Kaynak: Şalom
Yahudilik, Yahudilik kültürü ve Yahudilerle ilgilenmek bağlamında geçtiğimiz yüzyılın en önemli düşünürlerinin ikisi de, Alman olan Friedrich Nietzsche ile Martin Heidegger’dir. Yahudiler üzerine düşünen ve yazan birçok farklı düşünür olmasına rağmen bu iki ismin öne çıkmalarının en önemli nedeni, ilkin ikisinin de düşün tarihinde devrimlere yol açacak düşünce sistematikleri geliştirmeleri, ikincisi de Yahudilik konusunda her ikisinin de farklı da olsa aykırı ve kendi içinde çelişkili teorilere sahip olmaları.
Nietzsche’nin bugün bile tartışılan ‘antisemit mi yoksa tersine filosemit (Yahudi sever) mi’ olduğu uzun bir inceleme konusu olurken yeniden antisemit olduğu tescillenen Heidegger’in düşüncelerinden ve bunlarla ilgili ortaya çıkan yeni belgelerinden söz etmek lazım. Antisemitizm tarihine not düşmek adına susmamak lazım zira.
Martin Heidegger her şeyden önce, geliştirdiği ‘Varlık’ düşüncesini son tahlilde Nazizm ideolojisinin içine yerleştirmeyi başarmış bir düşünür olarak adını felsefe tarihine yazdırmıştır.
1933 baharında Hitler ve Nazi Partisi’nin iktidara gelmesinden birkaç ay sonra Freiburg Üniversitesi’nin rektörlüğüne seçilir. Hemen sonra da partiye kaydını yaptırır. Rektörlük konuşmasını Nazi selamıyla bitirir ve selamı yeni başlangıçların zaferi olarak attığını söyler. Heidegger rektörlüğe seçilmesinden hemen önce ise Dachau Kampı kurulmuş olacak ve Yahudi işadamlarının boykot edilme süreci başlamış olacaktı. Göreve gelir gelmez yaptığı ilk icraat ise Yahudi profesörleri üniversitesinden uzaklaştırmak olacaktı.
Heidegger, eski hocası ve çok etkilendiği, Yahudi asıllı ünlü düşünür Edmund Husserl’i üniversite kütüphanesine bile almamıştır. 1938’de ölen hocasının cenazesine bile gitmemiştir. O yıllarda Hitler’e yazdığı bir mektupta ise şöyle diyecektir:“Ah! Führer’im siz bizim insanlarımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız. Azim ve şeref! Yeni bir ruhun hocası ve öncü savaşçısı.”
Heidegger rektörlüğünü bir sene kadar devam ettirebilir, zira onun yerine daha radikal bir ideologun göreve gelmesi gerekecekti. Heidegger, 1945’e kadar parti üyeliğine devam edecek ve Nazi ideolojisine felsefi temelde desteğini sürdürecekti. Savaştan sonra Nazi fikirlerinden dolayı kendisine üniversitede görev verilmeyecek ama başta öğrencisi ve gizli aşığı Yahudi asıllı düşünür Hannah Arendt ve diğer eski arkadaşlarının temasları ve desteği sayesinde 1952’de yeni dönem Almanya’nın üniversite hayatına dönebilecekti. Bazı söyleşilerinde kimi hatalar yaptığını söylemesine rağmen Heidegger geçmişi ile alakalı olarak hiç özür dilemeyecek ve 1976’daki vefatına kadar Nazi ideolojisini felsefi bağlamda tam terk etmeyecekti…
***
Heidegger, ‘varlığın doğası’ ile ‘modernitenin ve büyük ölçüde modern felsefi geleneğinin insani özellikleri ortadan kaldıran etkileri’ fikirleri üzerinde çalıştı. 1927’de çıkardığı ‘Varlık ve Zaman’ bu bağlamda felsefe tarihinin önemli yapıtları arasına girecek, sonradan Jean Paul Sartre ve Albert Camus başta olmak üzere varoluşçuları etkileyecekti.
Heidegger’e göre insan bu dünyaya bir şekilde ‘atılmıştır’, ‘fırlatılmıştır’. Varoluşa bırakılmışlığı aslında kendi özgürlüğüne fırlatılmış olması demektir. Hayatı boyunca yapacağı özgür seçimlerle varlığının içini onun anlamı olarak doldurabilecektir, özgürlüğünü gerçekleştirmek zorunda kalacaktır.
Bu noktada Heidegger Nazizm’i, yeni insani değerler yaratma suretiyle insanın özgürlük arayışında insanlığı iyiye götürecek, insanlık tarihinde yeni bir başlangıç olarak kabul eder. İlk çalışmalarında Yahudileri ise varlığın tersi olarak, hesap kitap peşinde olan ‘dünyasızlar’, (Diaspora’ya da atfen çift anlamlı bir niteleme olsa gerek), yani kendi teorisine göre varlığı olmayan insanlar olarak tanımlar.
Geçtiğimiz yıl kitaplaştırılan ve yeni ortaya çıkan, ‘Kara Defterler’ adı verilen 1931-1941 arası aldığı notlarında ise Heidegger’in tescilli bir antisemit olduğu ortaya çıkacaktı. Heidegger’in Yahudileri, modern teknolojinin mucitleri olarak görmediğini ama modernitenin bir başka ve hatta en büyük zarar verici gücü olarak gördüğünü anlıyoruz. Ve bu modernitenin insanlığa büyük zarar verdiğini de söyleyecekti.
Nazi ölüm kamplarını kendini imha eden bir modernite uygarlığının simgesi olarak gösterirken bunun nedenini Yahudi kültürünün imhacı karakterine de bağlayacak, bir anlamda kampların suçunu Almanlardan çok Yahudilere atacaktı, sonradan ortaya çıkan gizli notlarında. Bütün bunlara ilaveten, felsefi anlamda ‘varlığın’ özgürleşme sürecinde varlıklarından sökülmesinin nedenini de metafizik geleneğe ve gizli notlarında da Yahudilere bağlayacaktı.
Bu son gerçekler karşısında Heidegger severler büyük bir yıkıma uğradılar. Bu kadar büyük bir filozofun ırkçı bir karaktere de sahip olacağının şokunu yaşadılar. Zira gurularının mirası kara bir bulut tarafından gölgelenmişti. Almanya’da ünlü Martin Heidegger Kulübü’nün başkanı bu antisemit görüşler yüzünden görevine devam edemeyeceğini söyleyerek istifasını verir. Bunu diğerlerinin de takip etmesine şaşırmamak gerek.
Ama asıl şaşılası ve anlaşılamayan tek mesele Yahudi asıllı Hannah Arendt’in, tescilli Nazi sempatizanı olan profesörüne aşık olması; hadi bunu geçelim, kimi gerçeklere rağmen savaş sonrası bile onu korumaya devam etmesi olmalı.
Aşk, Nazilik veya antisemitizm dinlemiyor anlaşılan.
Kaynak: Şalom
Yahudilik, Yahudilik kültürü ve Yahudilerle ilgilenmek bağlamında geçtiğimiz yüzyılın en önemli düşünürlerinin ikisi de, Alman olan Friedrich Nietzsche ile Martin Heidegger’dir. Yahudiler üzerine düşünen ve yazan birçok farklı düşünür olmasına rağmen bu iki ismin öne çıkmalarının en önemli nedeni, ilkin ikisinin de düşün tarihinde devrimlere yol açacak düşünce sistematikleri geliştirmeleri, ikincisi de Yahudilik konusunda her ikisinin de farklı da olsa aykırı ve kendi içinde çelişkili teorilere sahip olmaları.
Nietzsche’nin bugün bile tartışılan ‘antisemit mi yoksa tersine filosemit (Yahudi sever) mi’ olduğu uzun bir inceleme konusu olurken yeniden antisemit olduğu tescillenen Heidegger’in düşüncelerinden ve bunlarla ilgili ortaya çıkan yeni belgelerinden söz etmek lazım. Antisemitizm tarihine not düşmek adına susmamak lazım zira.
Martin Heidegger her şeyden önce, geliştirdiği ‘Varlık’ düşüncesini son tahlilde Nazizm ideolojisinin içine yerleştirmeyi başarmış bir düşünür olarak adını felsefe tarihine yazdırmıştır.
1933 baharında Hitler ve Nazi Partisi’nin iktidara gelmesinden birkaç ay sonra Freiburg Üniversitesi’nin rektörlüğüne seçilir. Hemen sonra da partiye kaydını yaptırır. Rektörlük konuşmasını Nazi selamıyla bitirir ve selamı yeni başlangıçların zaferi olarak attığını söyler. Heidegger rektörlüğe seçilmesinden hemen önce ise Dachau Kampı kurulmuş olacak ve Yahudi işadamlarının boykot edilme süreci başlamış olacaktı. Göreve gelir gelmez yaptığı ilk icraat ise Yahudi profesörleri üniversitesinden uzaklaştırmak olacaktı.
Heidegger, eski hocası ve çok etkilendiği, Yahudi asıllı ünlü düşünür Edmund Husserl’i üniversite kütüphanesine bile almamıştır. 1938’de ölen hocasının cenazesine bile gitmemiştir. O yıllarda Hitler’e yazdığı bir mektupta ise şöyle diyecektir:“Ah! Führer’im siz bizim insanlarımızın ihtiyaç duyduğu kurtarıcısınız. Azim ve şeref! Yeni bir ruhun hocası ve öncü savaşçısı.”
Heidegger rektörlüğünü bir sene kadar devam ettirebilir, zira onun yerine daha radikal bir ideologun göreve gelmesi gerekecekti. Heidegger, 1945’e kadar parti üyeliğine devam edecek ve Nazi ideolojisine felsefi temelde desteğini sürdürecekti. Savaştan sonra Nazi fikirlerinden dolayı kendisine üniversitede görev verilmeyecek ama başta öğrencisi ve gizli aşığı Yahudi asıllı düşünür Hannah Arendt ve diğer eski arkadaşlarının temasları ve desteği sayesinde 1952’de yeni dönem Almanya’nın üniversite hayatına dönebilecekti. Bazı söyleşilerinde kimi hatalar yaptığını söylemesine rağmen Heidegger geçmişi ile alakalı olarak hiç özür dilemeyecek ve 1976’daki vefatına kadar Nazi ideolojisini felsefi bağlamda tam terk etmeyecekti…
***
Heidegger, ‘varlığın doğası’ ile ‘modernitenin ve büyük ölçüde modern felsefi geleneğinin insani özellikleri ortadan kaldıran etkileri’ fikirleri üzerinde çalıştı. 1927’de çıkardığı ‘Varlık ve Zaman’ bu bağlamda felsefe tarihinin önemli yapıtları arasına girecek, sonradan Jean Paul Sartre ve Albert Camus başta olmak üzere varoluşçuları etkileyecekti.
Heidegger’e göre insan bu dünyaya bir şekilde ‘atılmıştır’, ‘fırlatılmıştır’. Varoluşa bırakılmışlığı aslında kendi özgürlüğüne fırlatılmış olması demektir. Hayatı boyunca yapacağı özgür seçimlerle varlığının içini onun anlamı olarak doldurabilecektir, özgürlüğünü gerçekleştirmek zorunda kalacaktır.
Bu noktada Heidegger Nazizm’i, yeni insani değerler yaratma suretiyle insanın özgürlük arayışında insanlığı iyiye götürecek, insanlık tarihinde yeni bir başlangıç olarak kabul eder. İlk çalışmalarında Yahudileri ise varlığın tersi olarak, hesap kitap peşinde olan ‘dünyasızlar’, (Diaspora’ya da atfen çift anlamlı bir niteleme olsa gerek), yani kendi teorisine göre varlığı olmayan insanlar olarak tanımlar.
Geçtiğimiz yıl kitaplaştırılan ve yeni ortaya çıkan, ‘Kara Defterler’ adı verilen 1931-1941 arası aldığı notlarında ise Heidegger’in tescilli bir antisemit olduğu ortaya çıkacaktı. Heidegger’in Yahudileri, modern teknolojinin mucitleri olarak görmediğini ama modernitenin bir başka ve hatta en büyük zarar verici gücü olarak gördüğünü anlıyoruz. Ve bu modernitenin insanlığa büyük zarar verdiğini de söyleyecekti.
Nazi ölüm kamplarını kendini imha eden bir modernite uygarlığının simgesi olarak gösterirken bunun nedenini Yahudi kültürünün imhacı karakterine de bağlayacak, bir anlamda kampların suçunu Almanlardan çok Yahudilere atacaktı, sonradan ortaya çıkan gizli notlarında. Bütün bunlara ilaveten, felsefi anlamda ‘varlığın’ özgürleşme sürecinde varlıklarından sökülmesinin nedenini de metafizik geleneğe ve gizli notlarında da Yahudilere bağlayacaktı.
Bu son gerçekler karşısında Heidegger severler büyük bir yıkıma uğradılar. Bu kadar büyük bir filozofun ırkçı bir karaktere de sahip olacağının şokunu yaşadılar. Zira gurularının mirası kara bir bulut tarafından gölgelenmişti. Almanya’da ünlü Martin Heidegger Kulübü’nün başkanı bu antisemit görüşler yüzünden görevine devam edemeyeceğini söyleyerek istifasını verir. Bunu diğerlerinin de takip etmesine şaşırmamak gerek.
Ama asıl şaşılası ve anlaşılamayan tek mesele Yahudi asıllı Hannah Arendt’in, tescilli Nazi sempatizanı olan profesörüne aşık olması; hadi bunu geçelim, kimi gerçeklere rağmen savaş sonrası bile onu korumaya devam etmesi olmalı.
Aşk, Nazilik veya antisemitizm dinlemiyor anlaşılan.
Paylaş: