Arşiv Makaleler

Bir kapı kapanır, bir kapı açılır – Hayri Çavuş

Hayri Çavuş’un Not Defteri

Hayri Çavuş buralarda yaşar. Gözlem yapar, bazen gözlemlerini not alır. Bazen de notlarını buraya aktarır.

NEVE SALOM SINAGOGUN KAPISINA SAAT 18.30'DA KIMLIGI BELIRSIZ BIR KISI TARAFINDAN UZERINDE YIKILACAK MEKAN YAZAN BIR AFIS ASILDI. AFIS GÖREVLILER TARAFINDAN KALDIRILDI (FOTO: ZEKI GUNAL ISTANBUL DHA)

Yine Kasım ayının “o günü” geldi işte. Necip matbuatımız bu yıl da hatırlamadı. Aradan 13 yıl geçti, herkes için artık “eski hikâye” olmuştur ondan belki. Ancak ben 2003’ün 15 Kasımını gayet iyi hatırlıyorum. Babama gelen bir telefonla -her ne işe yarayacaksak artık-, soluğu Neve Şalom sinagogunun sokağında almıştık. Geldiğimizde artık polis çemberi vardı, yaklaşamadık. Ne saldırı anına, ne de hemen sonrasına tanık olmamıştım. O toz ve cam kırığı kaplı sokaktan hatırladığım tek şey babamın benim kolumdan tutarak uzaklaştırması. Babam, beni konuşamaz, yürüyemez hale getiren detayı görmedi, ben de anlatmadım. Ne ona, ne de kimseye.

2003’te yaşadığımız travma büyüktü ama, sinagoglarımıza, anaokulumuza, bakımevi ve hastanemize, hatta müzemize demir kapılı hücrelerden, kameraların önünden geçerek girmemiz yeni değil. Ta 1986 yılından beri, Neve Şalom sinagogunda 25 arkadaşımızı, akrabamızı, tanıdığımızı terörist bir saldırıya kurban verdiğimizden beri bizim normalimiz zaten buydu.

Dedemin elinden tutarak o kapıdan hoplaya zıplaya geçtiğim günler, artık silik bir anı benim için. O ahşap kapı yerini patlamaya dayanıklı çelik kapılara, benim hep aynalı dediğim kurşungeçirmez camı olan hücrelere dönüştü. O camın arkasında bir görevli olur, bazen bir şeyler sorardı işi olan “güvenlik” gereği. Sesi de insan sesine benzemez, aradaki hoparlörün metalik tınısı yüzünden irkiltici bir şeye dönüşürdü.  Ağır demir kapılardan birinin açılması için diğerinin kapanmasını beklerken büyüdüm ben, biraz daha ağır başlı oldum o günlerde. 2003’te ise artık yetişkindim. İlk defa korkmuş bir yetişkin.

15 Kasım 2003 ten sonra, kapılar ağırlaştı duvarlar kalınlaştı ama hiçbirimiz fark etmedik, alışıktık artık. Kapılar iki değil dört beş olsa da bir şey değişmezdi;  ha iki ha on iki kapı. Kapı işte, biraz bekle, geçeceksin.

Normalimiz bu oldu dedim ya hayat devam etti tabii, o kapıları sinagoglarımıza mutlu vesilelerle geldiğimizde görmez olduk. Düğünler hariç. Bayramlarımızda biz bizeyiz, yeni doğan bebeklerimiz için  ya da ergenliğe ulaşan gençlerimiz için yaptığımız törenlerde yine biz bize sayılırız. Düğünlerde ise diğer törenlerimize oranla daha fazla “misafirimiz” olur. İşte o zamanlarda, demir kapılar bana yeniden “duyulur” olmaya başlarlar.  Misafirlerimiz bu kapılardan geçme deneyimlerini “vah vah” makamında anlatırlar başkalarına ve bizlere.

Duyulur olmanın ötesinde bu kapıların görünür hale geldikleri de olur. Bazı misafirlerimiz, benim çocukluğumdan beri tanıdığım, deyim yerindeyse aralarında büyüdüm dediğim demir kapılar arasında sıkılırlar. Kapıların ciddiyetinden bunalırlar. Şaşkınlıklarını biraz tepkisel dile getirenler de olur “Bu kadar da olmaz ki canım!

Bu misafirlerimizi sakinleştirmek de biz “arkadaşlarına” düşer elbette. “Evet, ‘bu kadar’ olur!, ‘bu kadar’ olmasaydı, yasını yalnız başımıza tuttuklarımızın sayısı çok daha fazla olacaktı. ‘Bu kadar’ , hatta belki ‘daha fazlası bile’  olmalı!” demeyiz elbette, Onun yerine nazik bir dille “İşte… biliyorsun başımıza kötü şeyler geldi ondan…” diye geçiştirmeye çalışırız. Geçerse ne âlâ. Bazen geçmez, “Ama bana soru üstüne soru sordular ne yani, ben teröriste mi benziyorum?” diye uzatır arkadaşımız konuyu.

Tam da burada belki  “Tamam haklısın seni davet ettiğim için özür dilerim” demek lazım gelir; ama demeyiz, onun yerine konuyu değiştirmeyi başarırız. Dış sesimiz kim bilir ne anlatırken, iç sesimiz yani en azından benimki, “Düğünümde yanımda olmasını istediğim bu dostum aslında benim gerçeklerimden, benim ihtiyaçlarımdan bu kadar kopukmuş demek ki” diye isyan eder. Bir dakika beklemeye belki bir soruya yanıt vermeye tahammülü yok, Bunun ‘niye’sini açıklamak da bana düşecekse…

Ama bize düşer işte. Tıpkı 13 veya 30 yıl öncesini dünmüş gibi hatırlamanın, o günkü yalnızlık hissini her yıl yeniden hissetmenin bize düştüğü gibi.

 

Hayri Çavuşunuz