auschwitz’ten dolayı Yahudileri hiçbir zaman affetmeyecekler.” İkincil antisemitizm denen bu durumu biraz açabilir misiniz?
Tarihle yüzleşmemek soykırım inkârı üzerinden bir nefret doğuruyor, bu doğru. Türkiye’de inkâra dayalı, kuşaklar boyunca geliştirilen bir kimlik var. Ancak tarihin en çok araştırma yapılan alanı Holokost’un yaşandığı bu 1933-45 arasındaki dönem, her şey çok açık ve ortada. İnkarın hukuksal anlamda da bir cezası var. Holokost’u inkâr edemiyorsun Almanya’da. Buna rağmen Almanyalıların elbette Alman kimliğiyle pozitif bir ilişki kurma çabası da var. Önceki Avrupa Kupası’ndaki futbol başarıları üzerinden ve Almanya’nın milli takımındaki göçmen kökenli oyuncularından, mesela Mesut Özil ve Lukas Podolski, bu kişilerden Alman milli takımını seçip Almanya ile özdeşleşip Alman bayrağını taşıyan yeni bir kuşak oluşturuldu. Bundan önce Alman bayrağını taşımak aşırı sağın kimlik gösterme tarzıydı. Bundan sonra bir normalleşme yaşandı. Ama o kimlikle pozitif bir şey kurabilmek için dediğiniz gibi Holokost bazılarının ayağına takılan bir tökez. Bu göçmen için de böyle. Almanya’da tarihle her yerde yüzleşiyorsun. Çünkü o ülkenin her tarafında toplama kampı vardı. Auschwitz belki Polonya’daydı ama yaşananlar herkesin gözü önünde yaşandı. Tarih her yerde var. Etnik kimliğinden bağımsız olarak tarihle sürekli yüzleşiyorsun. Özellikle 90’lardan sonra bu tarih ayağımıza bağ oluyor gibi bir algı oluştu. Toplumun entelektüel kesimlerinin de ifade ettiği şekilde, artık bir çizgi çekip bu defterin kapatılması gerektiğini düşünülüyor. Sadece aşırı sağcıların değil toplumun merkezinde de yer alan grupların, mesela son yıllarda yoğun olarak dile getirilen şekilde, Almanların, İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli mağdurları olduğu noktasındaki söylemler çok daha belirleyici olmaya başladı. Dresden’in bombalanması mesela… Bu konuda diziler çekildi. Bu dizilerde daha çok Almanların İkinci Dünya Savaşı sırasınca yaşadığı sürgünler, sonrasında yaşadıkları ıstıraplar ön plana getirildi. Yani diziler elbette doğrudan antisemit bir tavır alamasa da dolambaçlı yoldan Yahudilere karşı bir hınç üretiyor. Almanya’da bazı toplumların Almanyalı kimliğiyle pozitif bir bağ kurmasını Holokost ve Auschwitz ‘engellemiş’ oluyor. Sizin bahsettiğiniz, “Almanlar Auschwitz’ten dolayı Yahudileri hiçbir zaman affetmeyecekler” lafındaki ironi, ikincil antisemitizmi en iyi özetleyen ifade. Almanya’daki antisemitizm konuşulurken bu alan çok önemli… Farklı sorularla ölçülen bir şey ve yüzde 40 ile 60 arasında onay veriliyor bu düşünceye. Holokost’u anlamaya yönelik gösterilen direnç, ikincil antisemitizmi anlamak için en önemli olay.
Savaş öncesine dönüp sanki Holokost ve hiçbir şey yaşanmamış gibi bir hayat sürmekle ilgili Almanya’da bazı kesimlerde ciddi bir istek olduğunu söyleyebiliriz. En azından kişisel gözlemim bu oldu. Sembolik de olsa insanların 1920’ler ve 1930’lara ait kıyafetler giyip yaptığı kostüm partileri bile var. Bu ruh hali ile ilgili söylemek istediğiniz şeyler olur mu?
Şimdi özellikle gençlerle yaptığımız çalışmalarda Holokost’tan dolayı kendini suçlu hissetme gibi bir algı ile karşılaşıyoruz. Bu konuyu çalışırken, bu konuda çalışmalar yaparken, gençlerin kafasında ‘suçluyuz bu yüzden bu konuyu öğrenmemiz lazım’ gibi bir algı oluştuğunu gözlemledik. Aslında yanlış bir algı… Gençlerin kendilerinin ürettiği bir algı bu… Siyasal kültürün, devletin ve elitlerin antisemitizm karşıtı duruşunun niteliği ve bu konudaki sapmalara yönelik tavırları böyle bir algıya yol açıyor. Bu da bizim eğitim çalışmalarımızda özellikle dikkat etmeye çalıştığımız ve çocuklara – gençlere, “Hayır, suçlu değilsiniz, Holokost ile ilgili hepimizin sorumluluğu var. Bir insanlık suçuydu yaşanan, dolayısıyla yaşananları anlamak ve içinde bulunduğumuz toplum için daha verimli bireyler nasıl olabiliriz onu bulmak asıl önemli olan” düşüncesini anlatmaya çalışıyoruz. Geçmişte yaşanmış bir şeyi konuşmaktan öte bugün barış içinde, hep beraber çok kültürlü bir toplumda yaşamaya dair duyarlılık yaratmak istiyoruz. Özünde bu tür çalışmalarının bize katması gereken de bu.
Türkiye’deki insanlığa karşı suçlarla ve insan hakları ihlalleriyle yüzleşmek henüz devlet katında göremediğimiz bir şey, dolayısıyla burada yüzleşmenin kendisinin getirebileceği sorunları tartışmaya çalışmak çok lüks kaçacaktır. Ancak yine de geçmişte olmuşları konuşmanın getirdiği şeyleri biraz açabilir misiniz?
Hep tarih konuştuğumuz zaman, Yahudi’yi acınılacak mağdur bir özne olarak gören bir bakış oluşuyor. O kimlik de eşitlik temelinde oluşacak bir bakış açısını engelleyen bir şey. Bugün Yahudi kültürünü, Yahudi dinini, Yahudi kimliklerini tanımaya engel olan bir şey aslında. Yahudi kelimesini ağzına almaktan çekinen bir şey… Toplumun bir kısmı Holokost’un tarihteki ağırlığıyla çok ciddi yüzleşmiş olsa ‘Yahudi’ kelimesi sorun olmayacak, onu o zaman ağzına alabilecek. Ama yaptığımız seminerlerde gördük ki bu kelimeyi kullanmakta zorluk çekiyorlar. Bir sıkıntı var. Çünkü hep öğrenilen ve öğrenilmesi gereken şey Holokostmuş gibi düşünülüyor. O yüzden, bugünkü Yahudi yaşamı nediri göstermemiz lazım, bu aynı zamanda var olan önyargıları aşmak için de en önemli şey. Mesela şu an somut bir projemiz var. Berlin’de Yahudi yaşamına yönelik bir sergi hazırlıyoruz. Bu sergi içerisinde illa büyük ressamlar, akademisyenler, Nobel barış ödülü almış insanlar değil, ne biliyim bir fırıncı veya bir rapçi… Günlük yaşamın her alanından Yahudi kimliklerini tanımaya, anlamaya, dolayısıyla ön yargıları, kalıp yargıları kırmaya yönelik bir sergi bu. Bu da dokunmayı, hissetmeyi kolaylaştıracağını düşündüğümüz, ön yargıları aşmaya olanak sağlayacağını düşündüğümüz bir çalışma. Bu çok önemli. Öbür türlü eşit bir ilişki kurulamıyor, eşit bir ilişki kuramadığı için de önyargıya sıkışmak zorunda kalıyor. Bugün bu anlamda Türkiye’de özellikle Agos’un ve Hrant Dink Vakfı’nın çalışmalarını çok önemsiyorum, Türkiye’nin son yıllardaki en önemli kazanımlarından biri olarak görüyorum. Toplumun yaşamını görünür kılmak, onların, herkes gibi çevre kirliliğinden, trafikten ya da demokrasimizde yaşadığımız sorunlardan etkilenen, bu geniş toplumun bir bileşeni olduğunu göstermek…
Türkiye’deki siyasilerin söylemleri ne kadar etkili? Çünkü çok içselleşmiş bir antisemitizm ve azınlıklara karşı bir nefret söylemi var. Sanki kullandıkları dil nefret söylemi içermiyor gibi, sanki orada bir ayrımcı söylem yokmuş gibi de görülmeye devam ediliyor. Diğer yandan Ankara’da, resmi görevlilerin katıldığı, meclisin, hükümetin temsil edildiği bir Holokost anması da yapılabiliyor.
Siyasiler bunun farkında değiller mi pek emin de değilim işin açıkçası. Davos’taki sahneyi hatırlarsınız. “Siz öldürmeyi bilirsiniz.” Kim bu siz? Kimi kast ediyorsunuz? Yani öylesine yerleşmiş ki. Ben bu söylemin etkisi olduğuna inanıyorum, çünkü Erdoğan imajı Avrupa’da çok güçlü. Erdoğan, Avrupa’daki Türkiye kökenli insanlarda önemli bir sempati odağı… AKP son seçimlerde yüzde 60 civarı oy aldı. Ama bunun arkasında yatan ne, bunlar antisemit oldukları için mi böyle bir partiye ilgi gösteriyorlar veya o İslamcı politikayı doğru buldukları için mi böyle bir yönelim içindeler diye sorarsan, hayır diyeceğim. Bunu başka faktörlerle açıklamamız gerekiyor. Kendi yakınlarımdan biliyorum, mesela beş yıldır Türkiye’ye gitmiyor ve Türkiye’ye toplamda beş kere gitmiştir. Ama büyük bir Erdoğan sempatizanı… Almanya’da doğup büyümüş, 35 yıldır orada yaşıyor.
Peki, neden?
Çünkü o ülkeye, o topluma aidiyet konusunda yaşadığı bir travma var. Eninde sonunda, dördüncü kuşak da olsa, üçüncü kuşak da olsa, onu kabul etmediğini hissettiği bir çoğunluk toplumuyla çevrelenmiş durumda. Türkçeyi doğru düzgün konuşamıyor. Birinci dili Almanca… Yani karmaşık bir durum… İslamcı tezleri doğru buldukları için insanlar böyle bir kimliğe yöneliyor değil. Bu aynı zamanda radikal İslamcılıkla ilgili gözlemlediğimiz bir şey. İtilen, yani kimlik aramaya itilen, çünkü kendine bir kimlik vermeyen bir toplumla muhatap. Bu da onları kimlik arayışlarına itiyor.
Bu durumda benim aklıma şu geliyor: İslamcı siyasetin antisemitizm ve Hristiyan düşmanlığı ürettiği, keza bunu milliyetçilik de yapıyor. İslamcılığın yükseldiği bir dönemde ki Batı medyasında ele alınış biçimiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunun destekçisi gibi görülüyor. Burada bir nefret döngüsü görüyorum, sadece bir isimden bahsedemeyiz, birçok siyasetçi bu nefret döngüsünü besleyip kullanıyor. Bunun Almanya’daki karşılığı Antisemitizm olabiliyor, Türkiye’deki karşılığı da daha başka toplumlara, özellikle azınlık toplumlarına yönelik bir ayrımcılık oluyor. Bu görüşe katılır mısınız?
Özellikle son bir yıldır, Türkiye’deki gelişmeleri izleyip Türk medyasının da tekrardan yeniden biçimlenişini görüyoruz. İslamcı söylemin kültürel bir yanı var. Müslüman kimliği Avrupa’da sürekli dışlanıyor, saldırı altında, bütün aşırı sağ, popülist sağ partilerin en önemli dinamiği bu kimlik, Müslüman karşıtı söylem… Ve ezilen, ait olamayan kuşaklar var. Kültürel anlamda kendini İslam kimliğiyle özdeşleştiriyor. Ben de Müslümanım diyor, aslında inanç anlamında hiçbir alakası yok. Bunu üst üste yığılmış kimlikler olarak görebilirsiniz. Bir taraftan Türk milliyetçiliği üzerinden, bir taraftan da İslamcılık üzerinden üretilen, hepsini bir potada eriten, kimliğini de Erdoğan’da bulabilen bir yığıntı… Ancak şunda pek emin değilim. Bu bahsettiğimiz söylem ne kadar egemen bir söylem? Antisemit düşünceye iten faktörlerden biri bu olabilir, ama bunun baskın olduğunu sanmıyorum. Baskın olan aslında söz konusu ülke neresiyse oradaki tecrübeler… Akademik terminolojide kullandığımız bir kavram var, kurbanlar arası rekabet. Ezilen Türk göçmen Müslüman kimliğini takınıp bakıyor ve toplumun elit kesimlerinin, kamunun, antisemitizme karşı şeklen de olsa aşırı duyarlı olduğunu görüyor. Yanlış bir söylem anında yok oluyor. Antisemitizm farklı bir duyarlılığa sahip… Diğer taraftan da camilere karşı kundaklamalar oluyor. Başörtüsü takan, sembollerle Müslüman olduğunu belli edenlere karşı, kadınlara karşı bir şiddet… Ev bulmakta zorlanıyor başörtüsüyle bir yere gittiğinde. Bu tecrübeyi görüyor insan, diğer tarafta da bu ülkenin en önemli en büyük azınlığı. Göreceli daha küçük bir azınlık, 150 bin kişi civarında. Nicel anlamda bakıldığında daha az şiddete maruz kalmış. Bu tecrübe içten hınç üreten bir mekanizma… Çünkü efendim neden sinagoglar korunuyor, neden camiler korunmuyor? Bu sık sık karşılaştığımızı bir soru. Kardeşim camileri de koruyun, camiler de saldırıya uğramazsın. Bu farklı bir soru. Burada camilerin de korunmasını istiyor. Müslümanların da ibadetlerini yerine getirmesini istiyor. Bu toplumdaki dengesizlik, eşitsizlik ilişkisi… Aslında Yahudi saldırı altında, radikal terörist saldırıları altında… Yahudi yaşamı çok büyük bir tehdit altında ve korunmak zorunda… Orada Yahudi’ye karşı bir hınç oluşuyor. Ama burada algılanan azınlıklara yönelik farklı davranış biçimi, yani İslam’ın diğer dinlerle eşit koyulmayışı… Antisemitizmi anlamaya çalışırken, buralara yoğunlaşmamız gerekiyor.
İkincil antisemitizm denen olguyu tartıştık. Almanların mağdur gösterildiği, şartlar gereği Yahudi düşmanlığı yapamadan ama onun etrafında dolaşarak üretilen ve öne çıkarılan bir kültür… Ne kadar denk görülebilir bilemiyorum ama benzer şekilde Türkiye’de de Ermeni Soykırımı’yla ilgili ‘ortak acı’ ve ‘adil hafıza’ gibi iki kavram üretildi. “Tamam, Ermeniler acı çekti ama Türkler de çekti” diyen bir anlayış. Almanya’daki gözlemleriniz doğrultusunda buna ne diyorsunuz?
Benzerlik görüyorum, asıl mağdur biziz veya biz de mağdur olduk demek de inkârdır. Bunu da her şeyin o kadar açık ve bariz olduğu bir konuda söylemek, bu ülkede yaşayan binlerce insan bu ülkeden gitmek zorunda kaldı. Nerede bu insanlar? Niye gittiler? Pek tatmin edici değil. Tabii ki toplumun kendini iyi hissettirmesine yarayabiliyor. Ama yaşanmış gerçeklerle pek uzlaşmıyor, uyuşmuyor. Yüzleşmeye de engel oluyor. Benzer şekilde, eğer Almanlar da çok acı çekti deniyorsa, evet, tabi ki çok acı çekti, beş milyon Alman yerinden yurdundan edildi, sürgün yaşamak zorunda kaldı. Ama bu çok farklı bir şey… Bir tarafta idarenin, devletin planlarıyla vuku bulmuş bir soykırım var, diğer tarafta milliyetçi boğazlaşmanın beraberinde getirdiği acı var, dram var. Farklı şeyler. İkisi de acı… Ama hukuksal terminolojide, siyasal tartışmalarda farklı kategoriler bunlar. Biri soykırım, diğeri etnik şiddet… Ama bu bence de yüzleşmenin önünde engel olabilecek bir şey. Ama olumlu tarafından bakmaya çalışırsak, bu söylediğiniz kavramları kullananların en azından diğerinin acısını da dinlemeye hazır olduğunu söyleyebiliriz.
Bu konuda en iyi ihtimali düşünelim. Ermeni Soykırımı’yla ilgili ortada bir mahkeme kararı olmayabilir ama 1915’te yaşananları açıkça, sorgusuz sualsiz ‘soykırım’ olarak tanımlayan çok geniş bir akademik görüş birliği var. Bunu kabul eden çok sayıda parlamento var. Dünyanın geri kalanı soykırım derken bunu inkar eden de yalnızca Türkiye. Devlet soykırım demediği için, yaşananları soykırım olarak kabul etmeyen geniş bir toplum kesimi var. Henüz bu konuda her hangi bir yüzleşme yaşanmamışken, ‘ortak acı’, ‘adil hafıza’ gibi kavramlar, tıpkı Almanya’daki ikincil antisemitizm gibi Türkiye’deki gençlerde de ikincil bir Ermeni ve Hıristiyan nefretini yaratıyor olamaz mı?
Söylediğiniz şey mümkün. Şunu söylemek gerekir, Almanya’da ikincil antisemitizmin ekseni inkâr değil. Çünkü olamıyor, bir yandan hukuki bir yanı var, diğer yandan, devletin yüzleşme politikaları, eğitim politikaları, popüler kültür alanında alınan açık tavır… Yaşananları teslim etmekte hiç bir sorun yok. Ancak Holokost’un inkârı Türkiye’de bir sorun, Anne Frank’ın günlüğünün hikaye olduğunu söyleyenler var. Bu durumu Avrupa’daki İslamcılara da anlatamıyorsun. Milli Görüş çevresinden insanlar, Türkiye’deki referanslarının antisemitizm olduğu yönünde Almanya’da sıkıştırılıyor, ama Almanya’daki geçmişle yüzleşme orada inkâr ürettirmiyor, Holokost’un inkârını engelliyor. Geniş toplumdaki o yüzleşme bunu beraberinde getiriyor.
Türkiye’de bir dönem çok konuşulmuş meşhur bir dava var. İşçi Partisi Genel Başkanı İsviçre’ye gitti ve Ermeni Soykırımı uluslararası bir yalandır dedi ve İsviçre’deki dava süreci Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar uzandı. Duruşma salonunu hatırlıyorum, farklı çevrelerden insanlar kendisini desteklemeye gitmişti. Kişilerin siyasi görüşü ne olursa olsun Ermeni Soykırımı inkarı noktasında birleşebiliyorlar. Kendisini aşırı sağda tanımlayan genç bir Alman ile İslamcı bir genç, ikisi de antisemitizm üretiyor. Bu iki kişinin ortak bir platformu var mı? Birbiriyle bağdaşmayan iki siyasi görüşün antisemitizm konusunda birleştiği görüldü mü?
Irkçılığın bugün aşırı sağın en önemli propaganda dinamiklerinden olduğunu düşündüğümüzde, göçmenlerle bir birliktelik olmuyor. Ne oluyor, şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Sözünü ettiğiniz durum tekil örneklerde, mesela 2000’lilerin başında aşırı sağ bazı radikal İslamcı toplantılarında görüldü. Ama bu konular daha yeniydi. Müslüman söylem henüz aşırı sağa yayılmamıştı. Sadece Neonazi partilerde olan bir şeydi. Orada Filistin dayanışması üzerinden bir yan yana geliş vardı. Ama bu söylemler artık varlığını yitirdi. Mesela Naziler de ‘Yahudiler, Filistin’den defolun diye bağırıyorlar’. Her 9 Kasım’da eylem yapıyorlar. Antisemit özleri hala aynı, değişmedi. Ama şu anki dinamik, Müslüman karşıtlığı ırkçılık üzerinden ilerlediği için orada bir yan yana geliş mümkün değil. Bizim çapraz cephe çalışmaları dediğimiz şey artık yok. Çünkü göçmen karşıtlığı üzerinden, Müslüman karşıtlığı üzerinden kendini yeniden üreten bir sağ var. Antisemitizmi saklamaya çalışıyor. Aşırı sağ popülizm o konuda hala çok açık, ama merkez sağ popülizm, “Biz antisemit değiliz, biz İsrail ile dayanışma yapıyoruz” deyip bir meşrulaşma eğilimi içerisinde.
Sizin Türkiye’de de yürüttüğünüz çalışmalar var. Neler yapacaksınız?
Türkiye bizim için çok stratejik bir ülke. Çoğunluğu Müslüman bir toplum… Antisemitizm konusundaysa eğitim alanında neredeyse hiç çalışılmamış. Bu işler nerden nasıl başlar, nasıl duyarlılık oluşturulur, nasıl geliştirilebilir, Türkiye adeta bir antisemitizm laboratuvarı gibi aslında. Bu tecrübenin birçok ülke açısından öğrenmeye dair çekiciliği var. Bir yerden başladık, kitap çıkaracağız, network çalışmaları, eğitmen eğitimi çalışmaları konusuna yoğunlaşmayı düşünüyoruz. Her ne kadar Türkiye’de okullara girmek pek mümkün görünmese bile, sivil toplumu duyarlılaştırılması ve öğretmenlerin duyarlılaştırılması, hatta metodik materyallerle bir donanım kazandırılması çok önemli. Beraber öğreniyoruz. Türkiye’deki partnerlerimizin insan hakları konusunda yaptığı çalışmaları Almanya’daki partnerlerimiz ve biz kendimiz uygulayabiliyoruz. Oldukça verimli bir alışveriş ve öğrenme süreci…
Kaynak: Agos
Antisemitizme karşı Kreuzberg Inisiyatifi (KIgA)’nden Aycan Demirel’le ikincil antisemitizm olgusundan Ermeni Soykırımı inkârına ve ‘ortak acı’, ‘adil hafıza’ gibi kavramların Türkiye’de yarattığı yeni nefret söylemine kadar pek çok konuyu tartıştık.
Antisemitizme karşı Kreuzberg Inisiyatifi (KIgA)’nden Aycan Demirel, Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği “Kesişen Söylemler, Yaratıcı Yöntemler: Almanya’da Nefret Söylemi ve Antisemitizmle Mücadele Pratikleri” başlıklı panelde bir konuşma yapmak üzere İstanbul’daydı. 2000’li yılların başından itibaren KIgA’daki çalışmalarıyla gençlik eğitimi üzerine uzmanlaşan Demirel, antisemitizm, Holokost eğitimi ve özellikle Müslümanlara karşı ırkçılık ve İslamcı radikalleşme konularında birçok proje geliştirip yönetmiş bir isim. Demirel, aynı zamanda, Almanya Federal Parlamentosu’nun 2009’da oluşturduğu Antisemitizmle Mücadele Uzmanlar Komisyonu’nun da üyesi. Demirel’le ikincil antisemitizm olgusundan Ermeni Soykırımı inkârına ve ‘ortak acı’, ‘adil hafıza’ gibi kavramların Türkiye’de yarattığı yeni nefret söylemine kadar pek çok konuyu tartıştık.
Antisemitizmle mücadele alanında faaliyet gösteriyorsunuz ama içinde çalıştığınız toplum bu alanda çok fazla incelenmeyen de bir toplum aslında, genel olarak Almanya’daki Müslüman göçmenler ve özel olarak Berlin’deki Türk toplumu. Bu çalışmaları diğer antisemitizmle mücadele alanındaki çalışmalardan ayıran nedir?
Biz Kreuzberg’de bulunan bir kuruluşuz, zaten burası Almanya’da göçmenliğin sembolü olmuş bir yer durumunda. Bizim çalışmalarımızda da göçmen vurgusu çok kuvvetli. Ekibin kurucularından biri benim, kuruluşumuzdan bu yana da göçmen kişilerin bünyesinde yer aldığı bir yapıdan bahsediyoruz. Bu da tabii ki ister istemez pek çok farklı perspektifi bir arada bulundurmamıza yol açıyor. İşe başladığımız dönemde Almanya’da Holokost sadece etnik olarak Alman olanlarla bağlantılı bir konu gibi düşünülüyordu. Dolayısıyla göçmen çocuklarının bu konuyla ilgilenmesi biraz şaşırtıcı olmuştu.
Sizin kuruluşunuzda aslında Türkiye’de olan bitenin de payı var. Bunu da biraz açabilir misiniz?
Kasım 2003’te İstanbul’da El Kaide tarafından sinagog saldırısı yapıldı, bizim de kuruluş olarak yaptığımız ilk etkinlik bu saldırılara karşı bir dayanışma etkinliği oldu. Antisemit terörü kınayan bir dayanışma etkinliğiydi. Bu saldırıların bizim çok yakınımızda Kreuzberg’te de etkileri görüldü. Buradaki sinagoga giden insanlar sözlü sataşmaya uğruyorlardı. Bir iki kez molotof atıldı sinagoga. Yahudilere karşı tekil şiddet eylemleri yapılıyordu. Bunların hepsi, hem akademik hem de siyasi tartışmalarla beraber görüldüğünde antisemitizm çalışmaları alanında yeni bir konu, yeni bir sorun olarak gündemdeydi. Kreuzberg için çok kültürlü toplumun kendini rahatça ifade edebildiği gibi bir algı vardır. Bu kısmen de doğrudur ama bu tür bir yaşamın içinde Yahudiler sinagoga korku içinde gidiyorsa, demek ki bu çok kültürlü toplumunda bir sorunu var. Bizim de başlangıç noktamız bu oldu. Türkiye’deki saldırılar da ortaya çıkmak iyi bir fırsat, harekete geçirici bir imkân oldu.
Bahsettiğiniz grup antisemitizmi nasıl gösteriyordu? Bu konuda diğer gruplardan ayrışıyor mu?
Günlük yaşamda Yahudi’yi bir küfür olarak kullanıyorlardı. Hamas’ın Hizbullah’ın sivillere yönelik yaptığı eylemlerine karşı olumlu bir vurgu oluyordu. Bu tür anlamlandırmalarla karşılaşıyorduk. Ben Türkiye’de doğup büyüdüm ve bu benim pek tanık olduğum bir tarz değildi. Şaşırmıştım ve şok olmuştum. Antisemitizm sürekli dönüşen, toplumsal şartlara uyarlanan bir düşünce… Diğer dışlama ve ayrımcılık biçimleriyle örtüşen çok unsuru var. Ancak Türkiye’ye baktığımızda bu konuda bir yenilik gördük. Türkiye’de antisemitizm biraz öksüz bir alan aslında… Alevilerin dışlanmasına yönelik, Kürtlerin, Ermenilerin veya diğer azınlıkların dışlanmasına yönelik daha fazla duyarlılık olduğunu görebiliyoruz, ama antisemitizm olgusu gündeme geldiğinde bu konuda çok daha sessiz bir sivil toplum var. Zaten devlet perspektifinden bakıldığında antisemitizm zaten yok. Türk ve Müslüman kültürünün Yahudilere, genel olarak mağdur olanlara hep kucak açtığını, 1492’de İspanya’dan kovulanlara ya da İkinci Dünya Savaşı’ndan kaçanlara kucak açıldığı gibi hep bu mitler üzerinden üretilen pozitif bir tarih var. Aslında bu gerçeği pek yansıtmıyor. Türkiye’de son on yılda sürekli artan bir Yahudi düşmanlığı söz konusu. Burada şu an belki çok popüler olmasa bile hatırlarsınız, dönme düşmanlığı üzerinden üretilen bir Yahudi düşmanlığı vardı. Bu tüm topluma yayılan bir hal aldı. Bu ‘Kripto Yahudi’ algısı Avrupa’da çok rastlanan bir söylem değil.
Almanya’da bugün Holokost’a rağmen yeniden üretilebilen bir antisemitizm var. Bunun dengi bir ırkçı ve ayrımcı söylemi Türkiye’de gördüğümüzü söyleyemeyiz, çünkü Almanya’nın aksine, Ermeni Soykırımı da dâhil hiçbir insanlığa karşı suçla yüzleşilmiş değil. Ancak Almanya’da bugün ‘Holokost’tan dolayı’ üretilen bir antisemitizmin olduğunu da biliyoruz. Alman kimliğiyle bütünleşmek isteyen bazı gruplar Holokost’u bu kimlikle ilişki kurma aşamasında bir ‘tökez’ olarak görüyor. Bu konuda çokça kullanılan bir ifade var: “Almanlar Auschwitz’ten dolayı Yahudileri hiçbir zaman affetmeyecekler.” İkincil antisemitizm denen bu durumu biraz açabilir misiniz?
Tarihle yüzleşmemek soykırım inkârı üzerinden bir nefret doğuruyor, bu doğru. Türkiye’de inkâra dayalı, kuşaklar boyunca geliştirilen bir kimlik var. Ancak tarihin en çok araştırma yapılan alanı Holokost’un yaşandığı bu 1933-45 arasındaki dönem, her şey çok açık ve ortada. İnkarın hukuksal anlamda da bir cezası var. Holokost’u inkâr edemiyorsun Almanya’da. Buna rağmen Almanyalıların elbette Alman kimliğiyle pozitif bir ilişki kurma çabası da var. Önceki Avrupa Kupası’ndaki futbol başarıları üzerinden ve Almanya’nın milli takımındaki göçmen kökenli oyuncularından, mesela Mesut Özil ve Lukas Podolski, bu kişilerden Alman milli takımını seçip Almanya ile özdeşleşip Alman bayrağını taşıyan yeni bir kuşak oluşturuldu. Bundan önce Alman bayrağını taşımak aşırı sağın kimlik gösterme tarzıydı. Bundan sonra bir normalleşme yaşandı. Ama o kimlikle pozitif bir şey kurabilmek için dediğiniz gibi Holokost bazılarının ayağına takılan bir tökez. Bu göçmen için de böyle. Almanya’da tarihle her yerde yüzleşiyorsun. Çünkü o ülkenin her tarafında toplama kampı vardı. Auschwitz belki Polonya’daydı ama yaşananlar herkesin gözü önünde yaşandı. Tarih her yerde var. Etnik kimliğinden bağımsız olarak tarihle sürekli yüzleşiyorsun. Özellikle 90’lardan sonra bu tarih ayağımıza bağ oluyor gibi bir algı oluştu. Toplumun entelektüel kesimlerinin de ifade ettiği şekilde, artık bir çizgi çekip bu defterin kapatılması gerektiğini düşünülüyor. Sadece aşırı sağcıların değil toplumun merkezinde de yer alan grupların, mesela son yıllarda yoğun olarak dile getirilen şekilde, Almanların, İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli mağdurları olduğu noktasındaki söylemler çok daha belirleyici olmaya başladı. Dresden’in bombalanması mesela… Bu konuda diziler çekildi. Bu dizilerde daha çok Almanların İkinci Dünya Savaşı sırasınca yaşadığı sürgünler, sonrasında yaşadıkları ıstıraplar ön plana getirildi. Yani diziler elbette doğrudan antisemit bir tavır alamasa da dolambaçlı yoldan Yahudilere karşı bir hınç üretiyor. Almanya’da bazı toplumların Almanyalı kimliğiyle pozitif bir bağ kurmasını Holokost ve Auschwitz ‘engellemiş’ oluyor. Sizin bahsettiğiniz, “Almanlar Auschwitz’ten dolayı Yahudileri hiçbir zaman affetmeyecekler” lafındaki ironi, ikincil antisemitizmi en iyi özetleyen ifade. Almanya’daki antisemitizm konuşulurken bu alan çok önemli… Farklı sorularla ölçülen bir şey ve yüzde 40 ile 60 arasında onay veriliyor bu düşünceye. Holokost’u anlamaya yönelik gösterilen direnç, ikincil antisemitizmi anlamak için en önemli olay.
Savaş öncesine dönüp sanki Holokost ve hiçbir şey yaşanmamış gibi bir hayat sürmekle ilgili Almanya’da bazı kesimlerde ciddi bir istek olduğunu söyleyebiliriz. En azından kişisel gözlemim bu oldu. Sembolik de olsa insanların 1920’ler ve 1930’lara ait kıyafetler giyip yaptığı kostüm partileri bile var. Bu ruh hali ile ilgili söylemek istediğiniz şeyler olur mu?
Şimdi özellikle gençlerle yaptığımız çalışmalarda Holokost’tan dolayı kendini suçlu hissetme gibi bir algı ile karşılaşıyoruz. Bu konuyu çalışırken, bu konuda çalışmalar yaparken, gençlerin kafasında ‘suçluyuz bu yüzden bu konuyu öğrenmemiz lazım’ gibi bir algı oluştuğunu gözlemledik. Aslında yanlış bir algı… Gençlerin kendilerinin ürettiği bir algı bu… Siyasal kültürün, devletin ve elitlerin antisemitizm karşıtı duruşunun niteliği ve bu konudaki sapmalara yönelik tavırları böyle bir algıya yol açıyor. Bu da bizim eğitim çalışmalarımızda özellikle dikkat etmeye çalıştığımız ve çocuklara – gençlere, “Hayır, suçlu değilsiniz, Holokost ile ilgili hepimizin sorumluluğu var. Bir insanlık suçuydu yaşanan, dolayısıyla yaşananları anlamak ve içinde bulunduğumuz toplum için daha verimli bireyler nasıl olabiliriz onu bulmak asıl önemli olan” düşüncesini anlatmaya çalışıyoruz. Geçmişte yaşanmış bir şeyi konuşmaktan öte bugün barış içinde, hep beraber çok kültürlü bir toplumda yaşamaya dair duyarlılık yaratmak istiyoruz. Özünde bu tür çalışmalarının bize katması gereken de bu.
Türkiye’deki insanlığa karşı suçlarla ve insan hakları ihlalleriyle yüzleşmek henüz devlet katında göremediğimiz bir şey, dolayısıyla burada yüzleşmenin kendisinin getirebileceği sorunları tartışmaya çalışmak çok lüks kaçacaktır. Ancak yine de geçmişte olmuşları konuşmanın getirdiği şeyleri biraz açabilir misiniz?
Hep tarih konuştuğumuz zaman, Yahudi’yi acınılacak mağdur bir özne olarak gören bir bakış oluşuyor. O kimlik de eşitlik temelinde oluşacak bir bakış açısını engelleyen bir şey. Bugün Yahudi kültürünü, Yahudi dinini, Yahudi kimliklerini tanımaya engel olan bir şey aslında. Yahudi kelimesini ağzına almaktan çekinen bir şey… Toplumun bir kısmı Holokost’un tarihteki ağırlığıyla çok ciddi yüzleşmiş olsa ‘Yahudi’ kelimesi sorun olmayacak, onu o zaman ağzına alabilecek. Ama yaptığımız seminerlerde gördük ki bu kelimeyi kullanmakta zorluk çekiyorlar. Bir sıkıntı var. Çünkü hep öğrenilen ve öğrenilmesi gereken şey Holokostmuş gibi düşünülüyor. O yüzden, bugünkü Yahudi yaşamı nediri göstermemiz lazım, bu aynı zamanda var olan önyargıları aşmak için de en önemli şey. Mesela şu an somut bir projemiz var. Berlin’de Yahudi yaşamına yönelik bir sergi hazırlıyoruz. Bu sergi içerisinde illa büyük ressamlar, akademisyenler, Nobel barış ödülü almış insanlar değil, ne biliyim bir fırıncı veya bir rapçi… Günlük yaşamın her alanından Yahudi kimliklerini tanımaya, anlamaya, dolayısıyla ön yargıları, kalıp yargıları kırmaya yönelik bir sergi bu. Bu da dokunmayı, hissetmeyi kolaylaştıracağını düşündüğümüz, ön yargıları aşmaya olanak sağlayacağını düşündüğümüz bir çalışma. Bu çok önemli. Öbür türlü eşit bir ilişki kurulamıyor, eşit bir ilişki kuramadığı için de önyargıya sıkışmak zorunda kalıyor. Bugün bu anlamda Türkiye’de özellikle Agos’un ve Hrant Dink Vakfı’nın çalışmalarını çok önemsiyorum, Türkiye’nin son yıllardaki en önemli kazanımlarından biri olarak görüyorum. Toplumun yaşamını görünür kılmak, onların, herkes gibi çevre kirliliğinden, trafikten ya da demokrasimizde yaşadığımız sorunlardan etkilenen, bu geniş toplumun bir bileşeni olduğunu göstermek…
Türkiye’deki siyasilerin söylemleri ne kadar etkili? Çünkü çok içselleşmiş bir antisemitizm ve azınlıklara karşı bir nefret söylemi var. Sanki kullandıkları dil nefret söylemi içermiyor gibi, sanki orada bir ayrımcı söylem yokmuş gibi de görülmeye devam ediliyor. Diğer yandan Ankara’da, resmi görevlilerin katıldığı, meclisin, hükümetin temsil edildiği bir Holokost anması da yapılabiliyor.
Siyasiler bunun farkında değiller mi pek emin de değilim işin açıkçası. Davos’taki sahneyi hatırlarsınız. “Siz öldürmeyi bilirsiniz.” Kim bu siz? Kimi kast ediyorsunuz? Yani öylesine yerleşmiş ki. Ben bu söylemin etkisi olduğuna inanıyorum, çünkü Erdoğan imajı Avrupa’da çok güçlü. Erdoğan, Avrupa’daki Türkiye kökenli insanlarda önemli bir sempati odağı… AKP son seçimlerde yüzde 60 civarı oy aldı. Ama bunun arkasında yatan ne, bunlar antisemit oldukları için mi böyle bir partiye ilgi gösteriyorlar veya o İslamcı politikayı doğru buldukları için mi böyle bir yönelim içindeler diye sorarsan, hayır diyeceğim. Bunu başka faktörlerle açıklamamız gerekiyor. Kendi yakınlarımdan biliyorum, mesela beş yıldır Türkiye’ye gitmiyor ve Türkiye’ye toplamda beş kere gitmiştir. Ama büyük bir Erdoğan sempatizanı… Almanya’da doğup büyümüş, 35 yıldır orada yaşıyor.
Peki, neden?
Çünkü o ülkeye, o topluma aidiyet konusunda yaşadığı bir travma var. Eninde sonunda, dördüncü kuşak da olsa, üçüncü kuşak da olsa, onu kabul etmediğini hissettiği bir çoğunluk toplumuyla çevrelenmiş durumda. Türkçeyi doğru düzgün konuşamıyor. Birinci dili Almanca… Yani karmaşık bir durum… İslamcı tezleri doğru buldukları için insanlar böyle bir kimliğe yöneliyor değil. Bu aynı zamanda radikal İslamcılıkla ilgili gözlemlediğimiz bir şey. İtilen, yani kimlik aramaya itilen, çünkü kendine bir kimlik vermeyen bir toplumla muhatap. Bu da onları kimlik arayışlarına itiyor.
Bu durumda benim aklıma şu geliyor: İslamcı siyasetin antisemitizm ve Hristiyan düşmanlığı ürettiği, keza bunu milliyetçilik de yapıyor. İslamcılığın yükseldiği bir dönemde ki Batı medyasında ele alınış biçimiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan da bunun destekçisi gibi görülüyor. Burada bir nefret döngüsü görüyorum, sadece bir isimden bahsedemeyiz, birçok siyasetçi bu nefret döngüsünü besleyip kullanıyor. Bunun Almanya’daki karşılığı Antisemitizm olabiliyor, Türkiye’deki karşılığı da daha başka toplumlara, özellikle azınlık toplumlarına yönelik bir ayrımcılık oluyor. Bu görüşe katılır mısınız?
Özellikle son bir yıldır, Türkiye’deki gelişmeleri izleyip Türk medyasının da tekrardan yeniden biçimlenişini görüyoruz. İslamcı söylemin kültürel bir yanı var. Müslüman kimliği Avrupa’da sürekli dışlanıyor, saldırı altında, bütün aşırı sağ, popülist sağ partilerin en önemli dinamiği bu kimlik, Müslüman karşıtı söylem… Ve ezilen, ait olamayan kuşaklar var. Kültürel anlamda kendini İslam kimliğiyle özdeşleştiriyor. Ben de Müslümanım diyor, aslında inanç anlamında hiçbir alakası yok. Bunu üst üste yığılmış kimlikler olarak görebilirsiniz. Bir taraftan Türk milliyetçiliği üzerinden, bir taraftan da İslamcılık üzerinden üretilen, hepsini bir potada eriten, kimliğini de Erdoğan’da bulabilen bir yığıntı… Ancak şunda pek emin değilim. Bu bahsettiğimiz söylem ne kadar egemen bir söylem? Antisemit düşünceye iten faktörlerden biri bu olabilir, ama bunun baskın olduğunu sanmıyorum. Baskın olan aslında söz konusu ülke neresiyse oradaki tecrübeler… Akademik terminolojide kullandığımız bir kavram var, kurbanlar arası rekabet. Ezilen Türk göçmen Müslüman kimliğini takınıp bakıyor ve toplumun elit kesimlerinin, kamunun, antisemitizme karşı şeklen de olsa aşırı duyarlı olduğunu görüyor. Yanlış bir söylem anında yok oluyor. Antisemitizm farklı bir duyarlılığa sahip… Diğer taraftan da camilere karşı kundaklamalar oluyor. Başörtüsü takan, sembollerle Müslüman olduğunu belli edenlere karşı, kadınlara karşı bir şiddet… Ev bulmakta zorlanıyor başörtüsüyle bir yere gittiğinde. Bu tecrübeyi görüyor insan, diğer tarafta da bu ülkenin en önemli en büyük azınlığı. Göreceli daha küçük bir azınlık, 150 bin kişi civarında. Nicel anlamda bakıldığında daha az şiddete maruz kalmış. Bu tecrübe içten hınç üreten bir mekanizma… Çünkü efendim neden sinagoglar korunuyor, neden camiler korunmuyor? Bu sık sık karşılaştığımızı bir soru. Kardeşim camileri de koruyun, camiler de saldırıya uğramazsın. Bu farklı bir soru. Burada camilerin de korunmasını istiyor. Müslümanların da ibadetlerini yerine getirmesini istiyor. Bu toplumdaki dengesizlik, eşitsizlik ilişkisi… Aslında Yahudi saldırı altında, radikal terörist saldırıları altında… Yahudi yaşamı çok büyük bir tehdit altında ve korunmak zorunda… Orada Yahudi’ye karşı bir hınç oluşuyor. Ama burada algılanan azınlıklara yönelik farklı davranış biçimi, yani İslam’ın diğer dinlerle eşit koyulmayışı… Antisemitizmi anlamaya çalışırken, buralara yoğunlaşmamız gerekiyor.
İkincil antisemitizm denen olguyu tartıştık. Almanların mağdur gösterildiği, şartlar gereği Yahudi düşmanlığı yapamadan ama onun etrafında dolaşarak üretilen ve öne çıkarılan bir kültür… Ne kadar denk görülebilir bilemiyorum ama benzer şekilde Türkiye’de de Ermeni Soykırımı’yla ilgili ‘ortak acı’ ve ‘adil hafıza’ gibi iki kavram üretildi. “Tamam, Ermeniler acı çekti ama Türkler de çekti” diyen bir anlayış. Almanya’daki gözlemleriniz doğrultusunda buna ne diyorsunuz?
Benzerlik görüyorum, asıl mağdur biziz veya biz de mağdur olduk demek de inkârdır. Bunu da her şeyin o kadar açık ve bariz olduğu bir konuda söylemek, bu ülkede yaşayan binlerce insan bu ülkeden gitmek zorunda kaldı. Nerede bu insanlar? Niye gittiler? Pek tatmin edici değil. Tabii ki toplumun kendini iyi hissettirmesine yarayabiliyor. Ama yaşanmış gerçeklerle pek uzlaşmıyor, uyuşmuyor. Yüzleşmeye de engel oluyor. Benzer şekilde, eğer Almanlar da çok acı çekti deniyorsa, evet, tabi ki çok acı çekti, beş milyon Alman yerinden yurdundan edildi, sürgün yaşamak zorunda kaldı. Ama bu çok farklı bir şey… Bir tarafta idarenin, devletin planlarıyla vuku bulmuş bir soykırım var, diğer tarafta milliyetçi boğazlaşmanın beraberinde getirdiği acı var, dram var. Farklı şeyler. İkisi de acı… Ama hukuksal terminolojide, siyasal tartışmalarda farklı kategoriler bunlar. Biri soykırım, diğeri etnik şiddet… Ama bu bence de yüzleşmenin önünde engel olabilecek bir şey. Ama olumlu tarafından bakmaya çalışırsak, bu söylediğiniz kavramları kullananların en azından diğerinin acısını da dinlemeye hazır olduğunu söyleyebiliriz.
Bu konuda en iyi ihtimali düşünelim. Ermeni Soykırımı’yla ilgili ortada bir mahkeme kararı olmayabilir ama 1915’te yaşananları açıkça, sorgusuz sualsiz ‘soykırım’ olarak tanımlayan çok geniş bir akademik görüş birliği var. Bunu kabul eden çok sayıda parlamento var. Dünyanın geri kalanı soykırım derken bunu inkar eden de yalnızca Türkiye. Devlet soykırım demediği için, yaşananları soykırım olarak kabul etmeyen geniş bir toplum kesimi var. Henüz bu konuda her hangi bir yüzleşme yaşanmamışken, ‘ortak acı’, ‘adil hafıza’ gibi kavramlar, tıpkı Almanya’daki ikincil antisemitizm gibi Türkiye’deki gençlerde de ikincil bir Ermeni ve Hıristiyan nefretini yaratıyor olamaz mı?
Söylediğiniz şey mümkün. Şunu söylemek gerekir, Almanya’da ikincil antisemitizmin ekseni inkâr değil. Çünkü olamıyor, bir yandan hukuki bir yanı var, diğer yandan, devletin yüzleşme politikaları, eğitim politikaları, popüler kültür alanında alınan açık tavır… Yaşananları teslim etmekte hiç bir sorun yok. Ancak Holokost’un inkârı Türkiye’de bir sorun, Anne Frank’ın günlüğünün hikaye olduğunu söyleyenler var. Bu durumu Avrupa’daki İslamcılara da anlatamıyorsun. Milli Görüş çevresinden insanlar, Türkiye’deki referanslarının antisemitizm olduğu yönünde Almanya’da sıkıştırılıyor, ama Almanya’daki geçmişle yüzleşme orada inkâr ürettirmiyor, Holokost’un inkârını engelliyor. Geniş toplumdaki o yüzleşme bunu beraberinde getiriyor.
Türkiye’de bir dönem çok konuşulmuş meşhur bir dava var. İşçi Partisi Genel Başkanı İsviçre’ye gitti ve Ermeni Soykırımı uluslararası bir yalandır dedi ve İsviçre’deki dava süreci Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar uzandı. Duruşma salonunu hatırlıyorum, farklı çevrelerden insanlar kendisini desteklemeye gitmişti. Kişilerin siyasi görüşü ne olursa olsun Ermeni Soykırımı inkarı noktasında birleşebiliyorlar. Kendisini aşırı sağda tanımlayan genç bir Alman ile İslamcı bir genç, ikisi de antisemitizm üretiyor. Bu iki kişinin ortak bir platformu var mı? Birbiriyle bağdaşmayan iki siyasi görüşün antisemitizm konusunda birleştiği görüldü mü?
Irkçılığın bugün aşırı sağın en önemli propaganda dinamiklerinden olduğunu düşündüğümüzde, göçmenlerle bir birliktelik olmuyor. Ne oluyor, şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Sözünü ettiğiniz durum tekil örneklerde, mesela 2000’lilerin başında aşırı sağ bazı radikal İslamcı toplantılarında görüldü. Ama bu konular daha yeniydi. Müslüman söylem henüz aşırı sağa yayılmamıştı. Sadece Neonazi partilerde olan bir şeydi. Orada Filistin dayanışması üzerinden bir yan yana geliş vardı. Ama bu söylemler artık varlığını yitirdi. Mesela Naziler de ‘Yahudiler, Filistin’den defolun diye bağırıyorlar’. Her 9 Kasım’da eylem yapıyorlar. Antisemit özleri hala aynı, değişmedi. Ama şu anki dinamik, Müslüman karşıtlığı ırkçılık üzerinden ilerlediği için orada bir yan yana geliş mümkün değil. Bizim çapraz cephe çalışmaları dediğimiz şey artık yok. Çünkü göçmen karşıtlığı üzerinden, Müslüman karşıtlığı üzerinden kendini yeniden üreten bir sağ var. Antisemitizmi saklamaya çalışıyor. Aşırı sağ popülizm o konuda hala çok açık, ama merkez sağ popülizm, “Biz antisemit değiliz, biz İsrail ile dayanışma yapıyoruz” deyip bir meşrulaşma eğilimi içerisinde.
Sizin Türkiye’de de yürüttüğünüz çalışmalar var. Neler yapacaksınız?
Türkiye bizim için çok stratejik bir ülke. Çoğunluğu Müslüman bir toplum… Antisemitizm konusundaysa eğitim alanında neredeyse hiç çalışılmamış. Bu işler nerden nasıl başlar, nasıl duyarlılık oluşturulur, nasıl geliştirilebilir, Türkiye adeta bir antisemitizm laboratuvarı gibi aslında. Bu tecrübenin birçok ülke açısından öğrenmeye dair çekiciliği var. Bir yerden başladık, kitap çıkaracağız, network çalışmaları, eğitmen eğitimi çalışmaları konusuna yoğunlaşmayı düşünüyoruz. Her ne kadar Türkiye’de okullara girmek pek mümkün görünmese bile, sivil toplumu duyarlılaştırılması ve öğretmenlerin duyarlılaştırılması, hatta metodik materyallerle bir donanım kazandırılması çok önemli. Beraber öğreniyoruz. Türkiye’deki partnerlerimizin insan hakları konusunda yaptığı çalışmaları Almanya’daki partnerlerimiz ve biz kendimiz uygulayabiliyoruz. Oldukça verimli bir alışveriş ve öğrenme süreci…
Paylaş: