Benyamin Çikurel (1926- )
942 senesinin sömestr tatilinde gelirken -evet sömestr tatilin-de, demek Aralık sonu geliyorum- Kadeş vapuruyla şen şakrak, büyük neşe içinde. Beni karşılamaya gelen babam ve ablamda bir sıkıntı hissettim. Eve gittiğimiz zaman… O Göztepe’deki muhteşem evimize, gerçekten muhteşem. O zaman bütün köşkler böyle muhteşemdi, yalnız bizim değil, herkes, bütün Göztepe aristokrasisinin yaşadığı bir bölgeydi. Eve varır varmaz, kısa bir süre sonra babam hemen işine döndü ve ablam bana dedi ki, ablam Amerikan Kız Koleji mezunuydu, “CHP grubunda bir yasadan bahsediliyor, bir Varlık Vergisi yasası, pek yakında çıkacak ve galiba biz Yahudiler bundan çok çok etkileneceğiz. Artık sen 16 yaşında olduğuna göre biraz senin de bilgin olması lazım, her an bu listelerin asılacağı beklenir.”
Yılbaşı geçtikten birkaç gün sonra listeler asıldı ve hakikaten hepimize şok oldu. Çünkü o listelerde genellikle bütün müslim olanlara 500 liradan yukarı bir şey tahrir edilmediği halde, Yahudilere çok büyük rakamlar veriliyordu. Size o zamanın, döneminin paranın değeri üzerinde bir fikir verebilmem için, o köşk dediğimiz deniz kenarında filan, o ev satıldı. Bizim değildi, kiradaydık fakat o zaman rahat yani, parayı veren düdüğü çalar gayet rahat evler falan bulunuyordu. 3800 liraya satılmıştı. Bu size bir fikir verecek. Bize 25 bin lira vergi istendi. O zaman yaşıma göre pek ekonomik sorunlarla ilgilenmezdim fakat büyük bir sıkıntı yaşadığımız’ artık hissettik. Evin bahçesine çıktığım zaman, artık o bahçe ayni bahçe, iskele ayni iskele, balıklar ayni balıklar ama ben ayni ben değildim. Çünkü bir sok olmuştum gençliğimde.
Listeler, Maliye Şubesi’nin kapısına [asıldı]. Belki birçok yerlere asıldı fakat ben oradan baktim yani babamla beraber oradan baktık listelere. Hatta babam böyle baktı, sonra söyledi. Gittik tek tek oraya baktık. Sıra mesela Ahmet 500, Mehmet 300, Mustafa 500, Ahmet Öztürk, Yako 20 bin, 500, 300, Salamon 30 bin, Çikurel 25 bin… Bu şekilde çarpıcı şeyler, listeler durumdaydı. Neyse gerçek, fakat bir şey daha belirtmek isterim ki ben devlet okullarında okudum. O zamana kadar hiçbir antisemitizm hissetmedim. Ne ilkokulda, ne ortaokulda, ne de bütün o olaylara rağmen Atatürk Lisesi’nde, ne de bizim Göztepe’de oturduğumuz aristokrasi dediğimiz muhitte. Listeler asıldı ve o itiraz edilmesi mümkün olmayan bir karardı bu ki demokraside itirazı kabul olmayan bir şey hakikaten onun da demokrasiden bahsedecek imkanı yoktu, o dönemlerde. Bir hafta zarfında ödenir ödenmez, ödenmezse bütün eşyalar yani haczen tahsil cihetine gidilecek. Karşıladı karşıladı, karşılamadı toplama kampına gidecekler diye.
Hayır, hayır. Bilmiyoruz yani ne kimden nasıl aldı, ne borç aldı. Vergiyi ödedik fakat kimden ne kadar, biz bilmiyoruz. Dayımla babam bunu ayarladılar. Biz gitmedik ama. Babam gitmedi çünkü borcunu ödedi, haciz filan olayları olmadı. Yalnız trajikomik olaylar oldu bu aralarda, mesela tam karşımızda oturan Franko adında birinin evine haciz gelmiş, eşyalarını alıyorlar, tam bizim karşı komşumuzdu. Adam bağırıyor “Mari gel buraya, gel buraya, gel buraya. Yaz, al bir kalem kâğıt ne alıyorlar yaz dört tane dört tane sandalye, iki tane masa, bir tane yatak filan”, hepsini yazdırıyor. “Göreceksin hepsini geri alacağım, hepsini geri alacağım, aynen geri alacağım.” Sapıtmış adam şeyden. Aldılar, aldılar tabii onların şeyi. Gece yerde yemek yiyorlardı. Bu gibi olaylar da oldu.
Başka… Kepenkleri yağlayan bir adam vardı, Nusret mi idi neydi adı? Bütün Çarşılar oranın kepenkliydi dükkanlar, onu yağlayan bir adam vardı. Buna 20 bin lira mı ne attı. Adam çıldırdı, gitti Reşat Leblebicioğlu diye büyük bir üzüm tüccarı vardı onun kepengini de yağladı. Aynı zamanda galiba bu Reşat Leblebicioğlu Bey belediye başkanıydı hatırladığım kadarıyla. Oturdu kapısına, yere, Reşat Bey sabah geldiği zaman ‘kalk’ dediği zaman, ‘ne kalkacağım sen 500 liralık adamsın, ben 20 milyarlık adamım’ gibi trajikomik olaylar da oldu. Bunu ben görmedim ama anlatıldı, o zaman anlatılandı. İstanbulluları Aşkale’ye gönderdiler, İzmir’dekilerini Afyon’un Sivrihisar ilçesinde bir kampa götürdüler. Topladılar bunları Kemer Karakolu’nda.
Ne gazete, ne bir şey vermek yok, o zaman bir günlük gazeteye ekmek sarardık ekmek veriyor gibi. Tabii buna polisler de göz yumuyordu. Veriyorduk şeyi, hiç olmazsa okusunlar, neler oluyor filan şu bu. Zaten orada 2-3 gün kalırlardı, Kemer istasyonunda üçüncü mevkide vagonlara bindirirlerdi ve biz gençler, 16-17 yaşında gençler, giderdik her sabah oraya, ne zaman, belli değildi ne zaman götüreceklerini, beklerdik. Sonra ne zaman bir hareket karakolda, demek ki götürülecekler, yardım ederdik onların şeylerini taşımaya. Ağlayanlar, o zamanlar insanlar 60 yaşında, 65 yaşında bayağı ihtiyardı, adım atacak halleri yoktu. Valizlerini biz taşırdık, şeye koyardık.
Hiç unutmam Jül Menaşe adında bir bey vardı, rahmetli tabii hepsi öldüler şimdi onların. Çok kibirli, gururlu bir adamdı. Her zaman papyon giyen bir adamdı. Vagonun penceresinden bakıyordu, ağlıyordu. Bir de Şerif İnci Bey vardı tüccar. Ya her gün her sevkiyata gidi ordum fakat benim gittiğim, amcama yardım etmeye gittiğim sevkiyata, geldi oraya, bağıra bağıra: “Ağlaya ağlaya gidiyorsunuz, güle güle geleceksiniz. Bu rezalet muhakkak bitecek” diye bağırıyordu. Hatırı sayılır bir beydi bu Remzi Bey, çok varlıklı bir beydi. O da isyan etmişti bu duruma. Yani bu isyan edenler de oldu, başka şekilde de haciz gelecek olan evlerin eşyalarını kaçırıp, kendilerine deniz tarafından filan kaçırıp, kendilerinde muhafaza edip sonra geri verenler de oldu. Yani insanlık eninde sonunda tamamen ölmüyor kişilerde. Böyle de oldu, böylesi de oldu.
[Orada] bir yıl kaldı. Biz, bakın bu çok önemli bir şeydir. Alman orduları Stalingrad önünde soğuğa karşı dayanamayıp Ruslar tarafından geri püskürtülmeye başlandığı zaman, burada her şey affedildi, borçlar affedildi, her şey yerine, taşlar yerine oturdu. O bütün Yahudiler, Alman ordusunun Stalingrad’ı geçememesine borçluydu, 1945’te.
Sual: Peki, Varlık Vergisi’nin borcunu ödemek esnasında sizin eşyalarınız da satılmış mıydı?
Hayır. Hayır çünkü ödendi bizim borcumuz. Yalnız, yanılmıyorsam, yalan mı söylüyor, fakat gerçek payı var, fakat nasıl gelişti nasıl yaptılar büyükler, evdeki biraz gümüş filan şeyi vardı, birikimi vardı daha kalmış, yok oldu. Yok oldu yani bir komşuya, ya Türklerden bir komşuya filan verildi. Sonra tabii tekrar af çıktığı zaman tekrar geri geldi. Fakat büyüklerimiz bunu nasıl ayarladılar, ne sordum ne biliyorum. Onun için başta dedim ki bazı şeyler oldu ki Türk komşular, yardımcı oldukları haller, hem o bölgede oldu hem Karataş tarafında epey olduğunu işittik. Tabii Karataşlar Yahudi’dir, şeyi, birikimi çok daha fazlaydı. Yahut da unuttum yani, aradan epey zaman geçti. Gerçi, esas olayları bugün gibi yaşıyorum, belki farkındasınızdır bazen takılıyorum çünkü yaşıyorum o anları. Babamın hastalığı, bilhassa Varlık Vergisi’nin sonucudur. Yoksa öyle kolay kolay yıkılacak bir şey değildi. Ama bu Varlık Vergisi ve sonrası ve abisinin kampa gönderilmiş olması onu çok etkilemişti.
Onu yaşadık, onu çok etkilemişti ve esas Varlık Vergisi’nin acılarını çekenlerden, tabii Almanya’da olan şeylerle mukayese edilemez, ne fırınlarda yakıldık, ne şeyimizden sabun yapıldı, fakat yaşandığı kadarıyla en çok etkilenmiş olan ailelerden biriyiz. Onun için başladım. Benim muhteşem bir çocukluğum oldu. Muhteşem ve berbat bir gençliğim oldu. Birden beyazdan siyaha döndü. E sonrası tabii yaşlılığım, huzurlu bir yaşlılıktır, yani üçe bölersen yaşamımı ve o berbat şeyimin değişimin esas sebep unsuru Varlık Vergisi’nin getirdiğidir. Çok tahsile meraklı, bir ideal edinmiş olan bir genç adamın, okul taksiti ödenemediğinden okulu terk etme mecburiyeti. Burada devam etmek istese edemezsin çünkü kaydın silindi. Yani olaylar öyle gelişti ki hakikaten ben kendi kendimi biliyorum. Ben ot gibi yaşamamışım, yani bayağı dolu dolu; kahırlarıyla, sevinçleriyle, üzüntüleriyle dolu dolu yaşamışım yani. Şey, 60, tam 60 yıl. 2009’dan, pardon 1949’dan 2009’a kadar full çalışma, altmış sene. Yani dolu dolu yaşamışım. Çok şükür Allah’a ya! (…) Fakat Varlık Vergisi konusundan, söylüyorum yani, çok acı çeken ailelerden birisiyiz. Babam da onun şeyidir, martiridir.
Sual: Peki, o dönemde sizin gibi büyük paralar ödemek zorunda kalıp da sonradan kendini hiç toparlayamamış tanıdığınız oldu mu?
Hayır, bilmiyorum. Bilmiyorum. Yani, benim tanıdığım, me-ela, isim vermeyeceğim onu da, biri vardı ki Yahudilerden, bir memurdu bir şeyde, vatanları Fransız’dı. Fransa’ya gittiler savaş dolayısıyla, orada kendi ülkelerine gittiler. Burada kalan şeyleri, müstahdemleri trilyoner oldu. Nasıl oldu Allah bilir. Nasıl yaptılar, nasıl becerdiler, tam bilmiyorum. Böyle Yahudiler de var içlerinde. Biliyoruz onları. Başka, bizim durumda, yani böyle çok varlıktan yahut da çok varlıklı bir hayat yaşamaktan evdeki günlük yemeğinin hesabını yapacak dereceye düşmüş olan başkası, bilmiyorum. Ama bizim bir de bu durumları yaşadığımız’ başkaları bilmez. Çünkü hissetmedik. Elbiselerimiz bizim hâlâ zamanından iyi kalmıştı. Kese kağıdı yaptırdığımız zaman, evden bakkala gittiğim zaman ben yeni bayramlık elbiselerimi giydim. Ve bakkala “Ya fakir bir adam var, bu kese kağıdı yapıyor, Allah aşkına al bu adamı da başımdan at” havasında o kese kâğıtlarinı yapıyordum. Belki başkaları da aynı durumdaydı ama bilemiyordum onu. Nitekim bizim o durumumuzu bilen çok az, herhalde çok az bir şey vardı, çevre vardı. Hep birbiri üzerine geldi. Varlık Vergisi, babamın hastalığı, askerlik, babamın ölümü, tekrar hayat mücadelesine başlama. Fakat şayet, tekrar tekrar söylüyorum çünkü o çok önemli, Alman orduları Stalingrad’ı aşmış olsaydı biz de yolcuyduk herhalde.
(…)
Şayialara göre Bahri Baba’nın orada, Kız Lisesi’nin karşısında insanları yakmak için bir yer yapılmışmış. Şayialardı, sonra orası basketbol salonu yapıldı.
Benyamin Çikurel (1926- )
942 senesinin sömestr tatilinde gelirken -evet sömestr tatilin-de, demek Aralık sonu geliyorum- Kadeş vapuruyla şen şakrak, büyük neşe içinde. Beni karşılamaya gelen babam ve ablamda bir sıkıntı hissettim. Eve gittiğimiz zaman… O Göztepe’deki muhteşem evimize, gerçekten muhteşem. O zaman bütün köşkler böyle muhteşemdi, yalnız bizim değil, herkes, bütün Göztepe aristokrasisinin yaşadığı bir bölgeydi. Eve varır varmaz, kısa bir süre sonra babam hemen işine döndü ve ablam bana dedi ki, ablam Amerikan Kız Koleji mezunuydu, “CHP grubunda bir yasadan bahsediliyor, bir Varlık Vergisi yasası, pek yakında çıkacak ve galiba biz Yahudiler bundan çok çok etkileneceğiz. Artık sen 16 yaşında olduğuna göre biraz senin de bilgin olması lazım, her an bu listelerin asılacağı beklenir.”
Yılbaşı geçtikten birkaç gün sonra listeler asıldı ve hakikaten hepimize şok oldu. Çünkü o listelerde genellikle bütün müslim olanlara 500 liradan yukarı bir şey tahrir edilmediği halde, Yahudilere çok büyük rakamlar veriliyordu. Size o zamanın, döneminin paranın değeri üzerinde bir fikir verebilmem için, o köşk dediğimiz deniz kenarında filan, o ev satıldı. Bizim değildi, kiradaydık fakat o zaman rahat yani, parayı veren düdüğü çalar gayet rahat evler falan bulunuyordu. 3800 liraya satılmıştı. Bu size bir fikir verecek. Bize 25 bin lira vergi istendi. O zaman yaşıma göre pek ekonomik sorunlarla ilgilenmezdim fakat büyük bir sıkıntı yaşadığımız’ artık hissettik. Evin bahçesine çıktığım zaman, artık o bahçe ayni bahçe, iskele ayni iskele, balıklar ayni balıklar ama ben ayni ben değildim. Çünkü bir sok olmuştum gençliğimde.
Listeler, Maliye Şubesi’nin kapısına [asıldı]. Belki birçok yerlere asıldı fakat ben oradan baktim yani babamla beraber oradan baktık listelere. Hatta babam böyle baktı, sonra söyledi. Gittik tek tek oraya baktık. Sıra mesela Ahmet 500, Mehmet 300, Mustafa 500, Ahmet Öztürk, Yako 20 bin, 500, 300, Salamon 30 bin, Çikurel 25 bin… Bu şekilde çarpıcı şeyler, listeler durumdaydı. Neyse gerçek, fakat bir şey daha belirtmek isterim ki ben devlet okullarında okudum. O zamana kadar hiçbir antisemitizm hissetmedim. Ne ilkokulda, ne ortaokulda, ne de bütün o olaylara rağmen Atatürk Lisesi’nde, ne de bizim Göztepe’de oturduğumuz aristokrasi dediğimiz muhitte. Listeler asıldı ve o itiraz edilmesi mümkün olmayan bir karardı bu ki demokraside itirazı kabul olmayan bir şey hakikaten onun da demokrasiden bahsedecek imkanı yoktu, o dönemlerde. Bir hafta zarfında ödenir ödenmez, ödenmezse bütün eşyalar yani haczen tahsil cihetine gidilecek. Karşıladı karşıladı, karşılamadı toplama kampına gidecekler diye.
Hayır, hayır. Bilmiyoruz yani ne kimden nasıl aldı, ne borç aldı. Vergiyi ödedik fakat kimden ne kadar, biz bilmiyoruz. Dayımla babam bunu ayarladılar. Biz gitmedik ama. Babam gitmedi çünkü borcunu ödedi, haciz filan olayları olmadı. Yalnız trajikomik olaylar oldu bu aralarda, mesela tam karşımızda oturan Franko adında birinin evine haciz gelmiş, eşyalarını alıyorlar, tam bizim karşı komşumuzdu. Adam bağırıyor “Mari gel buraya, gel buraya, gel buraya. Yaz, al bir kalem kâğıt ne alıyorlar yaz dört tane dört tane sandalye, iki tane masa, bir tane yatak filan”, hepsini yazdırıyor. “Göreceksin hepsini geri alacağım, hepsini geri alacağım, aynen geri alacağım.” Sapıtmış adam şeyden. Aldılar, aldılar tabii onların şeyi. Gece yerde yemek yiyorlardı. Bu gibi olaylar da oldu.
Başka… Kepenkleri yağlayan bir adam vardı, Nusret mi idi neydi adı? Bütün Çarşılar oranın kepenkliydi dükkanlar, onu yağlayan bir adam vardı. Buna 20 bin lira mı ne attı. Adam çıldırdı, gitti Reşat Leblebicioğlu diye büyük bir üzüm tüccarı vardı onun kepengini de yağladı. Aynı zamanda galiba bu Reşat Leblebicioğlu Bey belediye başkanıydı hatırladığım kadarıyla. Oturdu kapısına, yere, Reşat Bey sabah geldiği zaman ‘kalk’ dediği zaman, ‘ne kalkacağım sen 500 liralık adamsın, ben 20 milyarlık adamım’ gibi trajikomik olaylar da oldu. Bunu ben görmedim ama anlatıldı, o zaman anlatılandı. İstanbulluları Aşkale’ye gönderdiler, İzmir’dekilerini Afyon’un Sivrihisar ilçesinde bir kampa götürdüler. Topladılar bunları Kemer Karakolu’nda.
Ne gazete, ne bir şey vermek yok, o zaman bir günlük gazeteye ekmek sarardık ekmek veriyor gibi. Tabii buna polisler de göz yumuyordu. Veriyorduk şeyi, hiç olmazsa okusunlar, neler oluyor filan şu bu. Zaten orada 2-3 gün kalırlardı, Kemer istasyonunda üçüncü mevkide vagonlara bindirirlerdi ve biz gençler, 16-17 yaşında gençler, giderdik her sabah oraya, ne zaman, belli değildi ne zaman götüreceklerini, beklerdik. Sonra ne zaman bir hareket karakolda, demek ki götürülecekler, yardım ederdik onların şeylerini taşımaya. Ağlayanlar, o zamanlar insanlar 60 yaşında, 65 yaşında bayağı ihtiyardı, adım atacak halleri yoktu. Valizlerini biz taşırdık, şeye koyardık.
Hiç unutmam Jül Menaşe adında bir bey vardı, rahmetli tabii hepsi öldüler şimdi onların. Çok kibirli, gururlu bir adamdı. Her zaman papyon giyen bir adamdı. Vagonun penceresinden bakıyordu, ağlıyordu. Bir de Şerif İnci Bey vardı tüccar. Ya her gün her sevkiyata gidi ordum fakat benim gittiğim, amcama yardım etmeye gittiğim sevkiyata, geldi oraya, bağıra bağıra: “Ağlaya ağlaya gidiyorsunuz, güle güle geleceksiniz. Bu rezalet muhakkak bitecek” diye bağırıyordu. Hatırı sayılır bir beydi bu Remzi Bey, çok varlıklı bir beydi. O da isyan etmişti bu duruma. Yani bu isyan edenler de oldu, başka şekilde de haciz gelecek olan evlerin eşyalarını kaçırıp, kendilerine deniz tarafından filan kaçırıp, kendilerinde muhafaza edip sonra geri verenler de oldu. Yani insanlık eninde sonunda tamamen ölmüyor kişilerde. Böyle de oldu, böylesi de oldu.
[Orada] bir yıl kaldı. Biz, bakın bu çok önemli bir şeydir. Alman orduları Stalingrad önünde soğuğa karşı dayanamayıp Ruslar tarafından geri püskürtülmeye başlandığı zaman, burada her şey affedildi, borçlar affedildi, her şey yerine, taşlar yerine oturdu. O bütün Yahudiler, Alman ordusunun Stalingrad’ı geçememesine borçluydu, 1945’te.
Sual: Peki, Varlık Vergisi’nin borcunu ödemek esnasında sizin eşyalarınız da satılmış mıydı?
Hayır. Hayır çünkü ödendi bizim borcumuz. Yalnız, yanılmıyorsam, yalan mı söylüyor, fakat gerçek payı var, fakat nasıl gelişti nasıl yaptılar büyükler, evdeki biraz gümüş filan şeyi vardı, birikimi vardı daha kalmış, yok oldu. Yok oldu yani bir komşuya, ya Türklerden bir komşuya filan verildi. Sonra tabii tekrar af çıktığı zaman tekrar geri geldi. Fakat büyüklerimiz bunu nasıl ayarladılar, ne sordum ne biliyorum. Onun için başta dedim ki bazı şeyler oldu ki Türk komşular, yardımcı oldukları haller, hem o bölgede oldu hem Karataş tarafında epey olduğunu işittik. Tabii Karataşlar Yahudi’dir, şeyi, birikimi çok daha fazlaydı. Yahut da unuttum yani, aradan epey zaman geçti. Gerçi, esas olayları bugün gibi yaşıyorum, belki farkındasınızdır bazen takılıyorum çünkü yaşıyorum o anları. Babamın hastalığı, bilhassa Varlık Vergisi’nin sonucudur. Yoksa öyle kolay kolay yıkılacak bir şey değildi. Ama bu Varlık Vergisi ve sonrası ve abisinin kampa gönderilmiş olması onu çok etkilemişti.
Onu yaşadık, onu çok etkilemişti ve esas Varlık Vergisi’nin acılarını çekenlerden, tabii Almanya’da olan şeylerle mukayese edilemez, ne fırınlarda yakıldık, ne şeyimizden sabun yapıldı, fakat yaşandığı kadarıyla en çok etkilenmiş olan ailelerden biriyiz. Onun için başladım. Benim muhteşem bir çocukluğum oldu. Muhteşem ve berbat bir gençliğim oldu. Birden beyazdan siyaha döndü. E sonrası tabii yaşlılığım, huzurlu bir yaşlılıktır, yani üçe bölersen yaşamımı ve o berbat şeyimin değişimin esas sebep unsuru Varlık Vergisi’nin getirdiğidir. Çok tahsile meraklı, bir ideal edinmiş olan bir genç adamın, okul taksiti ödenemediğinden okulu terk etme mecburiyeti. Burada devam etmek istese edemezsin çünkü kaydın silindi. Yani olaylar öyle gelişti ki hakikaten ben kendi kendimi biliyorum. Ben ot gibi yaşamamışım, yani bayağı dolu dolu; kahırlarıyla, sevinçleriyle, üzüntüleriyle dolu dolu yaşamışım yani. Şey, 60, tam 60 yıl. 2009’dan, pardon 1949’dan 2009’a kadar full çalışma, altmış sene. Yani dolu dolu yaşamışım. Çok şükür Allah’a ya! (…) Fakat Varlık Vergisi konusundan, söylüyorum yani, çok acı çeken ailelerden birisiyiz. Babam da onun şeyidir, martiridir.
Sual: Peki, o dönemde sizin gibi büyük paralar ödemek zorunda kalıp da sonradan kendini hiç toparlayamamış tanıdığınız oldu mu?
Hayır, bilmiyorum. Bilmiyorum. Yani, benim tanıdığım, me-ela, isim vermeyeceğim onu da, biri vardı ki Yahudilerden, bir memurdu bir şeyde, vatanları Fransız’dı. Fransa’ya gittiler savaş dolayısıyla, orada kendi ülkelerine gittiler. Burada kalan şeyleri, müstahdemleri trilyoner oldu. Nasıl oldu Allah bilir. Nasıl yaptılar, nasıl becerdiler, tam bilmiyorum. Böyle Yahudiler de var içlerinde. Biliyoruz onları. Başka, bizim durumda, yani böyle çok varlıktan yahut da çok varlıklı bir hayat yaşamaktan evdeki günlük yemeğinin hesabını yapacak dereceye düşmüş olan başkası, bilmiyorum. Ama bizim bir de bu durumları yaşadığımız’ başkaları bilmez. Çünkü hissetmedik. Elbiselerimiz bizim hâlâ zamanından iyi kalmıştı. Kese kağıdı yaptırdığımız zaman, evden bakkala gittiğim zaman ben yeni bayramlık elbiselerimi giydim. Ve bakkala “Ya fakir bir adam var, bu kese kağıdı yapıyor, Allah aşkına al bu adamı da başımdan at” havasında o kese kâğıtlarinı yapıyordum. Belki başkaları da aynı durumdaydı ama bilemiyordum onu. Nitekim bizim o durumumuzu bilen çok az, herhalde çok az bir şey vardı, çevre vardı. Hep birbiri üzerine geldi. Varlık Vergisi, babamın hastalığı, askerlik, babamın ölümü, tekrar hayat mücadelesine başlama. Fakat şayet, tekrar tekrar söylüyorum çünkü o çok önemli, Alman orduları Stalingrad’ı aşmış olsaydı biz de yolcuyduk herhalde.
(…)
Şayialara göre Bahri Baba’nın orada, Kız Lisesi’nin karşısında insanları yakmak için bir yer yapılmışmış. Şayialardı, sonra orası basketbol salonu yapıldı.
Kaynak: Rıfat Bali, Varlık Vergisi Hatıralar Tanıklıklar, Libra Yayıncılık, 2012.
Paylaş: