Arşiv Makaleler

İncir Reçeli – Işıl Demirel

4ee5179564aaf39bc5fb09e847256a2a

Gün be gün azalırken, toplumun kültürünü koruma refleksinin en büyük düşmanı da karışık evlilikler olsa gerek. Bir çokları için tahmin ederim ki bu korkulu bir rüyadır en azından işin başında. Ama ne kadar korksak da kaçınılmaz bir şekilde hayatın doğal akışı içinde artık “normalleşti” bu durum. Karışık evlilikler ile ilgili en çok korkulanlardan biri de kültür kaybı belki de. Bizim adetlerimiz, bizim geleneklerimiz, bizim yemeklerimiz, bizim dilimiz ne olacak korkusu. Sonraki kuşaklara hangileri, hangi aileden seçilenler aktarılacak ve ne kadarı aktarılacak? Tüm bu sorular akılda sürüp giderken, hayatın kendi akışı içinde, su akıyor ve kendi yolunu buluyor. Bir karışık evlilik çocuğu olarak madalyonun bir de bu yüzünü anlatmak istedim.

Annesi Yahudi, babası Müslüman köklerden bir araya gelmiş bir anne babanın çocuğu olarak hayatım boyunca etrafımda herşeyden hep çifte çifte olmuştur. Aman yanlış anlaşılmasın bu kötü birşey değil tam tersine şanslı olduğum bir durumdu benim için. Doğumgünleri, bayramlar, yemekler herşey çifttir ve daha güzeli birbirinden farklıdır. İşin güzelliği de burada saklıdır zaten.

Örneğin çocukken en sevdiğim yemeklerden biri olan pilavın iki farklı türü olmuştur hayatımda: biri anneanne pilavı –kavrulmuş tel şehriye ile pişen ve yaz aylarında her kaşıkta bir kaç yeşil üzüm ile yenen – , biri de babaanne pilavı –kavrulmuş bol arpa şehriye ile pişen yaz, kış farketmeden bol yoğurtla tüketilen-. İkisinin de gönlümdeki yeri hep ayrı olmuş birini yesem diğerini mutlaka aramışımdır. Ne bir yarış, ne de bir mukayese olmamıştır hiçbir zaman. Tam tersine bu ikisi birbirini aratan, özleten, çağrıştıran lezzetler olageldiler benim için hayat boyu. Biri ötekini hiç bastırmadı. Öyle ki anneannemi kaybettikten sonra babaannem ne zaman mutfağa girip o dillere destan pilavını yapsa hep aklıma geldi, burnumun direğini sızlattı anneannemin ve onun pilavının yokluğu.

Bu farklılıkların en başını ise oldum olası incir reçeli çekti bizim ailede. İncir reçeli bir maratondu bizim için. Yaz girmeye başlarken anneannemin ham incirden yaptığı reçel ile başlayan ve yaz çıkarken babaanemin yaptığı olgun incir reçeli ile son bulan bir maraton… Her sene yaz girmeye başlarken anneannem, her köşe başında bir yandan çiçek satıp bir yandan incir ayıklayan çingenelerden sıkı pazarlıklarla aldığı ham incirden hummalı bir çalışma ile muazzam bir reçel yapar, onları her birimiz için ayrı kavanozlara koyar evlerimize gönderirdi. İncir reçelinin gelişi ile hepimiz çilek reçeline sırtımızı döner yaz sezonu bitene dek anneanne eli ile pişen o lezzetin tadına doyardık. Nasıl yapar, içine ne katar, nesine o kadar özenirdi bilmem ama onun yaptığı reçelin tadını başka birşeyde bulmak mümkün değildi. Ama anneanne inciri ile yarışabilecek tek şey yaz sona ermeye başlarken babaanemin yaptığı incir reçeli olurdu.

Bu kez de ağaçların dallarından sarkan, balları yerlere akan, olmuş incirlerden yapılan babaanne reçelinin sezonu açılırdı. Memleketten (Akçakoca) gelen ya da bizzat oraya gidilerek bahçelerden taze taze toplatılan ve kilolarca satın alınan incirler eve getirilir ve hummalı çalışma başlardı. Patlamamış olanlar reçel için ayrılır geri kalanlar afiyetle yensin diye buzdolabında soğutulur git gel bir çabukta yenirdi. Aynı anneannem gibi babaannem de hepimiz için kavanoz kavanoz reçel hazırlar hepimize tüm kış yetecek kadar reçeli bizim için stoklardı.

Yıllar geçti, önce anneannem sağlık sorunları sebebi ile mutfakla arasına mesafe koymak zorunda kaldı. Onun ölümünden yıllar sonra da sıra babaannemin mutfak macerasının sonuna geldi. Ve bu iki incirin de reçelini yapma sorumluluğunu annem bir gün gönüllü olarak üstlendi ve bayrağı devraldı. Sayesinde alışık olduğumuz o lezzetler hala mutfağımızda sürüyor ama ne yalan söyleyeyim ne o anneanne lezzeti ne de babaanne lezzeti yok artık hayatımızda.

Bugün anlıyorum ki onların sırları, ellerinin lezzetleri ve alışkanlıkları ile daha lezzetliydi o yemekler. Anneannemden hiç dinleyemedim o lezzetin sırrını. Ne ben düşündüm ne de o akıl etti bu bayrağı sırları ile devretmeyi. Bu bayram bir araya gelmişken babaanneme kulak verdim. Hala başımızda iken bu fırsatı kaçırmayayım diye düşündüm. Malum mevsimi geldi incirler önümüzde sıra sıra dizili iken söz pek tabii reçeline de geldi. Sorduğumda dinlediğim yalnızca reçelin tarifi olmadı tabii. Eskiden her evin bir reçel dolabı olduğunu, yazlık-kışlık reçellerin kuralları olduğunu, raflarına serilen dantel örtüler üzerine her birinin nasıl özenle yerleştirildiğini hem dinledim, hem öğrendim. Dut, böğürtlen, ayva, incir, çilek, portakal, vişne, taze cevizden yapılan türlü türlü reçelin raflara serilen dantel örtüler üzerine birbirine hizalanarak ve renkleri birbirini açacak şekilde nasıl sıralandığını, dolap açıldığında bakması keyifli olsun diye dolabın en tepesine reçeli yapılan meyvelerin kurutulup, ipe dizilip asıldığını şaşkınlıkla dinledim.

Şimdilerde alt tarafı reçel deyip geçiyoruz. Benim gibi şanslı olanlar annelerinin elinden çıkma reçeller, doğallığı ön planda tutup da bu işlere vakit bulamayanlar “ev yapımı”/“organik” diye pazarlanan kavanozlanmış ürünleri, ne yediğini çok da dert etmeyenler marketlerden güvendikleri markaların reçellerini yerken bir taraftan da günümüzün “sağlıklı beslenme” trendine uyanlar reçelden uzak durarak geçiriyoruz hayatımızı. Ne olursanız olun benden size tavsiye ister yapın ister yapmayın ama siz siz olun büyüklere kulak verin, onların mutfak sırlarını, yaşam stillerini öğrenin. Duyduklarınız çok şaşırtacak sizi. Hazır mevsimi gelmişken incir reçelinden bu kadar söz edip tarifini vermeden olmaz. Tarif ve nasihatler babaannemden, aktarması benden. Hepinize afiyet olsun;

“Bu incir reçelini Akçakoca’da ilk benim annem yapmış. İlk başta ‘incirin reçeli mi olur Naciye Hanım?’ demişler. Sonra gel zaman git zaman yiyen bayılmış almış tarifini, yapmış, öyle öyle yayılmış. Şimdi bir git bak herkes yapar. İşin sırları var tabii. İlk önce patlamamış, bütün incirleri ayırırsın. Bütün kalacak ki pişerken dağılmayacak. Çekirdeği suyuna karışmayacak. O ayırdığın bütün incirlerin en tepelerini bırakır kabuklarını ince ince soyarsın. Soyduğun incirleri bir taşım kaynar suda haşlar bir kevgirde süzülmeye bırakırsın. Bugün haşladıysan inciri yarına kadar bekle bana sorarsan.

Hiç su kalmasın, iyice süzülsün. İncirin iyice süzüldüğü zaman şerbetini yapmaya başlarsın. Koyduğun şekerin azıcık üzerine çıkacak kadar su koyarsın. Suyu ne fazla ne az olacak. Su ile şeker şerbet kıvamına geldi mi limon tuzunu eklersin. 2 kilo şeker koyuyorsan reçele, işaret parmağının ucu kadar limon tuzu yeter ona. Onu da erittiğin vakit süzülmüş incirleri eklersin üzerine. Kıvamı tutana dek kaynatırsın tencerede. Kıvamını anlamak için tencerenin yanına hemen bir küçük tabak çıkarır ara ara kaşığınla o tabağın üzerine reçeli akıtırsın. Reçele sürdüğün kaşık demir olmaz ama. Mutlaka tahta kaşık olacak. Akıttın mı su gibi akıp gitmez reçel dediğin. Kıvamı tuttuğu anda altını kapatırsın tencerenin içinde bırakır hem koyulaşsın hem de soğusun diye beklersin. Soğudu mu koyar güzel güzel hazırladığın kavanozlara eşe, dosta, akrabaya herkese dağıtırsın. Paylaşınca bereketi olur. Hep birlikte afiyetle o zaman yenir.”