Almanya, birbiri ardına iki Adalet Bakanı tarafından kabul edilen bir araştırmanın sonuçlarıyla çalkalanıyor. Araştırma, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanlığı’nın Nazi artığı hukukçuların sığınağı olduğunu gösteriyor.
Kaynak: Cemil Fuat Hendek / Sol
Almanya, birbiri ardına iki Adalet Bakanı tarafından desteklenen bir araştırmanın sonuçlarıyla çalkalanıyor. Biri ceza hukuku uzmanı, diğeri tarihçi iki bilim insanının yönetimi altındaki bir komisyonun, Federal Adalet Bakanlığı’nın tüm belgelerini, personel dosyalarını inceleyerek ve söyleşiler yaparak hazırladığı rapora göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan genç Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanlığı Nazi artığı hukukçuların sığınağı olmuş.
Tarihçi Heike Görtemaker, Deutschlandradio ile yaptığı söyleşide, 1950 yılında Almanya’nın başkenti Bonn’un güneyindeki Rosenburg Şatosu’na yerleşen bakanlığın, en tepeden başlayarak tüm çalışanlarının dörtte üçünün Nazi geçmişi olduğunu saptadıklarını söylüyor.
Böylece Federal Cumhuriyet’in kuruluşunda çıkarılan yasalarla Nazilerin kovuşturulması ve yargılanmasının eksik bırakıldığını, 1958’e de tüm Nazizm suçlularının beraat ettirildiğini, “herşeye bir çizgi çekme politikası” uygulandığını ve en ağır suçların bile bir süre sonra zaman aşımına uğratıldığı da saptanmış oluyor. Araştırmacıları asıl şaşırtan ise, bakanlıktaki eski Nazi oranının 1970 sonuna dek yüzde 50’nin altına düşmemiş olması.
1945’TEN SONRA NE OLDU?
Aslına bakılırsa, bunda şaşıracak hiçbir şey yok! Şimdi birlikte hızla gözden geçirelim.
Yıl 1945. Yenilenler de, yenenler de telâştadırlar.
Yenenlerin bir kısmı telaştadırlar. Aslına bakılırsa, Nazi diktatörlüğününün kuruluşuna ve yerleşip gelişmesine savaş çıkarana dek göz yummuşlar, dahası kimi alanlarda onu desteklemişlerdi. Sonuçta ona karşı savaşmak zorunda kalmış olmalarına ve şimdi “galipler” tarafında durmalarına karşın, bir alanda yine de yenik düşmüşlerdi: En başta Almanya ile ortaklaştıkları hedefe varılamamış, “ortak düşman”, sosyalizmin kalesi Sovyetler Birliği yenilememişti. Aksine, Nazi imparatorluğunun yenilgisinde başrolü oynamıştı.
Yenilen Almanya ise, yenilen diğer ülkelerden çok daha farklı bir durumdaydı. NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) devlet, devlet de NSDAP’den ibaretti. Devlet aparatının en tepesindekinden en altındakine dek eksiksiz olarak tüm kadroları, bu parti üyelerinden oluşuyordu. Üretimde, ticarette ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında bu partili olmayan ya da ona biat etmeyen hiçbir kimseye hayat hakkı yoktu. Naziler böylece Alman halkının, işçileri ve emekçi yığını da içine alan ezici –ama gerçekten ezici- çoğunluğuna kısacık bir zaman dilimi içinde (tarihin akışı içinde 10-15 yıl nedir ki?) bambaşka bir karakter kazandırmıştı.
En pasiflerin bile, sırf işyerlerindeki konumlarına yerleşmek, dükkanlarına el koymak, ya da mahallelerindeki evlerde bulunan mallarını yağmalamak, olmadı haraç mezat üç kuruşa kapatmak için Yahudileri, komünistleri, sosyal demokratları ihbar eden bir insanlar topluluğu… Fabrikalarda en ağır ve pis işlerin savaş esirlerine yüklenmesine sevinen işçilere, Yahudilerin topluca katledilmesini görmezden, duymazdan, bilmezden gelen “çevre sakinleri”ne dek… Hemen tümü aynı akıntıya kapılmış, Nazilere faşizmin iktidarda olduğu diğer ülkelerde görülmeyen boyutlarda yığınsal destek sağlayan bir ulus.
YENİLGİNİN GETİRDİĞİ RUHSAL ÇÖKÜNTÜ
Nazilerin ilkokul çocuklarından başlayarak her toplumsal kesimde örgütleyerek formatladığı bu ulusun güvendiği dağlara kar yağmıştı. Kentleri harabeye döndürülmüş (savaş boyunca İngiliz ve Amerikalıların ulaşabildikleri kentlere sürekli bomba yağdırmasına karşın, Kızıl Ordu Berlin dışında hiçbir kenti, hiçbir sivil hedefi bombardıman altına almamıştır), sahip olduklarını sandıkları refah düzeyinin yerine başının üstünde bir damdan ve en temel gereksinimlerinden yoksun kalmış, hayatta kalma mücadelesi içine sürüklenmiş milyonlar.
Maddeselliğin ötesinde, başlı başına üzerinde durulması ve unutulmaması gereken bir nokta daha var: İktidardaki çeteyle ve sürdürdüğü savaşla kendisini özdeşleştirmişken, birden yenilgiyle karşılaşmanın getirdiği ruhsal çöküntü. Ve tabii , bir an önce eski giysilerinden, Nazi geçmişinden, kurtulma telaşı.
Başta, “her iki tarafta telaş” demişti. Galip ABD, İngiltere ve Fransa’nın telaşının bir nedeni de, galip Sovyetler Birliği’ne karşı bir an önce bu ulusa dayanarak yeni bir kapitalist ülke kurma çabasıydı.
NAZİSİZLEŞTİRME KAMPANYASINA KİM İNANIR?
Almanya’daki “Nazisizleştirme Kampanyası” (Entnazifizierung) bu koşullarda başladı. Sadece bir şovdan ibaret olan Nürnberg Mahkemesi ve yarım yamalak geçiştirilen bir kampanya ile bu işin başarıldığına inananın aklına şaşmalı. Ne olabilirdi ve ne olması bekleniyordu ki?
Moskova önlerine dek adım adım kan bürümüş gözler ve vahşi bir yıkıcılıkla ilerleyenleri, Stalingrad’da taş üştüne taş bırakmayanları, idam mangalarında silahını acımasızca doğrultan, idam iplerinin düğümünü sıkanları; insanları fırınlara giden yollarda sürüler halinde sıralara dizenlerden, arta kalan protezlerdeki altınları ayıklayanlara dek milyonlarca insan hangi hapishaneye doldurulabilirdi ki? Her alanda bilimsel ve teknik ilerlemeye katkı yapan buluşlarını Nazilerin hizmetine, tabii özellikle yığınsal imha silahlarının geliştirilmesine adayan bilim insanlarından kim vazgeçebilirdi ki? Nazizme karşı suçlu gösterilenleri mahkemelerde savunma fırsatı bile vermeksizin aşağılayıcı hitaplar ve hakaretlerle yargılayıp, tek duruşmada idama ya da toplama kampına gönderen hakimlerin, savcıların, onları savunmaya bile yanaşmayan avukatların; bunları tutuklayarak tam bir “temizlik” yapma görevini canla başla yerine getiren Gestapo elemanlarının, polisler ve bekçilerin… Akıl almaz deneylerinde kobay yerine insanları kullananlardan başlayarak esirleri , Nazi karşıtlarını göz göre göre ölüme terk eden doktorların, hemşire ve hastabakıcıların… Nazi iktidarının “muzaffer” yapılarını diken mühendis ve mimarların; onların abidelerini dizayn eden heykeltraşların, sanatçıların; marşlarını basteleyen müzisyenlerin… Propaganda yazıları kaleme alan yazarların, onları mikrofonlardan dünyaya yayan programcıların, spikerlerin, propaganda filmlerinin rejisörlerinin, yapımcılarının, oyuncularının… Bütün bunların, yani milyonlarca insanın yerine kim konacaktı ki?
ÇEKİRDEĞİN ÖZÜ: ALMAN SERMAYESİ
Ve şimdi asıl çekirdeğe, çekirdeğin özüne, tümünün DNA’sına gelelim: Devasa Alman sermayesi – Deutsche, Dresdner, Commerz bankaları, sigorta şirketleri; ve Alman endüstrisi – Thyssen, Krupp, Rheinmetall ve diğerleri; bunların arkalarındaki sermaye grupları, hissedarları ne olacaktı? Alman emperyaliminin savaş çıkarmasını ve beş yıl boyunca tüm şiddetiyle o savaşı sürdürmesini sağlayan bu unsurlara cephe alması beklenebilir miydi? Tabii ki, hayır! Çünkü bütün mesele, “DNA”nın kodunda, o sihirli sözcükte saklıydı: Kapitalizm! Nitekim, Nürnberg Mahkemeleri’nin ardından açılan toplam 12 artçı dava arasında Flick Konserni, IG-Farben ve Krupp davaları da yer aldı. Fakat, örneğin Krupp davasında yargılanan 35 yöneticiden sadece 10’u mahkum oldu, diğerleri beraat etti. Ya asıl patronlar? Tabii onları hapsetmek olanak dışıydı.
Almanya’daki “DNA”yı değiştirmek bir yana, onun devamlılığını sağlamak gerekiyordu. Ve asıl amaç olan, ana düşmana, reel sosyalizme karşı mücadeleyi en sağlam şekilde sürdürebilecek olanlar bunlardı. Onun için bir biçimde muhafaza edilmeli, yeni baştan işler hale getirilmeliydi. Yeni Federal Cumhuriyet işte bunlarla kuruldu! Bankalarda, sigorta şirketlerinde, ağır sanayi ve devletin katlarında her alanda kostüm değiştirmiş olarak yönetici konuma getirilenlerle. Zaten, 1949’dan sonra Soğuk Savaş hazırlığı ile birlikte Nazilere karşı davalardan vazgeçildi.
RÜŞVET MESELESİ DE UNUTULMAMALI
Nazizm, tekelci sermayenin iktidarıydı. İyi de, savaş koşullarına karşın ülkede gözle görülen belli bir refah düzeyinden, sadece Krupp ailesinin fertleri, Thyssen’in ortakları, bankaların, dev sigorta şirketlerinin -şimdiki deyişle- CEO’ları mı faydalanıyordu? Zamanın milyonerlerini, hisse senetleriyle yaşayan tufeylileri, bunların en üst düzeydeki hizmetkârlarını bir yana bırakalım. Otomobillerle gezen, lokallerde, danslarda eğlenen, tatil beldelerine doluşan milyonlarla insan, özellikle orta tabakalar ne âlemdeydi? Zaptedilen ve sesi kısılan, dahası, 1918’de devrime yürümüş, 30’ların başına dek savaşkan birliklere, hâttâ silahlı müfrezelere sahipken, önemli bir bölümü Nazilerin taraftarı haline getirilen işçiler de içinde olmak üzere milyonlarca insan nasıl yaşıyordu?
Şimdi toplumsal olarak işlenen suçların hem bireysel, hem de toplumsal olarak cezasını çekeceği korkusuyla paniğe kapılmış bu ulus sükunete kavuşturulmalı, yeni baştan kendine güvenini kazanması sağlanmalıydı. Alman ulusu derhal o refaha geri döndürülmeli, hâttâ yaşam düzeyleri daha da yükseltilmeliydi. Marshall Planı bu amaçla devreye sokuldu. Finans oligarşisinden, tekelci burjuvazinin üyelerinden, o dönemdeki büyük toprak sahiplerinden başlayarak, küçük burjuvalara, meslek sahiplerine, burjuva devletinin hizmetkârlarına… Ve sendikal-politik liderlerinden başlayarak tek tek işçi sınıfının fertlerine dek uzanan -tabii toplumsal hiyerarşiye uygun oranda olmak koşuluyla- bir “rüşvet mekanizması”da kuruldu.
BUGÜNKÜ DURUM: FAŞİSTLERE DÜZENLİ, YÜKLÜ MAAŞ
Burjuva demokrasisinin hayranı şaşkınlar, Rosenburg Dosyası benzeri haberleri Almanya’nın ne kadar “demokratik” bir ülke olduğuna kanıt olarak görmeyeye meraklılar. Halbuki, burada yapılan iş, çoktan eskitilmiş ve bugüne değmemesi için titizlik gösterilen bir geçmişle ilgili. Bu tür “aydınlatmalar”ın asıl işlevi ise geçmişi aydınlatmaktan çok, bugünkü durumu örtbas etmekten ibaret.
Çıplak gerçeğini özetlediğimiz savaş sonrası dönemden neredeyse hiç kimse kalmadı Almanya’da. Onların konumlarında arkadan gelen nesiller oturuyor şimdi. Yeni gelenlerle birlikte, özellikle devletin en canalıcı kurumlarında, belli bakanlıklarda ve dairelerde temelden bir değişiklik olduğunu iddia etmek büyük yanılgı olur. İstisnasız tüm miting ve yürüyüşlerde polisin “sağ gözünün tamamen kör olması” başka nasıl açıklanabilir ki? Faşistlerin yabancılara yönelik saldırı ve cinayetlerinin arkasında siyasal bir motif olduğunu inkar eden de yine aynı polis. Bu polis teşkilatında, 1990-2000 yılları arasında politik nedenlerle işlendiği bilinen 140 cinayetten sadece 47 tanesinin arkasında “siyasal nedenler olabileceği” notunu düşenler kimlerdir? Anayasayı Koruma Dairesi’nin de Naziler arasından seçtiği ve ajan olarak kullandığı faşistlere düzenli olarak çok yüklü maaşlar verdiği, tüm suçları yakından izlemesine karşın bunları engellemek için hiçbir girişimde bulunmadığı da kamuoyunun bilgisi dahilinde. Sahte para basmaktan cinayete dek çok çeşitli suçlara bulaşmış tescilli bir faşistin, hakkında kesinleşen 9,5 yıllık hapis cezasını çekmeden serbest bırakılması, üstelik bir dernek kurarak Sachsen Eyaleti’nden 130 bin Avro destek alması da tek bir olay değil. Açıktan faşist parti NSP’ye Meklenburg-Vorpommer ve Sachsen Eyalet kasalarından verilen ve doğrudan faşist örgütlere aktığı bilinen 20 milyon Avro… Ve inanması daha da zor olan bir başka gerçek, NPD’nin yönetici kadrolarında her yedi kişiden birinin Anayasayı Koruma Dairesi’nin maaş bordrosunda ismine yer alması!
YANLIŞLIKLA YOK EDİLEN DELİLLER KİMİN İŞİ OLABİLİR?
Aralarında Federal Parlamento üyeleri de bulunan on binlerce sol görüşlü yurttaşın e-posta ve telefonlarını izleyen gizli servislerin kimyasının o günden bu yana değiştiğini, yöneticilerinden başlayarak çalışanlarının pek “demokratik” görüşlere sahip olduğunu kim iddia edebilir? En son, sekiz Türkiye ve bir Yunanistan kökenli insanın, ayrıca bir de polisin katli ile ilgili davada biraraya getirilen tüm delillerin “yanlışlıkla” yok edildiğine kim inanabilir? Bu suçları işlediği bilinen iki faşistin bir otomobilde “intihar etmiş olarak bulunduğu” haberi de bir o kadar inandırıcı. Ya Hessen Eyalet Başbakanı’nın iz süren cinayet masası memurlarının doğrudan kimi şahitlerin ifadesini almasını engellemesi? Sadece bu davanın sürdürülüş biçimine değil, faşistlere karşı açılan yüzlerce davanın sürekli patinaj yaparak önünde sonunda hiçliğe yuvarlanmasına bakarak kimi hakim ve savcılar için de bir şey söylemek gerekmez mi?
Federal Silahlı Kuvvetler’de de açıkça Nazi olduğu bilinenlerin konum kazanmalarına göz yumulması ise başka bir başlık. Bu tür haberler arada bir gazetelerin uzak köşelerinde görünüp kayboluyor, hedefli olarak unutturuluyorlar.
Pek “demokratik” bir ülke olarak gösterilen Federal Almanya’da bu örnekler uzayıp gidiyor. Rosenburg incelemesini yapan bilim insanları vardıkları sonuç karşısında şaşırmışlar. Biz şaşırmayalım. Burjuvazinin iktidarının devamı için her türlü önlemi elinde hazır tuttuğunu, bu bağlamda düzen partileriyle de yetinmeyerek en uç köşelerdeki eli kanlı faşistleri, kimi mafya benzeri çeteleri bile yedekte tutarak beslemekten geri kalmadığını bilelim.
Bu gerçeği kavradığımız anda, günümüzde ağızlara sakız yapılan “demokrasi”nin özünde ne olduğunu da kavrayacağız: Burjuvazinin diktatörlüğü!
Kaynak: Cemil Fuat Hendek / Sol
Almanya, birbiri ardına iki Adalet Bakanı tarafından desteklenen bir araştırmanın sonuçlarıyla çalkalanıyor. Biri ceza hukuku uzmanı, diğeri tarihçi iki bilim insanının yönetimi altındaki bir komisyonun, Federal Adalet Bakanlığı’nın tüm belgelerini, personel dosyalarını inceleyerek ve söyleşiler yaparak hazırladığı rapora göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan genç Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Adalet Bakanlığı Nazi artığı hukukçuların sığınağı olmuş.
Tarihçi Heike Görtemaker, Deutschlandradio ile yaptığı söyleşide, 1950 yılında Almanya’nın başkenti Bonn’un güneyindeki Rosenburg Şatosu’na yerleşen bakanlığın, en tepeden başlayarak tüm çalışanlarının dörtte üçünün Nazi geçmişi olduğunu saptadıklarını söylüyor.
Böylece Federal Cumhuriyet’in kuruluşunda çıkarılan yasalarla Nazilerin kovuşturulması ve yargılanmasının eksik bırakıldığını, 1958’e de tüm Nazizm suçlularının beraat ettirildiğini, “herşeye bir çizgi çekme politikası” uygulandığını ve en ağır suçların bile bir süre sonra zaman aşımına uğratıldığı da saptanmış oluyor. Araştırmacıları asıl şaşırtan ise, bakanlıktaki eski Nazi oranının 1970 sonuna dek yüzde 50’nin altına düşmemiş olması.
1945’TEN SONRA NE OLDU?
Aslına bakılırsa, bunda şaşıracak hiçbir şey yok! Şimdi birlikte hızla gözden geçirelim.
Yıl 1945. Yenilenler de, yenenler de telâştadırlar.
Yenenlerin bir kısmı telaştadırlar. Aslına bakılırsa, Nazi diktatörlüğününün kuruluşuna ve yerleşip gelişmesine savaş çıkarana dek göz yummuşlar, dahası kimi alanlarda onu desteklemişlerdi. Sonuçta ona karşı savaşmak zorunda kalmış olmalarına ve şimdi “galipler” tarafında durmalarına karşın, bir alanda yine de yenik düşmüşlerdi: En başta Almanya ile ortaklaştıkları hedefe varılamamış, “ortak düşman”, sosyalizmin kalesi Sovyetler Birliği yenilememişti. Aksine, Nazi imparatorluğunun yenilgisinde başrolü oynamıştı.
Yenilen Almanya ise, yenilen diğer ülkelerden çok daha farklı bir durumdaydı. NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) devlet, devlet de NSDAP’den ibaretti. Devlet aparatının en tepesindekinden en altındakine dek eksiksiz olarak tüm kadroları, bu parti üyelerinden oluşuyordu. Üretimde, ticarette ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında bu partili olmayan ya da ona biat etmeyen hiçbir kimseye hayat hakkı yoktu. Naziler böylece Alman halkının, işçileri ve emekçi yığını da içine alan ezici –ama gerçekten ezici- çoğunluğuna kısacık bir zaman dilimi içinde (tarihin akışı içinde 10-15 yıl nedir ki?) bambaşka bir karakter kazandırmıştı.
En pasiflerin bile, sırf işyerlerindeki konumlarına yerleşmek, dükkanlarına el koymak, ya da mahallelerindeki evlerde bulunan mallarını yağmalamak, olmadı haraç mezat üç kuruşa kapatmak için Yahudileri, komünistleri, sosyal demokratları ihbar eden bir insanlar topluluğu… Fabrikalarda en ağır ve pis işlerin savaş esirlerine yüklenmesine sevinen işçilere, Yahudilerin topluca katledilmesini görmezden, duymazdan, bilmezden gelen “çevre sakinleri”ne dek… Hemen tümü aynı akıntıya kapılmış, Nazilere faşizmin iktidarda olduğu diğer ülkelerde görülmeyen boyutlarda yığınsal destek sağlayan bir ulus.
YENİLGİNİN GETİRDİĞİ RUHSAL ÇÖKÜNTÜ
Nazilerin ilkokul çocuklarından başlayarak her toplumsal kesimde örgütleyerek formatladığı bu ulusun güvendiği dağlara kar yağmıştı. Kentleri harabeye döndürülmüş (savaş boyunca İngiliz ve Amerikalıların ulaşabildikleri kentlere sürekli bomba yağdırmasına karşın, Kızıl Ordu Berlin dışında hiçbir kenti, hiçbir sivil hedefi bombardıman altına almamıştır), sahip olduklarını sandıkları refah düzeyinin yerine başının üstünde bir damdan ve en temel gereksinimlerinden yoksun kalmış, hayatta kalma mücadelesi içine sürüklenmiş milyonlar.
Maddeselliğin ötesinde, başlı başına üzerinde durulması ve unutulmaması gereken bir nokta daha var: İktidardaki çeteyle ve sürdürdüğü savaşla kendisini özdeşleştirmişken, birden yenilgiyle karşılaşmanın getirdiği ruhsal çöküntü. Ve tabii , bir an önce eski giysilerinden, Nazi geçmişinden, kurtulma telaşı.
Başta, “her iki tarafta telaş” demişti. Galip ABD, İngiltere ve Fransa’nın telaşının bir nedeni de, galip Sovyetler Birliği’ne karşı bir an önce bu ulusa dayanarak yeni bir kapitalist ülke kurma çabasıydı.
NAZİSİZLEŞTİRME KAMPANYASINA KİM İNANIR?
Almanya’daki “Nazisizleştirme Kampanyası” (Entnazifizierung) bu koşullarda başladı. Sadece bir şovdan ibaret olan Nürnberg Mahkemesi ve yarım yamalak geçiştirilen bir kampanya ile bu işin başarıldığına inananın aklına şaşmalı. Ne olabilirdi ve ne olması bekleniyordu ki?
Moskova önlerine dek adım adım kan bürümüş gözler ve vahşi bir yıkıcılıkla ilerleyenleri, Stalingrad’da taş üştüne taş bırakmayanları, idam mangalarında silahını acımasızca doğrultan, idam iplerinin düğümünü sıkanları; insanları fırınlara giden yollarda sürüler halinde sıralara dizenlerden, arta kalan protezlerdeki altınları ayıklayanlara dek milyonlarca insan hangi hapishaneye doldurulabilirdi ki? Her alanda bilimsel ve teknik ilerlemeye katkı yapan buluşlarını Nazilerin hizmetine, tabii özellikle yığınsal imha silahlarının geliştirilmesine adayan bilim insanlarından kim vazgeçebilirdi ki? Nazizme karşı suçlu gösterilenleri mahkemelerde savunma fırsatı bile vermeksizin aşağılayıcı hitaplar ve hakaretlerle yargılayıp, tek duruşmada idama ya da toplama kampına gönderen hakimlerin, savcıların, onları savunmaya bile yanaşmayan avukatların; bunları tutuklayarak tam bir “temizlik” yapma görevini canla başla yerine getiren Gestapo elemanlarının, polisler ve bekçilerin… Akıl almaz deneylerinde kobay yerine insanları kullananlardan başlayarak esirleri , Nazi karşıtlarını göz göre göre ölüme terk eden doktorların, hemşire ve hastabakıcıların… Nazi iktidarının “muzaffer” yapılarını diken mühendis ve mimarların; onların abidelerini dizayn eden heykeltraşların, sanatçıların; marşlarını basteleyen müzisyenlerin… Propaganda yazıları kaleme alan yazarların, onları mikrofonlardan dünyaya yayan programcıların, spikerlerin, propaganda filmlerinin rejisörlerinin, yapımcılarının, oyuncularının… Bütün bunların, yani milyonlarca insanın yerine kim konacaktı ki?
ÇEKİRDEĞİN ÖZÜ: ALMAN SERMAYESİ
Ve şimdi asıl çekirdeğe, çekirdeğin özüne, tümünün DNA’sına gelelim: Devasa Alman sermayesi – Deutsche, Dresdner, Commerz bankaları, sigorta şirketleri; ve Alman endüstrisi – Thyssen, Krupp, Rheinmetall ve diğerleri; bunların arkalarındaki sermaye grupları, hissedarları ne olacaktı? Alman emperyaliminin savaş çıkarmasını ve beş yıl boyunca tüm şiddetiyle o savaşı sürdürmesini sağlayan bu unsurlara cephe alması beklenebilir miydi? Tabii ki, hayır! Çünkü bütün mesele, “DNA”nın kodunda, o sihirli sözcükte saklıydı: Kapitalizm! Nitekim, Nürnberg Mahkemeleri’nin ardından açılan toplam 12 artçı dava arasında Flick Konserni, IG-Farben ve Krupp davaları da yer aldı. Fakat, örneğin Krupp davasında yargılanan 35 yöneticiden sadece 10’u mahkum oldu, diğerleri beraat etti. Ya asıl patronlar? Tabii onları hapsetmek olanak dışıydı.
Almanya’daki “DNA”yı değiştirmek bir yana, onun devamlılığını sağlamak gerekiyordu. Ve asıl amaç olan, ana düşmana, reel sosyalizme karşı mücadeleyi en sağlam şekilde sürdürebilecek olanlar bunlardı. Onun için bir biçimde muhafaza edilmeli, yeni baştan işler hale getirilmeliydi. Yeni Federal Cumhuriyet işte bunlarla kuruldu! Bankalarda, sigorta şirketlerinde, ağır sanayi ve devletin katlarında her alanda kostüm değiştirmiş olarak yönetici konuma getirilenlerle. Zaten, 1949’dan sonra Soğuk Savaş hazırlığı ile birlikte Nazilere karşı davalardan vazgeçildi.
RÜŞVET MESELESİ DE UNUTULMAMALI
Nazizm, tekelci sermayenin iktidarıydı. İyi de, savaş koşullarına karşın ülkede gözle görülen belli bir refah düzeyinden, sadece Krupp ailesinin fertleri, Thyssen’in ortakları, bankaların, dev sigorta şirketlerinin -şimdiki deyişle- CEO’ları mı faydalanıyordu? Zamanın milyonerlerini, hisse senetleriyle yaşayan tufeylileri, bunların en üst düzeydeki hizmetkârlarını bir yana bırakalım. Otomobillerle gezen, lokallerde, danslarda eğlenen, tatil beldelerine doluşan milyonlarla insan, özellikle orta tabakalar ne âlemdeydi? Zaptedilen ve sesi kısılan, dahası, 1918’de devrime yürümüş, 30’ların başına dek savaşkan birliklere, hâttâ silahlı müfrezelere sahipken, önemli bir bölümü Nazilerin taraftarı haline getirilen işçiler de içinde olmak üzere milyonlarca insan nasıl yaşıyordu?
Şimdi toplumsal olarak işlenen suçların hem bireysel, hem de toplumsal olarak cezasını çekeceği korkusuyla paniğe kapılmış bu ulus sükunete kavuşturulmalı, yeni baştan kendine güvenini kazanması sağlanmalıydı. Alman ulusu derhal o refaha geri döndürülmeli, hâttâ yaşam düzeyleri daha da yükseltilmeliydi. Marshall Planı bu amaçla devreye sokuldu. Finans oligarşisinden, tekelci burjuvazinin üyelerinden, o dönemdeki büyük toprak sahiplerinden başlayarak, küçük burjuvalara, meslek sahiplerine, burjuva devletinin hizmetkârlarına… Ve sendikal-politik liderlerinden başlayarak tek tek işçi sınıfının fertlerine dek uzanan -tabii toplumsal hiyerarşiye uygun oranda olmak koşuluyla- bir “rüşvet mekanizması”da kuruldu.
BUGÜNKÜ DURUM: FAŞİSTLERE DÜZENLİ, YÜKLÜ MAAŞ
Burjuva demokrasisinin hayranı şaşkınlar, Rosenburg Dosyası benzeri haberleri Almanya’nın ne kadar “demokratik” bir ülke olduğuna kanıt olarak görmeyeye meraklılar. Halbuki, burada yapılan iş, çoktan eskitilmiş ve bugüne değmemesi için titizlik gösterilen bir geçmişle ilgili. Bu tür “aydınlatmalar”ın asıl işlevi ise geçmişi aydınlatmaktan çok, bugünkü durumu örtbas etmekten ibaret.
Çıplak gerçeğini özetlediğimiz savaş sonrası dönemden neredeyse hiç kimse kalmadı Almanya’da. Onların konumlarında arkadan gelen nesiller oturuyor şimdi. Yeni gelenlerle birlikte, özellikle devletin en canalıcı kurumlarında, belli bakanlıklarda ve dairelerde temelden bir değişiklik olduğunu iddia etmek büyük yanılgı olur. İstisnasız tüm miting ve yürüyüşlerde polisin “sağ gözünün tamamen kör olması” başka nasıl açıklanabilir ki? Faşistlerin yabancılara yönelik saldırı ve cinayetlerinin arkasında siyasal bir motif olduğunu inkar eden de yine aynı polis. Bu polis teşkilatında, 1990-2000 yılları arasında politik nedenlerle işlendiği bilinen 140 cinayetten sadece 47 tanesinin arkasında “siyasal nedenler olabileceği” notunu düşenler kimlerdir? Anayasayı Koruma Dairesi’nin de Naziler arasından seçtiği ve ajan olarak kullandığı faşistlere düzenli olarak çok yüklü maaşlar verdiği, tüm suçları yakından izlemesine karşın bunları engellemek için hiçbir girişimde bulunmadığı da kamuoyunun bilgisi dahilinde. Sahte para basmaktan cinayete dek çok çeşitli suçlara bulaşmış tescilli bir faşistin, hakkında kesinleşen 9,5 yıllık hapis cezasını çekmeden serbest bırakılması, üstelik bir dernek kurarak Sachsen Eyaleti’nden 130 bin Avro destek alması da tek bir olay değil. Açıktan faşist parti NSP’ye Meklenburg-Vorpommer ve Sachsen Eyalet kasalarından verilen ve doğrudan faşist örgütlere aktığı bilinen 20 milyon Avro… Ve inanması daha da zor olan bir başka gerçek, NPD’nin yönetici kadrolarında her yedi kişiden birinin Anayasayı Koruma Dairesi’nin maaş bordrosunda ismine yer alması!
YANLIŞLIKLA YOK EDİLEN DELİLLER KİMİN İŞİ OLABİLİR?
Aralarında Federal Parlamento üyeleri de bulunan on binlerce sol görüşlü yurttaşın e-posta ve telefonlarını izleyen gizli servislerin kimyasının o günden bu yana değiştiğini, yöneticilerinden başlayarak çalışanlarının pek “demokratik” görüşlere sahip olduğunu kim iddia edebilir? En son, sekiz Türkiye ve bir Yunanistan kökenli insanın, ayrıca bir de polisin katli ile ilgili davada biraraya getirilen tüm delillerin “yanlışlıkla” yok edildiğine kim inanabilir? Bu suçları işlediği bilinen iki faşistin bir otomobilde “intihar etmiş olarak bulunduğu” haberi de bir o kadar inandırıcı. Ya Hessen Eyalet Başbakanı’nın iz süren cinayet masası memurlarının doğrudan kimi şahitlerin ifadesini almasını engellemesi? Sadece bu davanın sürdürülüş biçimine değil, faşistlere karşı açılan yüzlerce davanın sürekli patinaj yaparak önünde sonunda hiçliğe yuvarlanmasına bakarak kimi hakim ve savcılar için de bir şey söylemek gerekmez mi?
Federal Silahlı Kuvvetler’de de açıkça Nazi olduğu bilinenlerin konum kazanmalarına göz yumulması ise başka bir başlık. Bu tür haberler arada bir gazetelerin uzak köşelerinde görünüp kayboluyor, hedefli olarak unutturuluyorlar.
Pek “demokratik” bir ülke olarak gösterilen Federal Almanya’da bu örnekler uzayıp gidiyor. Rosenburg incelemesini yapan bilim insanları vardıkları sonuç karşısında şaşırmışlar. Biz şaşırmayalım. Burjuvazinin iktidarının devamı için her türlü önlemi elinde hazır tuttuğunu, bu bağlamda düzen partileriyle de yetinmeyerek en uç köşelerdeki eli kanlı faşistleri, kimi mafya benzeri çeteleri bile yedekte tutarak beslemekten geri kalmadığını bilelim.
Bu gerçeği kavradığımız anda, günümüzde ağızlara sakız yapılan “demokrasi”nin özünde ne olduğunu da kavrayacağız: Burjuvazinin diktatörlüğü!
Paylaş: